Allâh Rasûlü’nün Birden Fazla Evlenmesi ve Hikmetleri

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ancak elli beş yaşlarından sonra birden fazla hanımla evlenmiştir. O’nun her bir evliliğinin pek çok sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hakk’ın:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِى رَسُولِ اللهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ اْلآخِرَ وَذَكَرَ اللهَ كَثِيرًا

“And olsun ki, Rasûlullâh’ta sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için, bir üsve-i hasene (en güzel örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21) buyurup insanlığa model şahsiyet olarak takdîm ettiği bir insan hakkında, sû-i zanda bulunmak ve hattâ iftirâ etmek, ancak dînî hakîkatlerden gâfil olmanın ve câhillikten öte bir kötü niyet beslemenin alâmetidir.

Zîrâ Rabbimiz, bize Sevgili Peygamberimiz’i her hususta örnek kılmıştır. Bunların en başta geleni ve en önemlisi âile hayâtıdır. Biz burada Peygamberimiz’in evlilik hayâtının bütün safhalarını ve diğer bütün annelerimizi anlatacak değiliz. Bu, bizim sınırlarımızı aşacağı gibi, satırlarımız da bunun için kifâyet etmeyecektir. Ancak bu evliliklerin belli başlı vasıflarını sayacak olursak, herhâlde yeterli ve doğru bir kanaate ulaşabiliriz.

İnsanda nefsânî arzularının en canlı olduğu dönem, şüphesiz ki gençlik dönemidir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gençlik devresi gözden geçirildiğinde, O’nun hakkında söylenebilecek yegâne söz; O’nun büyük bir hayâ, iffet ve nâmus timsâli olduğudur. Bu, Mekkelilerin O’na vermiş olduğu “el-Emîn” isminden de kolayca anlaşılabilir. Yine müşrikler, Peygamber olduğunu îlân ettiği andan vefâtına kadar, hiçbir zaman Allâh Rasûlü hakkında bu yönde çirkin bir iftirâda bulunmamışlardır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke devri boyunca iki defâ evlenmiştir. Hazret-i Hatîce vâlidemizle vukû bulan evliliği esnâsında Peygamberimiz 25 yaşında, Hazret-i Hatîce annemiz ise 40 yaşında, dul ve çocuklu bir hanımdı. Hatîce vâlidemizin vefâtına kadar, tam 25 yıl süren bu evlilik hayâtı boyunca, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başka bir kadınla evlenmedi. Hâlbuki o zamanki örf ve gelenekler başka kadınlarla evlenmesine de müsâitti.

Ancak Hatîce annemizin vefâtından sonra yine yaşlı ve dul bir kadın olan Hazret-i Sevde ile evlendi. Hazret-i Sevde’nin kocası, Habeşistan hicretinden sonra orada vefât etmiş, Hazret-i Sevde yalnız başına ve himâyesiz kalmıştı. Akrabâları da, müslüman olduğu için ona baskı yapıyorlardı. Peygamber Efendimiz, yalnız kalan bu muhtereme hanımı himâye ve taltîf etmek gâyesiyle kendisiyle evlenmiştir. Bu evlilik nübüvvetin onuncu senesinde vukû bulmuştur. Hazret-i Hatîce ve Sevde -radıyallâhu anhümâ- vâlidelerimiz hariç diğer bütün annelerimizin Allah Rasûlü ile evlilikleri hep Medîne döneminde tahakkuk etmiştir.

Medîne’ye hicretle yepyeni bir dönem başlamaktaydı. O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir Peygamber olmanın yanı sıra bir kumandan ve yeni kurulan devletin başkanı idi. Çağlar boyu her türlü insana mesajını en güzel şekilde ulaştırması gereken bir eğitimciydi. Bütün bu vasıfların evliliklerine de yansıdığı, çok rahat bir şekilde fark edilir. O’nun evlilikleri dînî, ictimâî, iktisâdî ve ahlâkî birçok sebep ve hikmete dayanmaktaydı.

Peygamber Efendimizʼin evlendiği hanımlar arasında, yalnız Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- genç ve bâkire idi. Bu evlilik de hicrî birinci senede Medîneʼde vukû bulmuştur. Yaşı oldukça küçük olmasına rağmen, çok zeki ve anlayışlı olan Âişe vâlidemiz sâyesinde, hanımlara âit fıkhî kâideler öğrenilmiş, Peygamberimiz’in vefâtından yaklaşık elli-altmış yıl sonraya kadar bu fıkhî meseleler birinci ağızdan ashâb-ı kirâma, onların hanım ve kızlarına, hattâ torunlarına ulaştırılmıştır. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Dininizin üçte birini Âişe’nin evinden öğrenin!” (Deylemî, II, 165/2828) buyurmak sûretiyle bu hakîkate işâret etmiştir. Nitekim Peygamberimiz’den en çok hadîs rivâyet eden (Müksirûn) yedi şahıstan biri olan Hazret-i Âişe, 2210 hadîs rivâyet etmiştir. Bunlardan 194’ü hem Buhârî, hem de Müslim tarafından birlikte (müttefekun aleyh olarak) nakledilmiştir.

Hakîkaten, Hazret-i Âişe vâlidemiz, Kur’ân-ı Kerîm’i, helâlleri, haramları, fıkhı, tıbbı, şiiri, Arap hikâyelerini, neseb ilmini çok iyi bilirdi. Ashâb-ı kirâm hangi konuda ihtilâfa düşse hemen ona mürâcaat ederdi. Hattâ ashâbın ileri gelenleri dahî çözemedikleri meselelerde ona danışırlardı.[1]

Nitekim Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh-:

“Rivâyet edilen herhangi bir hadîste bir müşkilât görürsek onu Âişe’ye sorardık. Mutlakâ onda bunun bir açıklamasını bulurduk.” demektedir. (Tirmizî, Menâkıb, 62)

Ayrıca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemizle olan bu izdivâcı sâyesinde, dostluğu çok eskilere dayanan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile bir de akrabâlık bağı tesis ederek yakınlığını perçinlemiştir.

Aynı minvâl üzere, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’in kızı Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ- ile hicrî üçüncü senede vukû bulan evliliğinde de bu akrabâlık bağını gözetmiştir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kocası Bedir’de yaralanıp sonra da şehîd olan kızı Hafsa’yı, sırasıyla Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Osman’la nikâhlamak istemiş, fakat onların bu teklifi karşılıksız bırakmaları üzerine mahzûn olmuştu. Nihâyet hicretin üçüncü senesinde Peygamber Efendimiz, Hazret-i Hafsa’yla evlendi. Ve bu evlilik, eski dostların arasını da düzeltmiş oldu.

Peygamber Efendimiz’in hicrî beşinci senede vukû bulan Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ- ile izdivâcı ise en çok tartışılan, fakat pek çok hikmetleri bulunan bir evliliktir. Zîrâ Peygamber Efendimiz, halasının kızı olan Zeyneb’i, -onun çok fazla gönlü olmamasına rağmen- âzatlı kölesi ve evlâtlığı Zeyd ile evlendirmiş ve böylece “zengin-fakir, asîl-köle” ayrımına son verdiğini, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, en yakınları vâsıtasıyla îlân etmiştir. Daha sonra bu evlilik, Zeyneb vâlidemizin ve akrabâlarının ısrarlı muhâlefetleriyle dayanılmaz hâle gelmiştir. Kocası Zeyd -radıyallâhu anh-’ın Allâh Rasûlü’ne yaptığı boşanma mürâcaatları da sonuçsuz kalmıştır. Ancak Zeyd -radıyallâhu anh- bu hâle dayanamayarak, sonunda Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı boşamıştır.

Müteâkip günlerde nâzil olan âyetlerle,[2] halasının kızı Zeyneb’le Peygamber Efendimiz’in evlenmesi, Allâh tarafından emredilmiştir. Böylece Peygamberimiz câhiliye devrinin, “evlâtlığın eski hanımı ile evlenme yasağı”nı bu tatbîkâtıyla ortadan kaldırmış ve “öz evlât” ile “evlâtlık”ın birbirinden farklı olduğunu ortaya koymuştur.

Bu hâdise hakkında, “Hazret-i Peygamber, Zeyneb’in güzelliğine hayran kalıp da onunla evlenmiştir.” şeklinde ileri geri ve cür’etkâr bir tavırla konuşanlar, şu hususları görmezden gelmektedirler:

  1. Zeyneb, Peygamber Efendimiz’in halasının kızıdır. Çocukluğundan beri onu defâlarca görmüştür.
  2. Peygamber Efendimiz, Zeyd ile evlendirmeden önce evlilik teklif etse, Zeyneb vâlidemiz bunu seve seve kabûl ederdi ve evlenmesine de herhangi bir mânî yoktu. Fakat Varlık Nûru, onu bizzat kendisi başka birisiyle evlendirmiş ve Zeyd’in boşanma taleplerini de defâlarca reddetmiştir.

Kısacası, bütün bu hâdiseler olacaktı ki, İslâm hukûkunun bâzı kâideleri Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtındaki tatbîkâtıyla teessüs etsin ve bunlara dâir şer’î bir mesned meydana gelsin.

Hayber’deki Yahûdî liderinin kızı Safiyye vâlidemiz ile evliliği ise yahûdîlerle mevcut münâsebetleri -bir sıhriyet tesis etmek sûretiyle- düzeltmek içindir. Hicrî yedinci senede vukû bulan bu evlilik de siyâsî bir gâyeye matûftur. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, 4, 347)

Yine bir kabîle reisinin kızı olan Cüveyriye -radıyallâhu anhâ- ile izdivâcı da binlerce harp esîrinin aynı anda hürriyete kavuşmasına ve bu vesîleyle hidâyetlerine sebeb olmuştur. (Ebû Dâvûd, Itk, 2)

Allâh Rasûlü’nün Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evliliğinde ise, bu cefâkâr mü’minenin taltîf edilmesi söz konusudur. Zîrâ Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ-, kocası Habeşistan’da irtidâd ettiği ve kendisi çok zor şartlar altında kaldığı hâlde, dînini müdâfaa etmiş ve o sırada Mekke’nin lideri olan babası Ebû Süfyân’a, îman hassâsiyeti ve vakârından dolayı mürâcaat etmemişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisiyle evlenerek, onu himâyesiz bir hâlde ortada kalmaktan kurtarmıştı. Aynı zamanda bu evlilik sebebiyle, Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasındaki düşmanlık da azalmıştı. (el-Mümtehıne, 7; Vâhıdî, s. 443)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şehevî arzuları için evlenmiş olsaydı, Medîne’de Muhâcirler ile Ensâr’ın yetişmiş ve çok güzel kızları vardı. Herhangi bir müslüman, kızını Hazret-i Peygamber’e vermeyi büyük bir şeref sayar, kızlar da “Peygamber zevcesi” ve “mü’minlerin annesi” olmaya can atarlardı. Fakat Rasûl-i Ekrem Efendimiz bu yola hiç mürâcaat etmemiştir.

İşte bütün bu ve benzeri birçok dînî, ahlâkî, ictimâî ve siyasî sebeplerle ve bilhassa İslâm hukûkunda kadınları ilgilendiren hususlarda kâfî derecede bilgili, tecrübeli, yetişmiş insana olan ihtiyaç sebebiyle, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın izni ve emriyle birden çok hanımla evlenmiştir. Zîrâ bâzı fıkhî meselelerde yalnız bir kadının kanaati kifâyet etmeyebilirdi. Bütün iklim, zaman ve mekânları içine alacak olan İslâm’ın, kadın ve âile ile alâkalı hukuk anlayışı bir kişiden tam mânâsıyla bize kadar intikâl edemeyebilirdi. Üstelik o hanımın, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den önce vefât etmeyeceği husûsunda da kimse teminat veremezdi. Bu ise, İslâm’da kadın hukûkunun tam mânâsıyla teşekkül edememiş olması mânâsına gelirdi.

Pek çok mesele vardır ki, hanımlar bunu erkeklere sormaktan utanıp hayâ ederler. Fakat bir hanım, aynı meseleyi bir başka hanıma rahatlıkla açabilir. Bu sebeple İslâm cemiyetinin her zaman, yetişmiş, bilgili, müslüman hanımlara ihtiyâcı vardır. Acabâ bu hususlarda, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- ile birlikte yaşamış, meseleleri bizzat O’ndan öğrenmiş ve O’nun iltifatkâr nazarlarına muhâtab olmuş zevcelerinden daha bilgili bir kadın düşünülebilir mi?

Bütün bunların ötesinde, onların tamâmı, yaşadıkları zühd ve takvâ hayatlarıyla da bizlere ve âile efrâdımıza en güzel bir örnek olmuşlardır.

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok evliliği, şimdiki insanlar için bir örnek teşkil eder mi?” şeklinde bir suâl vârid olursa, buna şöyle cevap verilebilir:

Peygamber Efendimiz’in kendi şahsıyla alâkalı bâzı davranışları, ümmetine emsâl değildir. Çünkü O, bir dînin ilk mümessili, kurucusu, tatbîk edeni ve Allâh’ın elçisi olarak çok daha farklı bir mevkideydi. Bu yüzden diğer insanlardan farklı bir sûrette sâdece kendisine mahsus olarak her gece teheccüde kalkması farz kılınmış, birkaç gün iftar etmeden oruç tutmasına (savm-ı visâl) müsâade edilmiş, O ve âilesinin zekât kabûl etmesi yasaklanmıştır. Tamâmen dînî, ictimâî ve siyâsî sebeplerle yapmış olduğu, aynı anda dörtten fazla evlilikler de İslâm âlimlerinin ittifakla kabûl ettiklerine göre, ümmetine örnek teşkil etmez.

“Teaddüd-i zevcât”ın dînimiz açısından hükmüne gelince:

Evvelâ şunu ifâde etmek gerekir ki, çok evliliği İslâm başlatmamış, bu hususta mevcut olan bir düzeni, belli sınırlamalara tâbî tutarak ıslâh etmiştir. İslâm’dan evvel, evlilikte bir sayı tahdîdi yoktu. İslâm bunu temel kâide olarak “dört”le tahdîd etmiştir. Hanımlar arasında adâletin sağlanamayacağından korkulduğunda, “bir” hanımla evlenmenin daha iyi olduğunu bildirmiştir.[3]

İkincisi, dört kadınla evlenmek, bütün mü’minler için bir “emir” değil, bâzı durumlarda tanınmış bir “izin”dir.[4] Bu, savaş, hastalık, sakatlık, uzun ayrılıklar, himâye vb. birçok sebep netîcesinde âilelerin parçalanmaması, kadınların sâhipsiz ve hâmîsiz kalmaması için tatbîk edilmektedir. Meselâ çocuk doğurmayan veya fizikî-biyolojik durumu müsâit olmayan bir kadınla evlenmiş olan bir kişi, o kadını boşamaksızın ikinci bir kadın daha alabilir. Böyle zarûretler devâm ettiği takdirde, âileler çoğaltılmakla berâber bu sayı da “dört” ile sınırlandırılmıştır. Böylece bir âilenin yıkılmasından doğacak maddî-mânevî zararlar asgarîye indirilmiştir.

Gerçekten, harp görmüş bir memlekette birden fazla evliliği teşvîk, azalan nüfûsun telâfîsi ve fuhşun önlenmesi için bir zarûret hâline gelebilir. Bunun misâlleri geçmişte görüldüğü gibi gelecekte de ortaya çıkabilir. İnsanlığın saâdet ve selâmetine medâr olacak esasları muhtevî bulunan İslâm’da, bu şekilde ârızî sebeplerin zuhûru hâlinde ârızî hükümlerin tatbîk imkânı, “ruhsat”lar yoluyla açılmış olmaktadır. Hayâtı rahatlatan ve tabiî seyrinde devâmını sağlayan bu kâide, sâdece evlilik için değil, her sahada geçerlidir.

İşte bu keyfiyet, İslâm’ın her zaman ve mekân için hayâtî zarûretleri karşılayabilecek bir vasıfta olduğunu göstermektedir.

Birden fazla (dörde kadar) evlenen erkeklere de eşleri arasında “adâleti temin etme” vazîfesi yüklenmiştir. Aksi hâlde Allâh’ın azâbıyla îkaz edilmişlerdir. Nitekim âyet-i kerîmede:

وَاِنْ خِفْتُمْ اَلاَّ تُقْسِطُوا فِى الْيَتَامَى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ فَاِنْ خِفْتُمْ اَلاَّ تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ اَدْنَى اَلاَّ تَعُولُوا

“Eğer, velîsi olduğunuz mal sâhibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şâyet aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane ile veya elinizin altındakiyle (sâhip olduğunuz câriye ile) yetinin. Adâletten ayrılmamak için bu daha elverişlidir.” (en-Nisâ, 3) buyrulmuştur.

Diğer bir âyet-i kerîmede de:

وَلَنْ تَسْتَطِيعُوا اَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلاَ تَمِيلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِ وَاِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ اللهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا

“Ne kadar gayret ederseniz edin, kadınlar arasında adâlete güç yetiremezsiniz. Binâenaleyh, birine büsbütün meyledip diğerini askıya alınmış gibi bırakmayınız. Eğer nefsinizi ıslâh eder, Allâh’tan korkup haksızlıktan sakınırsanız; hiç şüphesiz ki, Allâh Gafûr ve Rahîm’dir.” (en-Nisâ, 129) buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir hadîs-i şerîflerinde:

“Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da, aralarında adâlet gözetmezse, kıyâmet gününde bir tarafı felçli olarak diriltilir.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Nikâh, 47)

Bununla birlikte erkeğin birden fazla evlenme hakkını kullanması, kadının nikâh esnâsında ileri süreceği şartla hudutlandırılabilir. Bu da kadınlara tanınmış bir haktır.[5]

Yaratılıştaki ilâhî gâyeyi dikkate almadan sırf düz bir mantık ile bakıldığı takdirde, kadının da birden fazla kocasının olması mâkul görülse bile bu aslâ doğru değildir. Çünkü bu takdirde doğacak çocuğun nesebi ihtilâflı olur. Kime nisbet edilmesi lâzım geldiği bilinemez. Bu yüzden “fücûr” denilen bu evliliğe hiçbir dîn hattâ hiçbir lâ-dînî hukuk sistemi cevaz vermediği gibi İslâmiyet de vermez. Üstelik İslâm bu neseb tâyinindeki hassâsiyet dolayısıyla, boşanma olduğu takdirde, yeni bir evlilik için asgarî bir müddetle tahdit koyar. Bugünkü mer’î kanunların dikkate almadığı bu gerçek de, İslâm hukûkunun insan vâkıasını en doğru bir şekilde değerlendirip hükme bağladığının bir delîlidir.

Bütün bu şartlar göz önünde bulundurulduğunda, İslâm’ın, hayâtın her safhasını ve her türlü durumunu düşünerek “teaddüd-i zevcât”a izin vermiş olmasının hikmeti anlaşılabilir. Gerçekten o sâdece sağlıklı olanların değil, yaşlı ve güçsüzlerin de dînidir. O sâdece normal ve rahat zamanların değil, bütün sıkıntılarıyla birlikte istisnâî ve zor zamanların da dînidir. O sâdece erkeğin değil, gözetilmesi gereken bütün haklarını ve ihtiyaçlarını koruyarak kadının da dînidir. Âilenin sebepsiz yere yıkılmasına, çoluk çocuğun sefâlet ve felâkete düşmesine göz yummayacak kadar ferdi ve cemiyeti düşünen, insanlığın iffet ve haysiyetini koruyan yegâne dîndir.


[1] Bkz. İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 360.

[2] Bkz. el-Ahzâb, 37.

[3] Bkz. en-Nisâ, 3.

[4] Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi bu hususu şöyle açıklar:

Birden fazla kadınla evlenmeye gelince: Bunun esas itibârıyla yalnız bir müsâade ve mübah kılmak olduğunda ve haksızlık etme endişesi bulunduğu takdirde mekruh olduğu husûsunda söylenecek bir söz yoktur. Bununla berâber âyet, birden fazla kadınla evlenmenin bâzı durumlarda mendub olduğunu ve hattâ vâcib olduğunu bildirmekten de uzak değildir ki, bunu da en fazla gerek erkekler ve gerek kadınlar için fuhuş ve zinâ tehlikesinin ortaya çıkacağı durumlarda aramak gerekir. (Hak Dîni Kur’ân Dili, II, 1290)

[5] Hayreddin Karaman, Mukâyeseli İslâm Hukûku, c. I, s. 290, İst. 1996.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER