Hizmette Edeb ve Ölçüler -1-

2002 – Eylul, Sayı: 199, Sayfa: 032

“Âşıkların hizmetleri de, hizmetlerine karşı aldıkları da,

Hak Teâlâ’dır (O’nun rızası, lutfu ve ihsânıdır)…”

                                                                    Hazret-i Mevlânâ

Hizmet, Cenâb-ı Hakk’ın kullarından taleb ettiği ictimâî bir kulluk vazifesidir. Müminin hayatı, mahlûkâta hizmetle bereketlenir; derinlik ve mânâ kazanır. İslâm ahlâkının mühim bir bölümünü teşkîl eden hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak diğergâm bir rûhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ı ve rızâsını aramaktır. Nefsânî menfaat düşüncesinden uzak, Allâh rızâsı için îfâ edilen her samîmî hizmet, Rabb’e olan vuslatın aranmasıdır.

Dolayısıyla bütün hizmetler, mâhiyet ve keyfiyet itibâriyle en mükemmel bir sûrette îfâ edilmelidir. Bu da, birtakım edeb ve ölçülere riâyet etmekten geçer. Yâni gerek maddî, gerekse mânevî hizmetlerin îfâsında gösterilen gayretin ehemmiyeti kadar, onların hangi kalbî keyfiyet ve seviye ile yapıldığı da pek mühimdir. Zîrâ hizmetin bereketli ve Hak katında makbul olabilmesi, ancak buna bağlıdır. Onun içindir ki büyükler:

“Hizmet mühimdir; lâkin hizmette edeb daha mühimdir.” buyurarak hizmetin, feyiz dolu samîmî bir yürekle ve belli âdâb ve usûllere uyularak îfâ edilmesinin lüzûmunu beyân etmişlerdir.

O hâlde hizmette muvaffak olabilmek için ilim, irfân, liyâkat, vakar, sağlam bir karakter ve şahsiyet sahibi olmak zarûrîdir. Bunun zıddına, samîmiyetsiz ve gâfilâne yapılan hizmetlerden de bereketli bir netice beklemek beyhûdedir.

Bu itibarla hizmet insanı, kendinde üstünlük vehmeden bir kâbus değildir. Bilakis rûhların selâmeti yolunda yalnız kibrini, servetini, şöhretini değil, bütün varını harcamaya hazır fedâkâr bir mümindir. O, her sefâlet ve mâtemin civârında, yalnızların başucunda bulunmayı şiâr edinmiştir. Her sahada vazifelerini muhabbetle yapmasını bilen, ümid ve îmân kaynağı bir gönül insanıdır.

Hizmet insanının düstur edineceği vasıfları, dikkat edeceği edeb ve ölçüleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Hizmetin Ehemmiyetini

İdrâk Etmek

Hizmet ehli, öncelikle hizmetin kendisi için büyük bir ganimet ve lutuf olduğunu düşünmeli ve bunu hizmetin birinci düsturu olarak kabul etmelidir. Nimetin devamının şükürle kâim olduğunu idrâk ederek, Rabbine karşı hamd ve şükür duyguları içerisinde bulunmalıdır.

Hizmetlerin en yücesi olan îlâ-yı kelimetullâh, Allâh adının ve

kelime-i tevhidde hulâsa edilen İslâm dininin yaşanarak tebliğ edilmesi ve yüceltilmesi.  müminlere emânet edilmiş azametli bir dâvâ ve kudsî bir vazîfedir. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyye, Allâh ve Rasûlü’nün bizlere bir emânetidir. Sahâbe-i kirâm ve mübârek ecdâdımız, bu emâneti 1400 küsur seneden beri ne şekilde idrâk edip bize kadar taşımışlarsa, biz de gelecek nesillere öylece taşımak mecburiyetindeyiz. Bu hizmetler bizim âhiret sermayemiz ve inşâallâh cennet vizemiz olacaktır.

Ömrünü Allâh’ın mahlûkâtına hizmete adamış mümtaz bir insan olan merhum pederimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, hizmetin kıymet ve ehemmiyetini şöyle ifâde buyururlardı:

“Mümin, ibâdet ve hayrın büyüğüne küçüğüne bakmayıp, fırsat düştükçe ihlâs ile hepsini yapmaya gayret etmelidir. Çünkü büyük hizmet yapan pek çok kimseler, bâzı küçük görünen hizmetleri ihmâl ederler. Hâlbuki Allâh Teâlâ’nın rızâsı nerededir, hangisindedir bilinmez.

Şunu idrâk etmelidir ki, hizmet etme fırsatı herkese nasip olmaz. Çok kimseler vardır ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduğu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadığından hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarını artırmalı ve hattâ bu nîmete vesîle oldukları için hizmet edilenlere teşekkür edâsı içinde bulunmalıdırlar.”

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, hizmet edenin, hizmet edilenleri bir nîmet bilerek onlara karşı teşekkür edâsı içinde bulunması zarûretini şöyle ifâde eder:

“Nasıl bir kişi çok kimselerin kemâlât elde etmesine sebep olabiliyorsa, bir çok kimselerin de bir kimsenin kemâlât elde etmesine sebep olması mümkündür. Zîrâ her ne kadar bir üstad talebelerinin kemâlâtına sebep oluyorsa da, onların da karşılıklı in’ikâs neticesinde üstadlarının kemâlâtına birer sebep olduğu muhakkaktır.”

Diğer taraftan, maldan yapılacak infâkın farz olan zarûrî ölçüsü bildirilmiştir. Bu itibarla malının zekâtını veren kimse, malı ile îfâ etmesi gereken hizmeti gerçekleştirmiş olur. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın insana lutfetmiş olduğu kâbiliyet ve imkânların nisâb miktârını tâyin etmek mümkün olmadığından, son nefesimize kadar, tâkatimiz nispetinde kendimizi Hak yolunda hizmete adamak durumundayız. Zîrâ o keyfiyet, Allâh’a mâlum, bize meçhuldür. Bu sebeple gayret ve tâkatimizin son haddine kadar hizmet ve himmet için çırpınmak îcâb etmektedir. Yâni kula düşen, yaptığı hizmetleri yeterli görmeyip, daha neler yapabilirim düşüncesiyle, sürekli bir hizmet arayışı içinde olmasıdır. Bunun en canlı misâllerinden biri, ashâb-ı kirâmdan Abdullâh bin Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-’tır. Bu sahâbî, âmâ olduğu için cihaddan muâf tutulmuştu. Fakat o mübârek sahâbînin, hiç olmazsa sancağı tutabilirim düşüncesiyle Kadisiye Harbi’ne katılması, her hâlükârda bir hizmete tâlip olma arzusunun açık bir tezâhürüdür.

Bu bakımdan her mümin, hizmet imkânı bulunduğu hâlde bunu îfâ etmekten geri durmanın mesûliyet ve vebâlinin azametini idrâk etmelidir. Bunun aksine davranmanın, ebedî hayât için büyük bir tehlike arz ettiğini bilmelidir.

2. Kalbi Mânevî Hasletlerle Zînetlendirmek

Gönül feyzinden mahrûm bir hizmet, çöle dökülen bir kova su misâlidir. Kurak arâzîye atılan bir tohum, tarla fârelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur. Gönülle atılan hizmet tohumları ise istikbâlin çınarlarıdır. Bu sebeple hizmet insanı, şahsî hayâtının mânevî gıdasına dikkat etmek mecbûriyetindedir. İbâdetlerde rûhâniyete, ahlâk ve muâmelâtta incelik, zarâfet ve diğergamlığa ehemmiyet verip, rûhen olgunluğa kavuşmak durumundadır.

Hizmet eden kişinin gönlü, münbit bir toprak gibi olmalıdır. Toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler. İşte hizmet ehlinin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, manzaralar, kudret akışları, tabiî bir şiir hâlinde hizmet edilenlere in’ikâs etmelidir. Bu hâle sâhib olabilmek için şu dört esâsa dikkat etmek lâzımdır:

a. Kalbin dâimî bir sûrette Allâh ile beraber olması,

b. Kalbin Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti ile dolu olması,

c. Kalbin din kardeşlerinin muhabbeti ile dolu olması,

d. Kalbin Hâlık’tan ötürü mahlûkâta sevgi, şefkat ve merhametle dolu olması.

Hizmet, ancak zengin bir kalbî hayatla îfâ edilebilir ve bereketli semereler verir. İnsan bu hâle ulaşınca muhabbet odağı hâline gelir. Muhabbetle atılan tohum da ebedîdir. Bu sebeple kendimizi evveliyetle Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle ihyâ edip, hayatımızı buna göre programlamamız gerekmektedir.

3. İhlâs ve İstikâmeti

Muhâfaza Etmek

İhlâs ve istikâmet, hizmet ehlinin iki vazgeçilmez vasfı olmalıdır. Gerçek bir hizmet ehli olabilmek, Allâh Teâlâ’nın kuluna yüce bir lutfudur. Bu yüce nîmetin kadri iyi bilinmeli ve yapılan her işte ihlâs ve istikâmet üzere olmaya gayret edilmelidir. Aksi hâlde bu nîmetin elden alınacağı bilinmelidir. Nitekim yüksek bir dağın zirvesine tırmanan kimsenin, ayağını bastığı yere ve tutunduğu dala daha çok dikkat etmesi gerekir. Zîrâ zirvelerde yanlış bir adım atmak veya çürük bir dala tutunmak çok daha tehlikelidir. Nitekim: “…Muhlisler büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, V, 345) hadis-i şerifi de, bu gerçeğin en güzel bir ifâdesidir.

İhlâs, hizmetin sıhhatinin en mühim şartlarındandır. İhlâsın olduğu yerde tefrika, benlik ve ihtiraslar kaybolur. Böylece nefse pay çıkarma yolu tıkanmış olur; hizmet yolundaki engeller de asgarîye iner.

Hizmet ehli, her şeyden önce etrafına sağlam bir karakter sergileyebilmelidir. Zîrâ insanlar, sağlam karakterli, vakarlı örnek şahsiyetlere hayran olur ve onları örnek alarak peşlerinden gider. Bu bakımdan hizmet ehli, «el-Emîn» ve «es-Sâdık» sıfatlarına hâiz bir peygamberin ümmeti olduğu şuuruyla, sözünde ve özünde doğru (sıdk ehli) güvenilir bir kimse olmalıdır. Bütün bunlar, ancak istikâmet üzere bir kullukla gerçekleşebilir. Bu itibarla sıratta yürürcesine bir rikkat ile, gerek şahsî hayatında ve gerekse bulunduğu hizmetlerdeki hassasiyete dikkat etmelidir.

4. Şefkatli, Merhametli ve Affedici Olmak

Kâmil bir mü’min, gönül insanıdır. Merhamet ve diğergamlık, onun en belirgin vasfı ve tabiat-ı asliyesi olmalıdır. Merhamet, müminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. İnsan rûhunun ulaşabileceği olgunluk semâsına çıkışın yolu, merhamet ve hizmet basamaklarından geçmektedir. Merhamet, îmânımızın bu âlemde şâhidi olan ve bizi kalben Rabbimize yaklaştıran ilâhî bir cevherdir.

Hizmet ehli, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsını tefekkür ederek, hizmet verdiği mahlûkâta karşı şefkat ve merhameti esas almalıdır. Zîra hizmet, merhamet işidir. Bütün güzellikler, merhamet, şefkat ve tevâzû ile yapılan hizmetin netîcesinde elde edilir. Merhametin en belirgin alâmeti infaktır. Bu bakımdan hizmet ehli aynı zamanda cömert olmalıdır. Zîrâ yüksek ahlâk ve vasıflar, birbirlerini tamamlar. Merhametli insan cömert, cömert insan mütevâzî, mütevâzî insan ise gerçek hizmet ehli olur. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Allâh Teâlâ cömert ve ihsân sâhibidir, cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 60) buyurmuştur.

Buna mukâbil kötü ahlâk ve çirkin vasıflar da birbirine zincirlidir. Merhamet ve şefkat mahrumu bir insan cimri, cimri insan kibirli, kibirli insan da hizmetten uzaktır.

Dolayısıyla güzel ahlâkla kâbil-i te’lif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûb ile yapılan hizmetlerden bir hayır umulamaz. Özellikle insana hitâb eden eğitim, irşad ve tebliğ gibi hizmetlerde bu husus çok daha ehemmiyet arzetmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ve onun şahsında bütün ümmete hitâben:

“(Ey Habîbim!) Allâh’tan (sana gelen) bir rahmet sebebiyle, onlara yumuşak davrandın! Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmran, 159) buyurulmuştur.

Dinin zâhirî kısmı akılla; bâtınî ve derûnî kısmı, yâni özü ise gönülle telâkkî edilir ve öğretilir. İnsanları terbiye, sevk ve idârede merhamet ve muhabbet, netîcenin bereketini ziyâdeleştirir. Çünkü kaba kuvvetle hâkim olunamayan nice insan, muhabbet ve merhamete râm olur.

Hakikaten bir muallime duyulan muhabbet, ona olan bağlılığı ve öğrettiklerine alâkayı artırır. Zîrâ onun muhabbet ve merhametle yaklaşması, tesiri aklî bir mecrâdan ziyâde kalbî bir yoldan aktarmasını sağlar. Böylece telkin, muhâtabın ruhî temâyüllerine uygun bir muhtevâ kazanarak âzamî derecede şahsiyete

inkılâb eder. Bu sebeple özellikle talebeye şefkat ve muhabbetle yaklaşmak gerekir. Çünkü insan, muhabbet ve merhamete teslîm olur. Bu bakımdan yeryüzünün gerçek fâtihleri de, kalbleri fethedebilenlerdir.

Sevgi ve merhamet mahrûmu, benliğine düşkün idâreciler de, emri altındakilerin gönüllerine hükmedemedikleri için zoraki bir itaat temin ederler. Bundan dolayı da başarıları asgarîde kalır. Bu durum, idâreciler kadar ana-babaları da ilgilendiren nâzik bir husustur.

Hakîkaten bir hizmet insanında “benlik” ve “iddia”, yerini aşk ve muhabbete terk etmelidir. Merhamet ağacının zarif, ince ve nâzik çiçekleri ancak böylece filizlenebilir. Muhabbet ve merhametle davranış mükemmelliğine ulaşanlar, etraflarında dâimâ maddî veya mânevî yardıma muhtaç muzdarip varlıklar ararlar. Zîrâ onlar, sefâlete düşenlerin ızdırâbını gönüllerinde hissederler.

Allâh Teâlâ’nın sıfatlarından birisi de onun affediciliğini ifâde eden “el-Afüvv” ism-i şerîfidir. Bu itibarla hizmet ehli de affedici olmalıdır. Affetmek, Allâh’ı sevip O’nun ahlâkı ile ahlâklanmanın tabiî bir netîcesidir. Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, affın zemînini hazırlar. Affın fermânını yazan ise kalbdir. İlâhî neş’e ile dolmak isteyenler, gönül bahçesinden af râyihaları yayanlardır. Zîrâ affederek kendimizin affedilmesinin zeminini oluşturmalıyız. Affetmeyen insan, hakîkatte kendini helâk etmiş olur.

Ayrıca hizmet ehli, insanların ayıplarını araştıran değil, ayıp ve kabahatleri setreden (örten) olmalıdır. Nitekim Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allâh da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allâh da onun ayıbını açığa vurur. Hattâ evinde bile olsa onu ayıbıyla rezil eder.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 5)

“Kim mümin kardeşini bir kusurla ayıplarsa o kusuru işlemedikçe ölmez.” (Tirmizî, Kıyâme, 53) buyurmuştur.

5. İstişâre ile Hareket Etmek

Hizmette istişâre ile hareket etmek, ilâhî bir emir ve mühim bir sünnettir. Cenâb-ı Hak Rasûlü’ne hitâben:

“(Yapacağın) işlerde onlarla (müminlerle) istişâre et. (Bir işe) azmettiğin zaman da, artık Allâh’a tevekkül et. Muhakkak ki Allâh, kendine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159) buyurmak sûretiyle Rasûlullâh’ın şahsında istişârenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Müminlerin önemli hususlarda birbirleriyle istişâre hâlinde bulunmaları gerektiğini de “Onların işleri, kendi aralarında istişâre iledir.” (eş-Şûrâ, 38) âyetiyle beyân buyurmuştur.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, önemli gördüğü hemen hemen bütün işlerinde ashâb-ı kirâm ile istişâre ederlerdi. O, her mevzû ve hâdisede vahiyle teyid edildiği hâlde ümmete misâl olsun diye istişâreyi tercîh ederlerdi. Nitekim Bedir ve Hendek Gazveleri’nde düşmanla nerede ve nasıl mücâdele edileceğini istişâre ile tâyin etmiştir. Hattâ Uhud Gazvesi hakkında da kendi arzusu “savunma harbi” olmasına rağmen, istişârenin netîcesi, düşmanı Medîne dışında karşılama şeklinde tezâhür ettiği için, bu görüşe uymuş ve onunla amel etmiştir.

İnsan dâimâ hissiyâtının tesiri altındadır. Onunla düşünür ve karar verir. Bu bakımdan hizmet ehlinin istişâreyle hareket etmesi, hizmetlerin doğru ve bereketli olmasını temin eder.

Lâkin istişâre edilecek şahısların, akıllı, bilgili ve takvâ sâhibi olmalarının yanısıra, geçim ehli ve ekip çalışmasına kâbiliyetli olmaları da mühim bir esastır. Umûmiyetle birçok aklın, tek bir akıldan daha doğru karar vereceği âşikârdır. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- bu gerçeği:

“İstihâre yapan hüsrâna uğramaz, istişâre eden pişmân olmaz, iktisadlı olan fakir düşmez.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, II, 280) sözleriyle beyân buyurmuşlardır.

İstişârenin netîcesi mutlakâ tatbîk edilmelidir. Samimiyetsiz, âdet yerini bulsun diye baş sallayarak yapılan istişâreler, fayda yerine zarar getirir. İstişâre, o işe ehil kimselerle yapılmalı, ayrıca herkes çekinmeden fikrini açıkça söylemelidir ki hakîkat ve rahmet tahakkuk edebilsin. Ancak istişâre edilecek şahıs, danışılacak mevzuda ehil bir kimse olmazsa, bu durumda netice, isabetsiz ve yanlışlarla dolu olur. Bu itibarla tıbbî bir meselenin bir hukukçuya danışılarak halledilmeye çalışılmasındaki garâbet cinsinden vebâli mûcib hatâlara meydan vermemelidir.

Bir hizmet insanı, hizmetteki kardeşlerinin hazzını, kendi hazzına tercih etmesini de bilmelidirler. Israrla bütün hizmetleri yalnız ben yapayım düşüncesinde olanlar çabuk yorulurlar, sadırları daralır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Hubb-i riyâset (baş olma sevdâsı)nın esiri olurlar. Gerçek ve olgun bir hizmet insanı, fânî varlığından sıyrılmış bir hâlde

kendisini hizmet kervanının en gerisinde kabul eden bir gönül neferidir.

6. Hizmet Edilen Muhâtabı İyi Tanımak

Hizmetlerde muhâtabı iyi tanımak, en az hizmet kadar ehemmiyetlidir. Zîrâ isâbetli hizmet, ancak bu şekilde mümkün olabilir. Bir müslüman, peygamberlerdeki fetânet (kalbe bağlı akıl, firâset ve basîret) sıfatından hisse alıp, akıl nîmetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını bilmelidir. Meselâ, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan kralı Necâşî’ye İslâm hakkında bilgi verirken tâkip ettiği ince üslûb, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir. Hristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyet okumasını taleb ettiğinde o, inkârcılara meydan okuyan Kâfirûn Sûresi’ni değil, içinde Hazret-i Îsâ ve annesinden övgüyle bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Okunan bu âyetlerden son derece etkilenen Necâşî, elindeki değnekle yere bir çizgi çekti ve:

“–Bizim dînimizle sizin dîniniz birbirine işte bu kadar yakınmış!” dedi. Bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi.

Hizmeti îfâ ederken olduğu kadar, bu emâneti ehline verebilmek için de muhâtabı iyi tanımak zarûrîdir. Nitekim Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ordu kumandanı olabilecek kâbiliyetteki bir sahâbiyi, elçi olarak göndermediği gibi, aynı şekilde ilim, tebliğ ve gönül insanları olan Ashâb-ı Suffa’yı da kumandan olarak tâyin etmemiştir. O, bu vazîfeleri tevdî ederken muhâtaplarının şahsiyet, kâbiliyet, dirâyet, liyâkat ve hattâ vücûd yapılarını bile göz önünde bulundurmuştur.

Burada önemine binâen, insan terbiye ve eğitimiyle alâkalı birkaç hususu hatırlatmak faydalı olacaktır.

En zor hizmet, insan eğitimidir. Zîrâ terbiye olmamış bir nefis, kişiyi dâimâ kötülüğe yönlendirir. Allâh Teâlâ insan fıtratına fücûr ve takvâ temâyüllerini yerleştirmiştir. Bu bakımdan daha çocukluğundan itibâren bu iki temâyülün tezâhürleri onda görülmeye başlar. İnsanın saâdeti, günâha temâyülün engellenip takvânın güçlendirilmesiyle mümkün olur. Bunun yolu da terbiyedir. En vahşî hayvanları eğitmek bile nefsine mağlûb bir insanı eğitmekten daha kolaydır.

Eğitim (terbiye) hizmeti, bir peygamber mesleğidir. Eğitimci olmak için hissiyat ve duyguların güçlü olması lâzımdır. Çünkü talebeyle irtibat kurarken, onların duygularını anlamalı, değerlendirmeli ve ona göre muâmele etmelidir. Bu, bir doktorun tedâviden önce teşhise, yâni ağrı ve sızının sebebini kavramaya mecbur olması gibi bir keyfiyettir. Unutmamak gerekir ki, ancak problemi çözülen insan kazanılabilir.

İnsanların istîdâdları birbirinden farklı olduğu gibi, zaafları da muhteliftir. Bu sebeple eğitimcinin âdetâ bir ruh doktoru titizliğiyle insana yaklaşması gerekir. Birine faydalı olan bir söz ve davranış, bir başkasına zarar verebilir. Bu yüzden eğitiminden mes’ul olduğumuz insanların karakterlerini çok iyi tanımamız lâzımdır.

Gerçekten eğitimci, talebesinin karakter ve istidâdını elindeki tesbih taneleri gibi tanımalı, kimin neye kâbiliyeti varsa, o yönde geliştirmeye gayret etmelidir. Meselâ, şâirliğe istidâdı olan kimseyi, insan rûhunun derinliklerine yönlendirmek îcâb eder. İdâreci olmaya istidâtlı kimseye ise sevk ve idârenin nasıl yapılacağı, işi ehline vermenin gereği, adâlet ve merhametli davranmanın lüzûmu gibi hususlar telkin edilmelidir. Diğer meslekî kâbiliyetler de bunun gibidir. Ancak toplum için zarûrî olan bu kâbiliyetlerin her birinin eğitim tarzı farklı farklıdır.

Eğitim hizmetleri, insandaki beden-rûh ve akıl-kalb arasındaki hassas dengeye dikkat edilerek plânlanmalıdır. Şâyet insanın yalnız aklına hitâb edilirse menfaat, makam, dünyevî hevâ ve hevesler ağır basar ve rûhun tekâmülü ihmâl edilmiş olur. Böyle yetiştirilen insan, netîcede servet, şöhret ve şehvetin kulu hâline gelir. Aklıyla birlikte onun kalbi de eğitilebilirse, fıtratında mevcûd olan temâyüllerin Hak yoluna yönlendirilmesi ancak o zaman mümkün olabilir. Şuna dikkat edilmelidir ki, kalbe erişmeyen bilgi, irfâna dönüşmez. İrfandan mahrûm bir bilgi ise sâhibini dalâlete sürükleyebilir. Mânevî duygular ve fazîletlerle techîz edilemeyen insan, sürekli kötülüğü emreden nefsinin kaba kuvvetine terk edilmiş olur.

Cenâb-ı Hak, cümlemizi Hak yolunda pervaneler misâli aşk ve şevk içinde ve usûlüne muvâfık olarak başta ehl-i îmân olmak üzere bütün insanlığa, yüce dînine ve canlı-cansız her mahlûkâta hizmet eden bahtiyarlardan eylesin! Âmîn!..

Devamı gelecek sayıda….