İlk Müslümanlar

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


İlk îmân eden insan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu husus âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti…” (el-Bakara, 285)

قُلْ اِنِّى اُمِرْتُ اَنْ اَعْبُدَ اللهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ. وَاُمِرْتُ ِلاَنْ اَكُونَ اَوَّلَ الْمُسْلِمِينَ.

“De ki: Bana, dîni Allâh’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu. Ve ben, müslümanların ilki olmakla emrolundum.” (ez-Zümer, 11-12)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’den sonra ilk müslüman, muhterem zevcesi Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- idi.

Âlemlerin Efendisi, kavminin hakâret, alay ve eziyet gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kalarak mahzûn ve mükedder bir hâlde evine döndükçe, Allâh Teâlâ O’nun hüznünü Hazret-i Hatîce vâlidemizin tesellî ve teşvîk edici sözleriyle hafifletmiş, ilâhî nusretiyle vazîfesini kolaylaştırmıştır.[1]

Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- îmân edince Efendimiz’in kızları Hazret-i Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma da müslüman olmuşlardı.[2]

Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Hatîce’nin namaz kıldıklarını görmüş ve:

“–Nedir bu?” diye sormuştu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Bu, Allâh’ın kendisi için seçtiği dînidir. Ben seni tek olan Allâh’a îman ve ibâdet etmeye, hiçbir fayda ve zararı olmayan Lât ile Uzzâ’yı da inkâra dâvet ediyorum!” buyurdu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben bu dîni şimdiye kadar hiç işitmedim! Babam Ebû Tâlib’e sormadan bir iş yapamam!” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, o sıralar teblîğ faâliyetlerini gizliden gizliye devâm ettirdiği için:

“−Ey Ali! Şâyet müslüman olmayacaksan sana bahsettiğim bu husûsu gizli tut, açığa vurma!” buyurdu.

Hazret-i Ali, o gece bekledi. Allâh Teâlâ onun kalbine İslâm muhabbetini bahşetti. Sabahleyin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti ve İslâm dîni hakkında suâller sordu. Aldığı cevaplar üzerine, Allâh Rasûlü’nün buyruğunu hemen yerine getirip müslüman oldu. Babasından çekinerek, müslümanlığını bir müddet gizli tuttu. Hazret-i Ali, bu sıralarda on yaşında idi. (İbn-i İshâk, s. 118; İbn-i Sa’d, III, 21)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaz kılmak istediğinde, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte Mekke vâdilerine doğru çıkıp giderler ve insanlardan gizli olarak, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de dönerlerdi. Allâh’ın dilediği zamâna kadar bu böyle devâm etti.

Ebû Tâlib, oğlu ve sevgili yeğeninin gizli gizli namaz kıldıklarına muttalî olunca, Peygamber Efendimiz, çok sevdiği amcasını da İslâm’a dâvet etti. Ebû Tâlib ise bu dâvete şöyle cevap verdi:

“−Ey kardeşimin oğlu! Benim, atalarımın dîninden ayrılmaya gücüm yetmeyecek! Lâkin Sen gönderildiğin şey üzere devâm et! Vallâhi ben hayatta olduğum müddetçe Sana kimse zarar veremeyecektir!”

Hazret-i Ali’ye de:

“−Evlâdım! O, seni ancak hayır ve iyiliğe dâvet eder. Sen, O’nun yoluna sımsıkı sarıl. O’ndan hiç ayrılma!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 265)

Abdullâh bin Mes’ûd[3] -radıyallâhu anh-, Mekke’ye ticâret için geldiğinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Hazret-i Hatîce ve Hazret-i Ali ile birlikte Kâbe’yi tavâf ederken gördüğünü ve bu esnâda Hazret-i Hatîce’nin tesettüre çok dikkat ettiğini söylemektedir. (Zehebî, Siyer, I, 463)

Ufeyf el-Kindî de, ticâret için Mekke’ye gelmiş ve Abbâs -radıyallâhu anh-’ın evine misâfir olmuştu. Ufeyf, Peygamber Efendimiz’in, Hazret-i Hatîce’nin ve Hazret-i Ali’nin Kâbe’de namaz kıldıklarını görmüş, Abbâs -radıyallâhu anh-’tan onlar hakkında mâlumât istemişti. Hazret-i Abbâs da onlardan bahsettikten sonra:

“−Vallâhi ben yeryüzünde bu dîne inanan şu üç kişiden başka kimse bilmiyorum!” demişti.

Ufeyf -radıyallâhu anh- hidâyetle şerefyâb olduktan sonra hep şöyle hayıflanırdı:

“−Âh ne olurdu o zaman îmân edeydim de ikinci erkek mü’min ben olaydım! Onların dördüncüleri olmayı, ne kadar arzu ederdim!” (İbn-i Sa’d, VIII, 18; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 487)

Peygamber Efendimiz’in âzatlı kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ali’den sonra müslüman olmuş, namaz kılmış, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in maiyyetinden ve hizmetinden hiç ayrılmamıştı. Tâifli sergerdelerin Peygamber Efendimiz’e attıkları taşlara kendi vücûdunu siper edip kanlar içinde kalacak kadar fedâkârâne bir muhabbetle kendisini Allâh Rasûlü’ne adamış, buna mukâbil Âlemlerin Efendisi’nin husûsî muhabbet ve iltifâtına mazhar olmuştu.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Zeyd’e olan muhabbetine dâir Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu şehâdeti ne kadar mânidardır:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Zeyd’in oğlu Üsâme’ye üç bin beş yüz dirhem tahsîs etmiş, oğlu Abdullâh’a ondan beş yüz dirhem daha az vermişti. Abdullâh, babası Hazret-i Ömer’e bunun sebebini sorarak:

“−Üsâme’yi niçin benden üstün tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” dedi.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, eşsiz adâletinin yanında, gönül zenginliğini ve yüksek tevâzuunu da gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:

“−Oğlum! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39)

Bu ve benzeri pek çok misâlde görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevdiklerini kendi sevdiklerine tercih ederlerdi.[4]

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, nübüvvetten önce de Peygamber Efendimiz’in dostu idi. Çocukluğundan beri onun güzel ahlâkına, sadâkatine ve emînliğine şâhitti. Güzel ahlâkı sebebiyle aslâ yalan söylemeyen bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk’a karşı yalan söylemesinin imkânsız olduğu kanaatinde idi. Bu sebeple Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu İslâm’a dâvet ettiğinde hiç tereddüt göstermeksizin icâbet etti.[5]

Fahr-i Kâinât Efendimiz bu husustaki hadîs-i şerîflerinde:

“Allâh beni size Peygamber olarak gönderdiğinde evvelâ bana «Sen yalancısın!» dediniz. Lâkin Ebû Bekir «O, doğru söylüyor.» dedi ve hem canı hem de malı ile bana son derece yardımcı oldu.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hiçbir şey Hazret-i Ebû Bekr’in müslüman oluşu kadar sevindirmemiştir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-müslüman olduğu zaman, hiç çekinmeden müslümanlığını açıklamış ve diğer insanları da Allâh Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne îmâna dâvet etmeye başlamıştır.[6]

Peygamber Efendimiz’in hayâtında Hazret-i Ebû Bekr’in müstesnâ ve mühim bir yeri bulunmaktadır. Zîrâ bir dâvânın gerçekleşebilmesi şu üç şarta bağlıdır:

  1. Hâkim bir fikir.
  2. O fikir etrâfında kadrolaşan insanlar.
  3. Mâlî imkân.

Hâkim fikir, İslâm’ın muhtevâsı idi ki, vahiyle sâbittir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, diğer iki faktörde çok mühim bir vazîfe üstlenmiştir. Yâni kadrolaşma onunla başlamış ve o mübârek sahâbînin muazzam serveti, muhtelif İslâmî hizmetlerin yanında müslüman olan kölelerin satın alınıp serbest bırakılması gibi dâvânın mâlî vechesinde de kullanılmıştır.

Bu iki husûsu biraz açıklayacak olursak; Hazret-i Ebû Bekir ile Peygamber Efendimiz’in gençlik devrelerine uzanan arkadaşlık ve berâberlikleri, nübüvvet vazîfesinin verilmesinden sonra ulvî bir dostluğa dönüşmüştür.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ilk îmân edenlerden olmanın yanı sıra, îmânına şek ve şüphenin tozunu bile düşürmeyerek “Sıddîk” sıfatına mazhar olmuştur. Daha sonraki zamanlarda da İslâm’ın inkişâfı ve yayılması için maddî-mânevî hiçbir fedâkârlıktan kaçınmamış ve bütün malını Allâh yoluna bezletmiştir.

Sevginin şartı, aşkın kânunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmek, onun arzusunu kendi arzusuna tercih etmek ve sevgilinin uğruna her şeyini fedâ edebilmektir. İşte Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hayâtı, Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlılığın ve O’nda fânî oluşun zirve misâlleriyle doludur:

Bir­gün gö­nül­ler sul­ta­nı Efen­di­miz’in ra­hat­sız­lan­dı­ğı­nı du­yan Hazret-i Sıd­dîk, üzün­tü­den ken­di­si de ya­ta­ğa düş­müş­tü.

Bu iki dost arasındaki ulvî muhabbetin netîcesi olan ay­nî­leş­me se­be­biy­le­dir ki Al­lâh Ra­sû­lü -sallâllâ­hu aley­hi ve sel­lem-:

“Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir.” (Deylemî, I, 437) buyurarak mânâ âlemindeki berâberliği ve kalpten kalbe vâkî olan hâl in’ikâsını te’yîd buyurmuştur.

Efen­di­miz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ölüm dö­şe­ğin­de iken:

“Bü­tün ka­pı­lar ka­pan­sın; yal­nız Ebû Bekir’in­ki kal­sın!” (Bu­hâ­rî, As­hâ­bü’n-Ne­bî, 3) il­ti­fâ­tı, Hazret-i Ebû Bekir ile aralarındaki kalbî alâka ve müstesnâ yakınlığın en güzel ifâdelerinden biridir.

Bilâl-i Habeşî ve annesi de, Allâh Rasûlü’nün insanları İslâm’a gizlice dâvete başladığı ilk günlerde müslüman oldular. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, müslümanlığını açıklayan ilk yedi kişiden biri idi. Dîninden dönmesi için yapılan en ağır işkencelere tahammül ederdi. İnkâra zorlandıkça: “Ehad! Ehad!: Allâh birdir! Allâh birdir!” derdi.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Bilâl ve vâlidesinin bedelini ödeyerek onları âzâd etti.[7]

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu davranışı ile iltifât-ı Peygamberî’ye nâil olmuş, merhamet ve cömertlikte âbideleşmiştir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi gönül lisânıyla tasvîr ederek şu şekilde nakleder:

“Bilâl-i Habeşî’nin müslümanlığından dolayı korkunç bir işkenceye tâbî tutulduğunu işiten Hazret-i Sıddîk, Hazret-i Musta­fâ’nın huzûruna çıktı ve vefâlı Bilâl’in hâlini arz etti.”

“Dedi ki: O felekleri ölçen mübârek varlık, Sen’in aşkına düşmüş, Sen’in muhabbetine tutulmuştur. Bu yüzden zâlimler o melek tıynetli insana zulmetmektedirler. Suç­suz olduğu hâlde kanatlarını yoluyorlar. O büyük defîneyi şirk ve isyan toprağına gömmek istiyorlar.”

“Yakıcı güneşe karşı kızgın kumlara yatırıyor, çıplak be­denini dikenli dallarla dövüyorlar.”

“Fakat o, teninden çeşme gibi kanlar fışkırdığı hâlde: «Al­lâh birdir, Allâh birdir!» diyor, Hakk’a secdeden vazgeçmiyor.”

“Hazret-i Ebû Bekr’in merhamet ve şefkatinden dolayı vücûdunun her zerresi mahzûn ve gamla dolu bir dil hâline gel­miş, Bilâl’in hâlini Hazret-i Peygamber’e büyük bir üzün­tü içinde uzun uzun anlatmaktaydı.”

“Nihâyet gönlündeki niyeti izhâr edip: «Yâ Rasûlallâh! Onu satın almak istiyorum. Bütün servetimi harcamaya hazı­rım. Cenâb-ı Hakk’a gönül vermiş, O’nun ve Rasûlü’nün kölesi olmuş, bu yüzden de Allâh düşmanlarının hışmına uğramış, işkencelere mâruz bırakılmış o mübârek insanı o hâlden kur­tarmadan bu canıma dünyâda rahatlık yoktur.» dedi.”

“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan pek memnûn oldular ve: «Ey Allâh’ın ve Rasûlü’nün merha­metli dostu! Bu ticârette ben de sana ortağım…» buyurdular.”

“Hazret-i Ebû Bekir, derhâl Bilâl’in sâhibinin evine yollan­dı. Bilâl, yapılan işkencelerden ötürü baygın bir vaziyet­te idi. Hazret-i Bilâl’in sâhibi olan o merhamet mahrûmu insana acı sözler sarf etti.”

“Dedi ki: Ey habîs! Ey hiddetten gözü kararmış, merha­metten nasipsiz! Bu Allâh dostunu nasıl dövüyorsun? Ey in­safsız! Bu ne kin, bu ne garaz?”

“Ey merhamet fukarâsı! Kendini insan mı sanıyorsun? Ey insanlık mahrûmu, nefret edilmiş kişi! Sen insan kılığındasın, ama insanlığın yüz karasısın!..”

“Bu sözlerden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, adamın aç gözünü dünyâlıkla tıkadı. Öyle ki bu duruma Bilâl’in efendisi iyice şaşırdı ve Ebû Bekr’in hâlini hayretle seyretti.”

“Onun bu hayretini fark eden Sıddîk-ı Ekber Hazretleri, o nasipsize şöyle dedi: Ey ahmak! Sen çocuk gibi, bir cevize kar­şılık bana paha biçilmez bir inci verdin, fakat haberin yok! Bil­miyorsun ki Bilâl, iki dünyâya değer. Ben onun rûhuna bakıyo­rum, sen ise teninin rengine…”

“Eğer sen satışta biraz daha bastırsaydın, onu almak için daha fazlasını verirdim. Daha da bastırsaydın, neyim varsa verir, hattâ borca girerdim. Yine de bu alışverişten ben kârlı çıkardım. Ey nasipsiz kişi! Şunu iyi bil ki, mücevherin kıyme­tini ancak sarraf bilir.”

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu kıssada merha­met ve şefkatin kâmil bir tezâhürünü sergilemenin yanında, bir insân-ı kâmile paha biçilemeyeceğini, yâni dünyevî kıymetlerin, insanın mânevî yapısının karşısında bir hiç hükmünde olduğunu ifâde ederek gönüllerimize ulvî bir hakîkati nakşetmektedir.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu âlicenap hareketiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan zirve muhabbetini bir kez daha sergilemiş olmaktadır.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyduğu hudutsuz muhabbetin alâmetlerinden birkaçı şöyleydi:

-O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i ve İslâmî hükümleri cân u gönülden sevip mûcibince amel etmek.

-O’nun ümmetine şefkat ve merhamet göstermek, onların yararına olan hususlarda gayret göstermek.

-Dünyâya değer vermemek, gerektiğinde fakirliğe hazır ve râzı olmak.

-O’na kavuşmayı arzulamak.

-O’nu çokça hatırlamak.

Hâlid bin Saîd -radıyallâhu anh-’ın hidâyetine ise gördüğü korkulu bir rüyâsı sebeb olmuştur. Bir gece uykuda, büyük bir ateş çukurunun kenarında durduğunu ve babasının onu ateşin içine itip düşürmek ister gibi davrandığını, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ise onu hemen belinden kavrayarak ateşin içine düşmekten kurtardığını gördü. Korkuyla uyandığında kendi kendine:

“Allâh’a yemin ederim ki, bu hak bir rüyâdır!” dedi ve Hazret-i Ebû Bekr’in delâletiyle Peygamber Efendimiz’in yanına giderek İslâm’la şereflendi.

Babası, oğlu Hâlid’in müslüman olduğunu duyduğunda ona eziyet etti ve:

“−Ey zelîl! Defol git! Vallâhi, senin rızkını da keseceğim!” dedi.

Hâlid:

“–Sen benim nasîbime mânî olmaya çalışsan da, Allâh muhakkak beni rızıklandıracaktır!” dedi.

Hazret-i Hâlid, Habeş ülkesine hicret edinceye kadar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından hiç ayrılmadı. (Hâkim, III, 277-280)

Daha sonra Hâlid’in zevcesi Ümeyne Hâtun, kardeşi Amr ve onun zevcesi Fâtıma Hâtun da İslâm’la müşerref oldular.

Teblîğin gizlice devâm ettiği bu günlerde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın teşvik ve delâletiyle Ebû Fükeyhe, Hazret-i Osman, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anhüm ecmaîn- îman nîmetine nâil oldular.[8]

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:

“Ey Allâh’ın Rasûlü! Şam’da iken, uyku ile uyanıklık arasında olduğumuz esnâda âniden:

«Ey uykudakiler! Uyanın! Çünkü, Ahmed Mekke’de zuhûr etti.» diye bir ses duyduk. Mekke’ye döndüğümüzde sizin peygamber olduğunuzu haber aldık.” (İbn-i Sa’d, III, 255)

Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anh- da şöyle anlattı:

“Busrâ Panayırı’nda bulunduğum esnâda bir râhip insanlara:

«−İçinizde Harem halkından bir kimse var mı?» diye soruyordu.

«−Evet! Ben varım.» dedim.

Râhip:

«−Ahmed zuhûr etti mi?» diye sordu.

Ben:

«−Hangi Ahmed?» dedim.

Râhip:

«−Ahmed bin Abdullâh bin Abdülmuttalib! O, Mekke’de zuhûr edecektir, peygamberlerin sonuncusudur. Harem’den çıkıp, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. O’na koşmanı sana tavsiye ederim!» dedi.

Râhibin söyledikleri kalbime tesir etti. Oradan hemen ayrılıp Mekke’ye geldim:

«−Yeni bir hâdise oldu mu?» diye sordum.

«–Evet, var! Abdullâh’ın oğlu Muhammedü’l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ ediyor. Ebû Bekir de ona tâbî oldu.» dediler. (İbn-i Sa’d, III, 215)

Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Ebû Seleme, Erkam bin Ebi’l-Erkam, Osman bin Maz’ûn, Esmâ bint-i Ebû Bekir, Habbâb bin Eret, Abdullâh bin Mes’ûd, Abdullâh bin Cahş, Câfer bin Ebî Tâlib, zevcesi Esmâ bint-i Umeys, Ebû Huzeyfe, Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anhüm ecmaîn-, ilk müslüman olma şerefine nâil olan zevâttan bâzılarıdır.


[1] İbn-i Hişâm, I, 259.

[2] İbn-i Sa’d, VIII, 36.

[3] Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- ilk müslümanlardandır. Künyesi Ebû Abdurrahmân’dır. Müslüman olduğu günden itibâren Hazret-i Peygamber’in yanından ayrılmamış ve O’na hizmetten zevk almıştır. İbn-i Mes’ûd, zayıf, nahîf bir kişi idi. Tatlı bir sesi, sevimli bir yüzü vardı. Müslüman olduğunda müslümanların adedi çok azdı. Müşrikler ona Mekke’de rahat vermediler. O, Medîne’ye hicret edip Muâz bin Cebel’in yanına sığındı. Hazret-i Peygamber’in hicretinden sonra, Medîne’de yerleşti. Bütün harplere katıldı. Hazret-i Peygamber, onun Kur’ân okuyuşunu dinlemekten zevk alırdı.

Tefsîr, hadîs ve fıkıh sahalarında engin ilmiyle pek çok âlim yetiştirmiştir. Husûsiyle Kûfeli âlimler, onun rivâyet ve görüşleri istikâmetinde fıkhî görüşler ortaya koymuşlardır. Kendisinden 848 rivâyet nakledilmiştir. Hazret-i Osman zamânında Kûfe kadılığından Medîne’ye dönmüş ve kısa bir süre sonra, altmış yaşını geçmiş iken orada vefât etmiştir.

[4] Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, IV, 30.

[5] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 78.

[6] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 80-81.

[7] İbn-i Sa’d, III, 232; Hâkim, III, 319.

[8] İbn-i Hişâm, I, 268.


HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER