NÜBÜVVETİN DÖRDÜNCÜ SENESİ / Emrolunduğun Şeyi Açıkla: En Yakınlarını İnzâr Et

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER


Üç yıl süren gizlilik devrinden sonra, yâni peygamberliğin dördüncü yılında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:

فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ اِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ

(Ey Rasûlüm! Artık) Sana emrolunanı açıkla! Müşriklerden yüz çevir. Alay edenlere karşı Biz Sana yeteriz!” (el-Hicr, 94-95)

Bu âyet-i kerîmelerle, teblîğin artık açıktan yapılması emredilmiş oluyordu.

Bir başka âyet-i kerîmede de bu husus daha açık, hattâ îkaz mâhiyetinde şöyle ifâde buyrulmuştur:

يَااَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ اِنَّ اللهَ لاَ يَهْدِى الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

“Ey Rasûl! Sana indirileni teblîğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yap­mamış olursun! Allâh Sen’i insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allâh, kâfirler toplulu­ğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 67)

Artık Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu vec­hile:

قُلْ يَااَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ يُحْيىِ وَيُمِيتُ فَاَمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben, Allâh’ın hepinize gönderdiği Rasûlü’yüm. Allâh ki, bütün göklerin ve yerin sâhibidir. O’ndan başka ilâh yoktur. O hem diriltir, hem öldürür! Öyle ise Allâh’a ve (O’nun) ümmî olan Rasûlü’ne -ki O, Allâh’a ve O’nun sözlerine ina­nır- îmân edin ve O’na tâbî olun ki, doğru yolu bulasınız!” (el-A’râf, 158) diyerek insanları açıktan İslâm’a dâvet etmeye başlayacaktı.

Lâkin buna nereden ve nasıl başlayacağını düşünmekteydi ki, o esnâda bir başka vahiy geldi:

وَاَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلاَقْرَبِينَ. وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ. فَاِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ اِنِّى بَرِىءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ. وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ. اَلَّذِى يَرَيكَ حِينَ تَقُومُ.

“Önce en yakın akrabânı inzâr et! (Âhiret azâbıyla uyar.) Sana tâbî olan mü’minlere (merhamet) kanadını indir! Şâyet Sana karşı gelirlerse: «Muhakkak ki ben, sizin yaptıklarınızdan berîyim!» de! Sen, O mutlak gâlip ve sonsuz merhamet sâhibine tevekkül et! O ki, kalktığın zaman Sen’i görüyor!” (eş-Şuarâ, 214-218)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açık dâvete başladığında emr-i ilâhî mûcibince ilk önce ya­kın akrabâlarını dâvet etti. Onlara ikramda bulundu. Sonra şöyle hitâb etti:

“–Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Siz benden bâzı mûcizeler de gördünüz. Hanginiz benim kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”

Bu sözlere kimse ehemmiyet vermedi. Herkes sustu. O sıralar henüz bir çocuk olan, ancak îman kâfilesinin ilklerinden olma şerefine ermiş bulunan Hazret-i Ali ayağa kalktı ve:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana ben yardımcı olurum!” dedi.

Oradakilerin küçümseyen ve hattâ alaya alan bakışları arasında, Allâh Rasûlü’nün cihânı aydınlatan mütebessim nazarları Hazret-i Ali’ye yöneldi ve âşıklarının bir defâ olsun öpebilmeye hasret olduğu mübârek elleriyle onun başını okşadı.[1]

Akrabâları ilk anda kabûle yanaşmasalar da Allâh Rasûlü’nün azmi kırılmadı. Çünkü O’na Allâh Teâlâ buyuruyordu ki:

يس وَالْقُرْاَنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

“Yâ-sîn. Hikmet dolu Kur’ân hakkı için, şüphesiz ki Sen, peygamberlerdensin! Dosdoğru yol üzerindesin!” (Yâ-sîn, 1-4)

وَاَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللهِ شَهِيدًا

“…Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şâhit olarak da Allâh yeter!” (en-Nisâ, 79)

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

“Biz Sen’i bütün insanlara, ancak müjdeleyici ve inzâr edici olarak gönderdik; fakat in­sanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

قُلْ يَااَيُّهَا النَّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِى لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ

“De ki: «Ey insanlar! Muhakkak ki ben, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim!..” (el-A’râf, 158)

Âyet-i kerîmelerde de beyân edildiği gibi, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa gönderilmiş bulunuyordu. Bunu bir hadîs-i şerîflerinde kendileri şöyle ifâde buyururlar:

“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:

  1. Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
  2. Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
  3. Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganîmet, bana helâl kılındı.
  4. Şefaat izni verildi.
  5. Benden önceki peygamberler, sâdece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)[2]

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açık olarak yaptığı ilk dâvette, o sırada bir çocuk olan Hazret-i Ali’nin dışında akrabâlarından hüsn-i kabûl görmedi.

Bir müddet sonra akrabâlarını evine tekrar dâvet etti. İzzet ü ikramdan sonra onlara şöyle buyurdu:

“…Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi Araplar içinde dünyâ ve âhiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum.

Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz bu hususta daha önce görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da görmüş bulunuyorsunuz. Bu vazîfemde bana yardımcı ve kardeş olmayı, böylece cenneti kazanmayı hanginiz kabûl eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”

Server-i Âlem Efendimiz’in bu dâvetine de akrabâlarından kimse icâbet etmediği gibi üstelik gülüşerek alay ettiler. Bir müddet sonra da dağılıp gittiler. (Ahmed, I, 159; İbn-i Sa’d, I, 187; Heysemî, VIII, 302; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 63; Belâzurî, I, 119; Halebî, I, 283)

İnsanın içinde bulunduğu akrabâ çevresi, onun anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabûl ederler. Bir de dâveti kabûl edenlerin akrabâları hesâba katıldığında, İslâm’ın cemiyete bu yolla daha kısa bir zamanda ulaşabileceği âşikârdır. Şâyet dâvetçinin akrabâları kendisine inanıp onu desteklemezlerse diğer muhâtapların îman ve îtimâd etmesi daha zor olur. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, emr-i ilâhîye de ittibâ ederek teblîğ faâliyetine yakın akrabâlarından başlamıştır.

Diğer taraftan, peygamberlerin teblîğ vazîfesinde muvaffak olabilmeleri husûsunda, yakınlarından görecekleri destek ve yardımların büyük ehemmiyeti bulunmaktadır. Nitekim bu hakîkat, geçmiş peygamberlerden misâllerle Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmektedir:

قَالُوا يَاشُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ وَاِنَّا لَنَرَيكَ فِينَا ضَعِيفًا وَلَوْلاَ رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ

“Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu Sen’i aramızda zayıf görüyoruz. Eğer akrabâların olmasaydı Sen’i taşlardık!” (Hûd, 91)

Hazret-i Lût -aleyhisselâm- da kavminin sapıklıkları karşısında çâresiz kaldığında, kendisine destek verecek yakınlarının bulunmamasından mahzûn olarak şöyle demişti:

لَوْ اَنَّ لِى بِكُمْ قُوَّةً اَوْ آوِى اِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ

“…Keşke benim size karşı (koyacak) bir kuvvetim olsaydı veya güçlü bir yere sığınabilseydim.” (Hûd, 80)

İslâm, akrabâları koruyup kollamaya ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Bu sebeple kişi, insanların îman nîmetiyle şereflenmesini arzu ediyorsa, her şeyden önce kendi âilesini ve akrabâlarını düşünmelidir.

Nitekim Allâh -azze ve celle- şöyle buyurmuştur:

وَاُولوُا اْلاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلَى بِبَعْضٍ فِى كِتَابِ اللهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ

“…Akrabâlar da Allâh’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır…” (el-Ahzâb, 6)


[1] Ahmed, I, 111, 159; Heysemî, VIII, 302-303.

[2] Diğer bir rivâyette Allâh Rasûlü üç husûsa daha işâret buyururlar:

“1. Bana cevâmiu’l-kelim olma (az sözle pek çok mânâlar ifâde edebilme) husûsiyeti bahşedildi.

  1. Peygamberlik benimle sona erdi ve mühürlendi, benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
  2. Uyuduğum bir esnâda bana yeryüzü hazînelerinin anahtarları getirildi ve önüme kondu.” (Müslim, Mesâcid, 5, 6)

HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFÂ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 1 [Mekke Devri] | İÇİNDEKİLER