Her Şeyin Allâh’ı Tesbîh Ettiği İfâde Ediliyor, Bunu Açıklar mısınız?

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Mart – Sayı: 30

Bir sanatkâr, yaptığı sanat eserini; bir mûcid, îcâd ettiği makineyi arzu ettiği şekilde planlayıp biçimlendirir ve onu en iyi kendisi tanır. Ayrıca her sanatkâr, eserine koyduğu imzâsıyla da dâimâ hatırlanmak, ismini yâd ettirmek ister. Hâl böyle iken mikro âlemden makro âlemlere, atomdan galaksilere kadar bütün kâinâtı yoktan var eden Cenâb-ı Hakk’ın, yarattığı varlıkları, kendisini periyodik olarak zikredecek şekilde tanzîm etmesi kadar tabiî bir şey olamaz.

Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bütün varlıklara kendisini tanıtmış ve onları dâimî bir sûrette zikir ile vazifelendirmiştir. Bütün varlıklar, yaratılışları muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûrette Rab’lerini tanırlar ve O’nu zikrederler.

Cenâb-ı Hak bütün noksanlıklardan münezzehtir. O’nun sadece bir « كُنْ » yâni «Ol!» emri ile her şey oluverir. O’nun için hiçbir güçlük yoktur. O’nun yarattığı bu kadar ihtişamlı bir kâinâtı görüp de bunun aksini düşünebilmek, ancak aklın zaafını ortaya koyar.

Rabb’imiz, “el-Hay” ism-i şerîfinin tecellîsi ile, yarattığı bütün varlıklara kendi hâllerine mahsus bir “hayat” nîmeti nasîb etmiştir. Bu cihetten bakıldığında kâinatta esâsen “cansız” denilebilecek hiçbir varlık yoktur. Bitki, hayvan, insan gibi canlıları dikkate alarak, canlılığın yalnız bunlara mahsus görülmesinin yanında, hakîkatte bir atomun içindeki unsurların cümbüşünü ilâhî muhabbet nazarıyla temâşâ edebilirsek, cansız zannedilen bir maddenin aslında sâhip olduğu müthiş canlılığın hayret ve dehşeti içinde kalmaktan kendimizi alamayız. Bu hayranlık, mikro varlıklardan makro varlıklara doğru sürekli artarak tezâhür eder.

Ayrıca cemâdât, nebâtât ve hayvânât, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’i ve diğer peygamberleri de tanırlar. Bu hâl, nebevî mûcizelerde dâimâ müşâhede edilmiştir. Onlar yeri geldiğinde taşa, asâya ve benzeri cansız varlıklara Allâh’ın lutfuyla âdeta ruh vermişlerdir. Bu sebepledir ki Ebû Cehl’in elindeki taşlar, Peygamberimiz’in mûcizesi ile dile gelmiş, O’nun peygamberliğini tasdîk etmiş ve Hakk’ı zikretmiştir. Hazret-i Mûsâ’nın elindeki asâ ise yine Allâh’ın lutfuyla ejderhâya dönüşmüş, Firavun’u korkutmuştur. Yine bir zamanlar Kızıldeniz, ilâhî emre boyun eğerek Hazret-i Mûsâ ve ashâbına yol olmuş, buna mukâbil sıra Firavun ve askerlerine geldiğinde ise, onları tanıyıp helâk etmiştir. Mescid-i Nebevî’deki hurma kütüğü, Rasûlullâh’a hasretinden inleyerek ağlamıştır. Ayrıca birçok hayvan da, kendilerine zulmeden sahiplerini, yine Rahmet Peygamberi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e şikâyet etmişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Taş parçalarının azîz Peygamber Efendimiz’e ve asânın da Hazret-i Mûsâ’ya itaat etmeleri, diğer cansız sandığımız varlıkların da Hakk’ın emrine nasıl boyun eğdiklerini haber verir.

Onlar derler ki: «Biz Allâh’ı biliyoruz ve O’na itaat ediyoruz. Biz rastgele yaratılmış boş şeyler değiliz. Biz hepimiz Kızıldeniz’e benzeriz. O, deniz olduğu hâlde batırıp boğacağı Firavun ile İsrâiloğulları’nı tanıyıp ayırt etti.»

Nerede bir ağaç ve taş varsa, Hazret-i Mustafâ’yı görünce apaçık selâm vermişti ya. İşte cansız bildiğin her şeyin de canlı olduklarını böylece bil!..”

Yâni sadece insanlar ve cinler değil, hayvânat ve hattâ cemâdâta kadar bütün varlıklar, yüzü suyu hürmetine yaratıldıkları Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i ilâhî bir sır ile tanırlar. O’na sonsuz bir muhabbetle kayıtsız şartsız itaat ederler. Fakat dünya hayatındaki imtihan sırrına binâen insanoğlunun gözlerine çekilen gayb perdesi, bunun fark edilmesine çoğu zaman mânî olur. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bizleri gafletten uyandırıcı şu hadîs-i şerîfleri ne kadar ibretlidir:

“Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yerde ve göklerde bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)

Bu da gösteriyor ki Allah ve Rasûl’ünü tanıyıp itaat etme keyfiyeti sâdece insana mahsus değildir. Bilâkis bu hususta diğer mahlûkâtın, gayr-i irâdî olarak daha ileri seviyede bulunduğu bile söylenebilir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak bu gerçeğin bir başka varlıktaki tezâhürünü de şöyle bildirir:

“…Kuşları ve tesbîh eden dağları da Dâvud’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yapmaktayız.” (el-Enbiyâ, 79)

Rabb’imiz âyetlerinde gâfilleri uyandırmakta, yarattığı her şeyin kendisini tanıdığını ve bizim idrâkimiz dışında bir hâl lisânı ile zikretmekte olduğunu bildirmektedir. Mahlûkâtın zikrini işitebilmekse, ancak ibâdet, zikir, tesbîh ve samîmî bir kulluk hayatı netîcesinde gönlün saf hâle gelmesi ve böylece gaflet perdelerinin kalkıp hakîkat âlemine vâkıf olmasıyla mümkündür. Yûnus Emre Hazretleri’nin sarı çiçekle sohbeti de bu kabîldendir. Büyük Hak dostu Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin şu kıssası, bitkiler âleminin de zikrullâh ile meşgûl bulunduklarını ne güzel ifâde eder:

Birgün Üftâde Hazretleri, müridleriyle beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına demet demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmud Efendi’nin elinde sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardı sâdece… Diğerlerinin ellerindekileri neşeyle hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmud, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdîm etti. Üftâde Hazretleri diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

“–Evlâdım Mahmud! Herkes demet demet çiçek getirdiği hâlde sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”

Kadı Mahmud edeple başını önüne eğerek cevap verdi:

“–Efendim! Size ne takdîm etsem azdır. Ancak hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu «Allah, Allah» diye Rabb’ini zikreder hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de, zikrine devâm edemeyen bu çiçeği getirmek zorunda kaldım.”

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kuşların sultanı leylektir. Onların «lek, lek»leri nedir, bilir misin? O:

Hamdü lek, şükrü lek, mülkü lek, yâ Müsteân! (Yâni hamd Sana, şükür Sana, mülk Sen’in ey kendisinden yardım beklenen Rabb’im!) demektir.”

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- da bu hususta şöyle buyurur:

“Bütün varlıklar kendilerine has bir sûrette Allâh’ı zikrederler. Fakat bu hususta varlıklar farklı seviyelerdedir:

Mahlûkât içinde gafletten en uzak olanı cemâdâttır. Çünkü onlar, yemek-içmek ve hava teneffüs etmek gibi ihtiyaçlardan müstağnîdirler.

Cemâdattan sonra nebâtat gelir ki, ihtiyaç başlar. Zîrâ, toprak, su ve güneşten aldıkları gıdâları ilâhî tâyinle terkîb edip rengârenk çiçekler, yapraklar ve meyveler vücûda getirirler.

Daha sonra hayvânat gelir. Bunların hayatî fonksiyonları nebâtâttan daha gelişmiştir. Bundan dolayı ihtiyaçları çoğalmıştır. Nefsâniyet artmıştır.

İnsanın ihtiyaçları ise bitmek tükenmek bilmez. Benlik, hayaller ve dünyevî ihtiraslar onu devamlı gaflete sevk eder.”

Kâinat sayfalarındaki sır ve hikmetleri gerçek mânâsıyla telâkkî edebilmek, ancak gönül âleminde derinleşmeye bağlı bir keyfiyettir. Gönül gözüyle yeryüzüne ve semâya nazar eden bir mü’min, kalbinin bambaşka bir hissiyât ile dolduğunu fark eder. Kur’ân-ı Kerîm, göklerde ve yerdeki her şeyin Allâh’ı zikir ve tesbîh hâlinde olduğunu îlân etmektedir. Göklerin, yerin, dağların, ağaçların, çimenlerin, güneşin, ayın, yıldızın, yıldırımların, hayvanların, yuvarlanan taşların, hattâ yere düşen sağlı sollu gölgelerin sabah-akşam secde ettiğini şöyle bildirir:

“Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allâh’a secde ederler.” (er-Ra’d, 15)

“Allâh’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allâh’a secde ederek sağa sola döner.” (en-Nahl, 48)

Âyet-i kerîmeler, önümüze son derece ihtişamlı bir manzara sermektedir. Bu manzarada secdeler, gölgelerin de iştirâkiyle çift hâldedir. Yâni biri varlığın; diğeri de o varlığın gölgesinin olmak üzere aynı anda çift secde… Kâinâtın her zerresi, inanarak veya inanmayarak hep birlikte Rabb’e ibâdet için secdeye varmış ve kendisini Hâlık’ının huzûrunda vazifesini îfâ etmeye vermiş… Bütün kâinât secdedeyken, hattâ münkir ve gâfillerin varlıkları bile gayr-i irâdî Hak Teâlâ’nın irâdesine râm olmuşken, heyhât ki o gâfillerin kalpleri, inkâr ve mâsiyetin gaflet ve şaşkınlığı içindedir!..

Hak Teâlâ diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurur:

“Görmez misin ki; göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allâh’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur…” (el-Hacc, 18)

Görüldüğü gibi varlıklar ve hattâ cansız denilen cemâdat, hep tesbihât hâlindedir. Ne yazık ki insanların bir kısmı Allâh’ın zikrinden gâfil kalmaları sebebiyle azâba dûçâr olacaklardır. Gerçekten cihandaki her şey Hâlık’ını tanımakta, kuşlar bile ibâdet ve niyazlarını bilmekte, dağlar, dereler zikir ve tesbîhe devam etmektedir. Hâl böyleyken kâinâtın bu ihtişamlı zikir, tesbih ve ibâdet programı karşısında bile insanın intibâha gelmemesi ve bu ibretli manzaradan hisse alamayıp alık ve abus bir hâlde Hakk’ın zikrinden gâfil kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmayan çok hazin bir durumdur.

Yâ Rabbî! Günlerimizi ve gecelerimizi zikrullâhın bereketiyle tenvîr eyle! Seherlerin feyiz yağmurlarıyla gönüllerimizi ihyâ eyle! Zikrullâhın ihtişamlı hakîkatinden hisse alabilmeyi cümlemize nasîb eyle! Sen’in azamet-i ilâhiyyeni idrakten mahrum kalanlara da hidâyet eyle! Seherlerde Sen’i zikredenler hürmetine vatanımızı ve milletimizi şerirlerin şerlerinden muhâfaza eyle!

Âmîn!..