Her Nefes, Son Nefese Hazırlık

Şebnem Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Ağustos Sayı: 198

Güneş ve Ay, semâda dönen iki takvim. Rabbimiz’in, ilâhî kudret, azamet ve sanatının iki büyük tecellîsi. Âyet-i kerîmede:

“Güneşʼi ışıklı, Ay’ı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (Ay’a) birtakım menziller takdir eden O’dur…” (Yûnus, 5) buyruluyor.

İnsan, hayatının vakitlerini o iki takvime göre ayarlıyor. Bunun yanında, her insan bir ömür takvimiyle dünyaya geliyor. Yani ömrümüz, sayılı günlerden ibâret. Üstelik metrajı belli olmayan bir makara gibi, ne zaman ve hangi mekânda kopacağı meçhul…

Görünmez bir el, her gün ömür takvimimizden bir yaprak koparıp ecel rüzgârlarına bırakıyor. Alıp verdiğimiz her nefes, bizi dünyadan biraz daha uzaklaştırıp, kabre bir adım daha yaklaştırıyor.

Unutmayalım ki günleri ve geceleri yaratan, ayları ve yılları yenileyen Rabbimiz; kıyâmet günü hepimizi ömür nîmetinden hesaba çekecek. O zorlu gündeki hesabımızın kolay olması için, bugün kendimizi sık sık hesaba çekip hayatımıza îman ve sâlih amellerle istikâmet vermemiz elzem.

Meselâ her sabah uyandığımızda, güne şu tefekkür ile başlayalım:

“Rabbim bana ömür takviminden bir sayfa daha açtı. Daha dün hayatta olup bugün olmayan pek çok insan var. Benim de yarına çıkıp çıkamayacağım meçhul.

Dün Kirâmen Kâtibîn benim için neler yazıp âhiret dosyama havâle etti? Acaba o dosyalar, Allâh’ı ve Rasûl’ünü hoşnud edecek mi? İlâhî hesap gününde o sayfanın hesabını verebilecek miyim? Mahşer günü okuyacağım amel defterime bugün neler yazdırmalıyım?..”

İnsan, eline altın gibi kıymetli bir varlık geçtiğinde, onu miligramına kadar sahiplenir. Bir miligramını bile israf etmekten şiddetle kaçınır. Alan da satan da onu en hassas terazilerde tartar.

Hâlbuki zaman, insana ihsân edilen son derece kıymetli bir nîmet. İnsan, her gününü, her saatini, her dakikasını; Allâhʼın rızâsına uygun değerlendirdiği nisbette bu nîmetin kadrini bilmiş ve onu amel defterine bir ebediyet kârı olarak kaydettirmiş olur.

Zamanı borç vermek, borç almak mümkün değil. Nice servetleri versen dünü geriye getiremezsin! Darb-ı meselde denildiği gibi;

“Vakitlerle yâkutlar alınabilir, ama yâkutlarla vakit alınamaz.”

Dolayısıyla mü’mine düşen, geçen senelerin muhâsebesini yapıp hatâ ve kusurlarının telâfisi için istiğfar ve sâlih amellere yönelmek, ömründen kalan kısmın geçen kısımdan daha hayırlı olması için gayret-i dîniyyesini artırmaya çalışmaktır.

İşte mülâkî olacağımız yeni hicrî yılımız da böyle bir muhâsebe iklimine girmek için bir fırsat… Hayata, Allâh’ın rızâsı istikâmetinde yön vermek için yeni bir besmele çekme vakti…

Zira Muharrem ayının ilk on günü, mânevî bir hazine değerinde. Nitekim bir sahâbî:

“–Yâ Rasûlâllah! Ramazan’dan sonra hangi ayda oruç tutmamı emir buyurursunuz?” diye sorduğunda Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı vermiştir:

“–Eğer Ramazan’dan sonra oruç tutacaksan, Muharrem’de tut! Zira o, Allâh’a âit bir aydır; onda bir gün vardır ki, Allah, bir kavmin tevbesini o günde kabul buyurdu; başka kavimlerin de tevbe ve niyâzlarını o günde kabul eder.” (Tirmizî, Savm, 40/741)

İşte hadîs-i şerîfte tevbe ve niyazların kabul edildiği ve içerisinde büyük tecellîlerin yaşandığı ifade buyrulan o mübarek vakit, yani Aşûre günü (10 Muharrem) yaklaştı.

Nitekim;

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-ʼın tevbesi bu günde kabul edildi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in geçmiş ve gelecek günahları bu günde mağfiret olundu.

Dolayısıyla bizler de bugün tevbe ve istiğfâra daha çok yönelelim.

Yine bugün Hazret-i Nûh -aleyhisselâm- tufandan kurtuldu, selâmete erdi.

Bizler de bugün Nûh -aleyhisselâm-ʼın 950 sene süren çilelerle dolu tebliğ hayatındaki sabır ve sebâtını tekrar tefekkür edelim.

Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- Nemrut’un ateşinden Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla bugün kurtuldu.

Bizler de bugün Hakkʼa dostluk yolunda karşılaştığımız ilâhî imtihanlardaki hâlimizi tekrar tekrar muhâsebe edelim.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Firavun’un zulmünden, Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- zindandan bugün necat buldu.

Dolayısıyla bizler de, büyük saâdetlerin, dâimâ büyük çilelerin ardında gizli olduğu hakîkatini tekrar hatırlayalım.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- hastalık ve iptilâlardan bu günde şifa buldu.

Bizler de bugün, ilâhî imtihanlar karşısındaki sabır, rızâ ve şükür hâlimizi tekrar gözden geçirelim.

Ayrıca bugün, İslâm tarihinin gördüğü en acı felâketlerden biri olan, Peygamber Efendimizʼin aziz torunu Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-ʼın hunharca katledildiği gündür. Diğer bir ifadeyle, İslâmʼın bağrına hançer vurulduğu bir gündür. O menfur cinayete, hangi mezhepten olursa olsun her müslümanın yüreği feryat hâlindedir.

Bu hususta ümmet-i Muhammed’in birlik ve beraberliğini zedeleyecek tarzda kuru çekişmelere girmek, en başta o azîz şehidlerin mübârek ruhlarını incitecek hareketlerdir.

Dolayısıyla bizler de bugün; “Mü’minler ancak kardeştirler!..” (el-Hucurât, 10) hükmü etrafında, daha fazla bir ve beraber olalım.

Bu mübârek günlerde şunu da unutmayalım ki, hicrî takvim, Rasûlullah Efendimiz’in hicretiyle başlamıştır. Dolayısıyla hicrî sene başı vesîlesiyle Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın hicretinin tefekküründe derinleşmeyi bilhassa bugünlerde ihmal etmeyelim.

Sahâbe efendilerimiz Allah ve Rasûlü için, İslâmʼı gönül huzuruyla yaşayabilmek için; malını-mülkünü, eşini-dostunu nasıl geride bırakıp hicret ettiyse, günümüzde de her mü’min, Allâh’ın yasakladığı şeyleri terk ederek; şerden hayra, bâtıldan hakka, dünyadan âhirete hicret şuuruyla yaşamalıdır.

Bugün en mühim hicret; Allah ve Rasûl’ünün rızâ, muhabbet ve dostluğuna hicrettir. Esas hicret; günahlardan, mâsıyetlerden uzaklaşıp amel-i sâlihlere hicrettir.

Hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Ramazan’dan sonra en makbul oruç Muharrem ayının 10’u,  yani Aşûre gününde tutulandır. Lâkin bu orucu yahudîler de tutuyordu. Bunun için hadîs-i şerîfte;

“Aşûre orucunu tutun; ancak bir gün önce veya bir gün sonra da tutmak sûretiyle yahudîlere muhâlefet edin!” buyruldu. (Ahmed, I, 241; Bezzâr, no: 1052; Heysemî, III, 188) Yani ibadetlerde bile onlara benzememiz yasaklandı.

Dolayısıyla bugünden almamız gereken hisselerden biri de; hiçbir hususta gayr-i müslimlere benzememektir. Bu, İslâm şahsiyet ve vakârını muhafaza etmenin en mühim şartlarından biridir.

Meselâ oruç, İslâm ümmetinden önceki ümmetlerde de vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oruç hususunda da ehl-i kitâba (yahudî ve hristiyanlara) muhalefet etti. Ehl-i kitap, yıldızlar belirinceye kadar (yatsı vaktine kadar) iftarı geciktirirdi. Peygamberimiz ise iftarda acele edilmesini emretti. (Bkz. Tirmizî, Savm, 13)

Yine ehl-i kitapta sahur yoktu. Peygamber Efendimiz, sahuru sünnet kılarak;

“Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki en önemli fark, sahur yemeğidir.” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 46)

Ezanın teşrîinden önce; “İslâm mâbedine ne ile davet edelim?” diye istişâreler yapılırken, yahudî ve hristiyanlara ait çan ve boru çalmak gibi usûller, yine onlara benzememe hassâsiyetiyle reddedildi.

Velhâsıl ibadette dahî İslâm şahsiyet ve vakarını korumak, gayr-i Müslimlere benzememek şart.

Namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha Sûresi’nin son âyetinde;

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ

“…Gazaba uğrayanların ve sapıkların (yoluna) değil.” (el-Fâtiha, 7)  buyrularak, İslâm dışındakilerin yoluna uymaktan îkaz ediliyoruz.

Ayrıca Efendimiz’in Cenâb-ı Hakk’a olan şu ilticâları da, değil bir müslümanın gayr-i müslimlere benzemesi, gönülde onlara karşı en ufak bir muhabbet meylinin dahî olmaması gerektiğini, açık bir şekilde ifade etmektedir:

“Allâh’ım! Bana ne bir fâcirin ne de bir fâsıkın yardımını da ikramını da nasîb etme (ki kalbim onlara meyletmesin)!..” (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mücâdele, 22)

Diğer taraftan Rabbimiz:

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

“Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna (ilet)…” (el-Fâtiha, 7) buyurarak bizlerden, nîmet verdiği kimselerin yoluna iletmesi için kendisine niyazda bulunmamızı istiyor. Zira mü’min, kalbini; peygamberlerin sıfatlarıyla, sâdıkların sadâkatiyle, şehidlerin fedakârlıklarıyla ve sâlihlerin ihlâsıyla tezyin edecek ki gerçek saâdeti bulabilsin.

Günümüzde evlâtlarımız üzerinde de ayrı bir hassâsiyetle durmamız îcâb ediyor. Zira ehl-i dünya; câzibeli reklâmlar ve süslü modalarla dört bir koldan gençlerimizi, yavrularımızı fânî ve süflî lezzetlere davet ediyor. Gayr-i müslimlere benzetmeye çalışıyor.

Buna mukâbil ehl-i îman olarak bizler de, her türlü imkânımızı, Cenâb-ı Hakk’ın yolunu sevdirmeye seferber etmenin gayreti içinde olmalıyız.

Unutmayalım ki, yavrularımız birer tohum gibi. Tohumun ulu bir çınar olması için emek sarf etmek gerek. Gayret göstermeden “nasıl olsa kendi kendine büyür” demek, insanın kendini kandırması olur. Onu çürütmeden temiz bir toprakla buluşturmak, Kur’ân ve Sünnet ikliminde hayat bulmasını sağlamak lâzım. Bunun için küçük yaşlarda Kur’ân Kurslarına ve İmam Hatip Okullarına göndermek, çok ehemmiyet arz ediyor. Zira ağaç, yaşken eğiliyor.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, çok sevdiği sahâbîlerinden olan Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhumâ-’ya şu îkazı, bu hususta çok câlib-i dikkat:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dinî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)

Rabbimiz, her dâim etrafına İslâm’ın şahsiyet ve vakârını yansıtan, şefkat, merhamet ve muhabbet telkin eden güzel bir kul olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan eylesin.

Âmîn!..