Hazreti Mevlana Diyor ki; “Edeb Bedendeki Ruh Gibidir”

2002 – Agustos, Sayı: 198, Sayfa: 032

Hak Dostlarından Nasîhatler -II-

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.”(Yûnus, 62)

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Mesnevî’sinde Hak dostlarının nasî­hatlerine gönül verilmesi husûsunda şöyle îkazda bulunur:

“Allâh; nebîleri ve velîleri âlemlere rahmet olarak dünyaya göndermiştir. Bu yüzden halka bıkmadan, usanmadan nasihatte bulunurlar. Bu nasihatleri dinlemeyip kabul etmeyenler için de; “Yâ Rabbi! Sen bunlara acı, rah­met kapısını bunlara kapatma!” diye yalvarırlar.

Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!

Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacala­rından sıyrılmış, ken­dini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın!

Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fır­sat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın.”

*

Abdülkâdir Geylânî (d. 1077, v. 1166) -kuddise sirruh-’tan:

Ey oğul! Sana takvâ gerek. Bu sebeple takvânın îcablarını îfâya gayret et ki; kalbin iç düşmanlıklardan ve çirkin huylardan kurtulsun. Hayırla istikâmetlensin.

Ey oğul! Dünyâlık toplarken, gece odun toplayan fakat eline ne geldiğini bilmeyen kişi gibi olma. Eline geçen dünyâlığın helâl mi haram mı, meşrû mu yoksa gayr-i meşrû mu olduğuna dikkat et. Bütün fiillerinde tevhîd ve takvâ güneşi ile berâber ol.

Ey oğul! Kur’ân ile amel etmek seni Kur’ân’ın mevkiine yükseltir; oraya oturtur. Sünnet ile amel etmek ise, seni Allâh’ın Resûlü’ne yaklaştırır. Rasûlullâh’ın kalbî ve mânevî himmetiyle, Allâh dostlarının kalbleri çevresinden bir an dahî ayrılmazsın. Allâh dostlarının kalblerini güzelleştiren odur.

Ey oğul! Haram yemek kalbini öldürür. Helâl yemek ise ihyâ eder. Lokma vardır seni dünya ile; lokma vardır seni âhiretle meşgul eder. Yine lokma vardır, seni dünyâ ve âhiretin Yaratanı’na rağbet ettirir.

Ey oğul! Nefsinle cihâd husûsunda sana yardım edenle arkadaş ol. Onun sohbetlerinde bulun. Nefsinin azmasına yardım edenle arkadaş olma. Önce kendi nefsinle meşgûl ol, kendi nefsine faydalı ol ve kendi nefsini düzelt. Sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı hâlde kendini eritip bitiren mum gibi olma. Ey Allâh yolunda güzel ameller işlemek isteyen kişi! İhlâslı olmalısın. Aksi hâlde, boşuna yorulmuş olursun.

İnsanları irşâd etmek, lafla değil, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyâkla gerçekleşir. Yine bütün bunlar; halvet, ibâdet, zikir, riyâzât ve murâkabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve zâhirî gösterişten öteye geçmeyen ve rûha asla işlemeyen bir takım davranışlarla elde edilecek netîceler değildir. Bu sebeple, Allâh yolunun yolcusunun dili ile kalbi, içi ile dışı, sözü ile özü bir olmalı ve aynı şeyi terennüm etmelidir.

*

Ahmed er-Rifâî (d. 1118, v. 1182) -kuddise sirruh-’tan:

Efendiler! Evliyâullâh’a yakınlık peydâ etmeye çalışın. Çünkü Allâh’ın velîsini seven, Allâh’ı sevmiş; O’na düşmanlık eden, Allâh’a düşmanlık etmiş olur.

Zikre devam ediniz. Çünkü zikir, vuslat-ı ilâhî için bir mıknatıs, kurb-i ilâhî için sağlam bir iptir. Zikrullâha devam edenler, Allâh ile hoştur. Allâh ile hoş olan, O’na kavuşmuştur. Zikrin kalbe yerleşmesi sohbetin bereketiyle mümkün olur. Çünkü kişi dostunun yolundadır.

Tefekkür, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ilk amelidir. Nitekim bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti Allâh’ın mahlûkatını ve nimetlerini düşünmekten ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve ibret vesîlesi yapın.

Dikkat edin! Elek gibi, unun incesini döküp, kepeğini kendinize koymayın. Sakın ağzınızdan hikmet dökülürken kalblerinizde hîle ve fesâd olmasın. Yoksa, “İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?” (el-Bakara, 44) âyetince hesâba çekilirsiniz.

Kalplerinizi tertemiz yapınız, çünkü kalp temizliği üst-baş temizliğinden daha önemlidir. Zaten Allâh-u Teâlâ elbiseye değil, kalplere nazâr eder. İstikâmet hudûdunu gözetip Allâh’tan başkasını taleb ve ihtiyâr etmeyin.

Efendiler! Tevâzû ve sükûnetle kapıyı çalana kapı açılır. İçeriye kabul edilir. Boynu bükük olarak içeriye giren izzetle ağırlanır.

*

Muhyiddîn ibnü’l-Arabî (d. 1165, v. 1240) -kuddise sirruh-’tan:

Kalbini Allâh’ın zikrine alıştırırsan, mutlaka kalbin zikrin vereceği nûrla nûrlanır. O nûr, kalb gözünün açılmasını sağlar.

Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhametini bütün canlılara bolca saç. Şöyle deme: “Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.” Evet onların faydası ve bir çok da hayrı vardır. Yaratılmışı kendi hâline bırak ve ona, yaratıcının merhametiyle merhamet et.

İsteyeni boş çevirme, güzel bir sözle dahî olsa onun gönlünü al, güler yüz göster. İleride Allâh’a mülâki olacağını düşün.

Dünyâlık için Allâh’tan başkası seni kul edinmesin. Çünkü sen, ancak seni kul olarak kabul eden Allâh’ın kulusun.

Allâh’ın mümin kullarına selâm vermek, yemek yedirmek, işlerini görmek sûretiyle muhabbet göstermelisin. Şunu iyi bil ki, müminlerin tümü, tek bir insan, tek bir vücûd gibidir.

Kendini cemâate alıştır. Allâh korkusundan ağlamaya çalış. Allâh’ın ipine sarıl. Allâh’ın sevip hoşnut olacağı şeylere rağbet göster.

*

Hazret-i Mevlânâ (d. 1207, v. 1273) -kuddise sirruh-’tan:

Efendi, bilmiş ol ki edeb, insanın bedenindeki rûh gibidir. Aslında edeb, Allâh dostlarının gözü ve gönül nûrudur.Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç gör ki, şeytanın kâtili edebdir.

Gözünü aç da, baştan başa Allâh kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e bak! Kur’ân’ın bütün âyetleri edeb tâlim eder, edeb öğretir.

Sen varını, yoğunu, malını, mülkünü ver de bir gönül al. Al da, o gönül, mezarda, o kapkara gecede, sana ışık versin, nûr versin…

Hak dostu olan bir insan ile bir an beraber bulunmak, bir ömre bedeldir. Ondan düşen bir kıl ise kıymetli bir madene bedeldir. Fakat Hak dostlarının zıddı olan öyle katı kalbli insanlar da vardır ki, onlarla bir arada bulunmak ve konuşmak şöyle dursun, onları görmemek ve onlardan uzak olmak cihân mülküne bedeldir.

Gönlüme dedim ki: “Önde olmaya heves etme, lütûf merhemi ol. İnciten diken olma, kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan, kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma. Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.

*

İbrâhim Desûkî (v. 1277) -kuddise sirruh-’tan:

Oğlum! Sana gereken odur ki, evliyâ zümresinin duâsını alasın. Teberrüken onların himmetine nâil olmayı arzulayasın.

Ey Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup ezberleyen kimse!.. Onu okuyup ezberlediğin için fazla övünme… Hâline bir bak: Onun gereği ile amel ediyor musun? Yoksa etmiyor musun?

Ey oğlum! Cedel, nakil, yaldızlı sözler gibi faydasız şeylerle meşgûliyeti bırakarak sükût ehli ol. İhlâsı seç, bu yolda sâlih amel işle nefsine uyma.

O kimse ile otur kalk ki, şerîati ve hakîkati özünde toplamış ola. Şunu unutma ki, bu yolda sana en çok yardımı dokunan kişiler, bu gibi insanlar olacaktır.

Oğlum! İsterim ki, dâimâ sünnetle amel edesin… Bu yolda lüzûmlu olan edeb esâsına da riâyet edesin.

Cesur olmalısın. Gölgesinden bile ürken korkaklardan olmamalısın. Herhangi bir sıkıntı, ilk anda seni yere sermemeli.

Mevlânın sevgisi ile dol; hattâ onunla vecd hâlinde ol.

Evladlarım! Gıybet etmek için birini ararsanız; babanızın, ananızın gıybetini ediniz. Çünkü onlar; iyiliklerinizi almaya, diğerlerinden daha lâyıktır.

Allâh Teâlâ bir gün ve gecede yetmiş iki kere kullarının kalbine nazar eder. O hâlde, kalbinizi temiz tutunuz, güzel ve parlak kılınız. Çünkü orası, Rabbinizin nazargâhıdır.

Ey kardeşim! Sakın kendi başına bir şey yaptım zannetme. Bil ki; oruç tuttuğunda onu sana Allâh tutturmuş, namaz kıldığında onu sana Allâh kıldırmış, bir iş yaptığında onu sana Allâh yaptırmıştır. Takvâ derecesine ulaşmışsan Allâh seni ulaştırmış, maddî-manevî bir şeye mazhar olmuşsan Allâh seni mazhar kılmıştır.

Ey oğulcuğum! İnsanların ve cinlerin ameli kadar amelin olsa bile “ben” demekten sakın! Zîra Allâh, “ben” iddiasında bulunanları acziyet içerisinde bırakır. Benlik davasında isen maddî ve manevî derecen düşer, bunu unutma!

*

Bahâüddîn Nakşibend (d. 1318, v. 1389) -kuddise sirruh-’tan:

Bizim yolumuz, Allâh Teâlâ’nın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve ashâb-ı kirâma tâbî olmaktır. Bu sebeple yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir.

Yolumuz, sohbet ve muhabbet yoludur. Sahabe-i kirâmın yolunun sohbet olduğu gibi… Hayır ve bereket, beraberliktedir; beraberlik de sohbetle olur. Yalnızlığa (inzivâya) çekilmekte şöhret tehlikesi de olabilir. Şöhret ise âfettir.

Bizim yolumuzda olan kimselerin şu üç şeye dikkat etmesi gerekir:

Birincisi; Allâh Teâlâ’ya karşı edebdir. Yani zâhiri ve bâtını ile tamamen kulluk içinde olmalı, Allâh Teâlâ’nın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmalı, Allâh Teâlâ’dan başka her şeyi gönülden çıkarmalı ve nîmetleri Allâh yolunda seferber etmelidir.

İkincisi; Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e karşı edebtir. Bu da; ibâdet, muâmelât ve bütün davranışlarda muhabbetle O’na uymaktır.

Üçüncüsü; seni irşâd eden Hak dostuna karşı edebdir.

Yenilecek bir gıdâ, bir yiyecek, her ne olursa olsun gafletle, öfke ile veya istemeyerek hazırlanmış ve tedârik edilmişse, onda hayır ve bereket yoktur. Zîrâ ona nefis ve şeytan yol bulmuştur. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka feyiz ve huzurunu bozacak bir netice meydana gelir. Gaflete dalmadan yapılan ve Allâh Teâlâ’yı düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede harama, şüpheli şeylere ve kul haklarına dikkat etmemeleridir. Her ne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû ve huzur hâlinde bulunmak, zevkle ve gözyaşı dökerek namaz kılabilmek; helâl lokma yemeye ve yemeği Allâh Teâlâ’yı hatırlayarak pişirip O’nun huzurunda imiş gibi yemeye bağlıdır. Vücûdu haram lokma ile beslenmiş olan bir kimse, namazdan bir neşve duyamaz.

Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

“Namaz, müminin mîrâcıdır.” (Süyûtî, Şerhu İbn-i Mâce, I, 313) ifâdesinde hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allâh Teâlâ’nın azametini, yüceliğini düşünerek, huşû ve huzur hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini istiğrak, yâni kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu hâlin zirvesi, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dedir.

“Lâ ilâhe illallâh” kelimesini söylemenin hakîkati, Allâh Teâlâ’dan başka ne varsa hiçbirini kalbde put hâline getirmemektir. İslâm dîninin hükümlerini îfâ etmek, yâni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak; haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terk etmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktarınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Velâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenâb-ı Hakk’ın feyzi her an gelmektedir.

*

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (v. 1826) -kuddise sirruh-’tan:

Sana Allâh’a tâati ve takvâ üzere bulunmanı, nerede olursan ol, insanlara ezâ ve cefâ vermemeni, özellikle Harameyn-i Şerîfeyn’de daha fazla titiz davranmanı tavsiye ederim.

Gıybetini yapsalar dahî sen kimsenin gıybetini yapma. Hiç kimsenin dünya malından bir şey alma. Şerîatın alınmasını helal kıldığını al ve onu hayır yollarda harca. Mümin kardeşlerin aç ve yoksul durumda bulunurken, şehvetin için harcama yaparak lezzetlenme. Kesinlikle yalan söyleme. Hiç kimseyi hakîr görme. Hiç kimseden nefsinin üstün olduğunu düşünme. Kalbî ve bedenî ibâdetlerde tüm kuvvetini sarfet. Bunun yanında nefsine “Hiçbir zaman makbul olacak hayır işlemedim.” düşüncesini kabul ettir. Çünkü ibâdetlerin ruhu niyettir. Niyet ise ancak ihlâs ile mümkündür. Senden daha büyük olanlara ihlâs gerekirse sana nasıl gerekmesin. Allâh Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allâh katında makbûl ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.

Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma.

*

Velîlerin nazarında günahkâr insan, yaralı bir kuş gibidir. Ona fayda verecek olan, öfke, şiddet ve kabalık değil; şefkat ve merhametle dolu nasîhattir. Zîrâ maksat ıslahtır; cezâlandırmak değildir. Bu sebeple Hak dostlarının îkâz ve öğütte bulunurken taşıdıkları hissiyât, hastahânede hastaların arasında dolaşan müşfik bir doktorun şifâ tezvî ederken sâhip olduğu hâlet-i rûhiyeye benzer. Lâkin bu gönül doktorlarının hastalara şefkatle tedâvî çâreleri sunmaları, bir kalbî eğitim ve öğretim netîcesindedir. Bu eğitimin özü, mânevî terbiyedir. Mânevî hastalıklar karşısında bizler de eğitime muhtâcız. Bu da ancak Hak dostlarının himmet, îkâz ve nasîhatlerinden hisse alıp intibâha gelmekle gerçekleşebilir.

Nitekim eşsiz bir cihangir olan Yavuz Sultan Selîm Hân, sâhip bulunduğu ihtişama, güce ve cihâna yön veren dirâyetine rağmen, dâimâ nefs engelini aşamamanın dehşeti içindeydi. Lalası Hasan Can’a; dünyevî zaferler netîcesinde nefsine mağlûb olabileceği ve rûhânî hayatının zedelenebileceği endişesi içinde, bir Hak dostunun irşâdına olan ihtiyacını, şu mısralarıyla ne güzel ifâde eder:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…

Ashâb-ı Kiram, îmân edip Rasûlullâh’a biat ederlerken birbirlerine nasihat etmeyi taahhüd ederlerdi. Nasîhatin ehemmiyeti bakımından Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem:

“Dîn nasîhattir, din nasîhattir, din nasîhattir!” (Bu­hâ­rî, Îmân, 42) buyurmuştur.

Ey Rabbimiz! Hak dostlarının gönüllerindeki muhabbet ateşinden bizlere de bir kıvılcım lutfeyle! Mânevî himmetleriyle perverde olduğumuz Hak dost­larının feyizli îkâz, irşad ve nasîhatleriyle istikâmetlenmemizi nasîb eyle!..

Âmin!..