Hazret-i Mevlânâ (rahmetullâhi aleyh) -3-

Hak Dostlarından Hikmetler

2017 – Nisan, Sayı: 374, Sayfa: 032

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Sen katı bir taş olsan, mermer kesilsen bile; bir gönül sahibine ulaştın mı inci olursun.”

[Nasıl ki “simya” ilmi, değersiz maddelerden değerli cevherler îmâl etmeyi hedeflerse, peygamberler ve onların vârisi durumundaki takvâ ehli âlim ve ârif zâtlar da -tâbiri câizse- gönül simyâsına vâkıftırlar. Onların gönül dergâhına muhabbet ve teslîmiyetle yüz süren nice ham ruhlar, mânevî terbiye ve irşad bereketiyle, birer insan-ı kâmil olmuşlardır.

Bunun en bâriz misâli, asr-ı saâdettir. Câhiliye devrinin, insanlığa vedâ etmiş o yarı vahşî toplumu, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nebevî terbiyesine mazhar olunca, zirve şahsiyetler hâline gelmiştir.

Nasıl ki mâhir bir bahçıvanın bakıp emek verdiği nice dikenlik yer, bir müddet sonra, ruhlara ferahlık veren hoş bir gülistan olursa; Peygamber Efendimiz’in teşrîfiyle de, kan gölü hâlindeki çöller birer huzur vâhasına döndü. O’nun gül yüzünün tebessümü, nice çorak gönülleri yeşertti, rahmet çiçekleriyle bezedi. Şirk ve küfrün karanlığında âdeta kömürleşmiş kalpler, O’nun tebliğ ve irşâdı bereketiyle, mücellâ pırlantalar hâline geldi. Kıyâmete kadar fazîlet semâsında parıldayıp insanlığa yol gösterecek yıldız şahsiyetler yetişti.

Cehâlet ve zulümleri sebebiyle insanlıkta âdeta Hint Okyanusu’nun dibine düşmüş bir toplum, Allah Rasûlü’nün kalbî dokusundan hisseler alınca; merhamet, cömertlik, fedakârlık ve Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakışta, âdeta Everest Tepesi’nin zirvesine tırmandı.

Annesinin yüreğinden kopararak kız çocuğunu diri diri gömmeye götüren vahşî ve merhametsiz insan tipi eriyip kayboldu, yerine; gözü yaşlı, duygulu, diğergâm, fedâkar, ince ruhlu ve hassas gönüllü bir şefkat meleği geldi.

İslâm’dan önceki katı yürekli Ömer, İslâm’dan sonra rakik kalpli Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- oldu. “Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesâba çekmesinden korkarım.”[1] diyecek kadar ulvî bir mes’ûliyet duygusuna ve diğergâmlık ufkuna ulaştı.

Hidâyetinden evvel, âdeta kan içen, canavar ruhlu bir vahşet adamı olan Habeşli Vahşî, hidâyetle şereflenip Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve irşâdına teslim olunca; gözü yaşlı, yufka yürekli, derin düşünceli bir sahâbî oldu.

Onlar gibi daha niceleri, hidâyetlerinden önce pek çok kötü vasfın pençesinde, mânen ölü hâlde idiler. Fakat onlar da aynı hidâyet menbaının âb-ı hayatını yudumlamak sûretiyle, ebedî bir diriliğe kavuştular. Gönüller; yorgun sînelerin huzur ve tesellî bulduğu bir rahmet dergâhı oldu. Kalpler; dul, yetim ve kimsesizler için şefkat ve merhamet dolu bir sığınak ve barınak oldu.

Gönüllerde meydana gelen bu muhteşem ıslahat ve inkişaf sebebiyle, İslâm fıkhının en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî şu tespitte bulunmuştur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, (yetiştirmiş olduğu) ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[2]

Nitekim Cenâb-ı Hak da, sahâbe-i kirâmı bizlere “örnek nesil” olarak takdim ediyor. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)

Bizler, Peygamber Efendimiz’in 1400 sene sonra gelen ümmetiyiz. Bugün artık “sahâbî” olma imkânımız bulunmuyor. Fakat âyette zikredilen, “Muhâcirler ve Ensâr’a güzelce tâbî olan ihsan sahipleri”nden olma imkânı, bütün ümmet-i Muhammed için kıyâmete kadar bâkīdir.

Şayet bizler de Muhâcir Efendilerimiz gibi bâtıldan hakka, şerden hayra, günahtan sevâba, hodgâmlıktan diğergâmlığa, bencillikten fedakârlığa hicret edebilirsek;

Ensâr Efendilerimiz gibi Allâh’ın dînine hizmet için bütün gücümüzü seferber edip mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle her türlü imkânımızı cömertçe paylaşabilirsek;

İşte o zaman bizler de ashâb-ı kirâmın izini güzelce takip eden ve onların açtığı o güzel yolu devam ettiren, ihsân ehli mü’minlerden oluruz -inşâallah-.

Unutmayalım ki ashâb-ı kirâm, nasıl Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrisi önünde diz çökmüş talebeleriyse, bizler de ashâbın muhâtap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere 14 asır sonra muhâtap olan, Allah Rasûlü’nün âhir zamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.

Aradan geçen zaman ne kadar uzun olursa olsun, Peygamber Efendimiz’e yakınlık -tıpkı Allah katında üstünlük hususunda olduğu gibi- sadece “takvâ” sırrına bağlıdır.

Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu hakîkati beyan sadedinde:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olurlarsa olsunlar, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyuruyor. (Ahmed, V, 235; Heysemî, IX, 22)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de kendisine yakınlığın ölçüsünü şöyle ifâde buyuruyor:

“Şüphesiz benim asıl dostlarım, müttakîlerdir.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242)

Ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûlü’ne yakınlık şerefine mazhar olabilmek için, ilâhî ve nebevî tâlimatları nasıl idrâk edip hayatlarına tatbik etmişlerse, aynı tâlimatların bugünkü muhâtapları olan bizler de, aynı gayreti sergilemekle mükellefiz.

Ashâb-ı kirâm nasıl bir fazîletler medeniyeti inşâ ettiyse, bugün bizim de kendimizi onlarla kıyaslamamız ve gayret-i dîniyyemizi artırmamız îcâb ediyor. Zira her medeniyet, kendi insan tipini yetiştirir. Bizler de asr-ı saâdette temelleri atılan ve 14 asırdır devam edegelen fazîletler medeniyetinin, bugünkü temsilcileri durumundayız. Bu medeniyeti yaşayıp yaşatmak ve gelecek nesillere bütün ihtişâmıyla intikâl ettirmek zorundayız.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

O hâlde düşünelim:

  • Bizler bu bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilmek için bugün ne kadar gayret gösterebiliyoruz?
  • Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rahmet Peygamberi’ne ne kadar “hayırlı ümmet” olabiliyoruz?
  • Hâlimiz ne derece “rahmet ümmeti” manzarası sergiliyor?
  • Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “özledim” buyurduğu âhir zamandaki kardeşlerinden olabilme idealine yaraşır bir istikâmetimiz var mı?
  • Hayat yolculuğumuzda Allah Rasûlü’nün ve ashâb-ı kirâmın kutlu izlerini nereye kadar tâkip edebiliyoruz? Yoksa dünyevî ve nefsânî arzularımız, bizi onların izinden ayırıp çıkmaz sokaklara mı çekip götürüyor?
  • Kendimize Allah Rasûlü ve ashâbını ölçü almak yerine, toplumdaki gâfillerle hâlimizi kıyaslayıp boş tesellîlerle mi avunuyoruz?
  • Ashâb-ı kirâm, evlâtlarını nasıl yetiştiriyordu? Nasıl bir tâbiîn nesli yetiştirmişlerdi? Bizler, evlâtlarımızın mânevî terbiyesiyle ne kadar alâkadar oluyoruz? Yavrularımıza ne kadar sahibiz? Onları televizyonun, internetin, medyanın, kötü arkadaş çevresinin menfî tesirlerinden ne kadar koruyabiliyoruz?

Şunu aslâ unutmayalım ki; Peygamber Efendimiz’in gönderildiği zamanın câhiliyesi ile bugünkü câhiliye arasında, ilâhî imtihanların özü bakımından hiçbir fark yok. Nasıl ki o zamanlar kuvvetliler zayıfları acımasızca eziyor, haksızlık yapan güçlüler dâimâ haklı sayılıyor ve daha nice cürümler pervâsızca işleniyorsa, bunların emsalleri -maalesef- günümüz dünyasında da yaşanıyor.

O asırda mâsum kız çocukları, namusuna halel gelir de ailesinin şerefine leke sürer düşüncesiyle, yahut rızık endişesiyle, analarının yüreklerinden sökülüp diri diri toprağa gömülüyordu. Bugünkü modern câhiliye insanı ise, kürtaj kasaplarına, henüz gün yüzü görmemiş bebekleri ana karnında parçalatarak, bu cürmün daha beterini irtikâb ediyor.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor.

Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.

Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:

Allâh’ın verdiği canı almaya senin ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacak. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacak…

Velhâsıl, hangi asırda olursa olsun, ilâhî ölçülerle terbiye olmamış bir insan, âyet-i kerîmedeki ifâdesiyle “zalûm ve cehûl” yani çok zâlim ve çok câhildir.[3] Allah ve Rasûlü’nden uzak yaşanan her asır, esâsen bir câhiliye asrıdır. İlâhî ve nebevî beyanlarla ıslah olmamış her asrın vahşetleri, birbirine denktir…

Zira zamanın, mekânın, hayat şartlarının ve dekorların değişmiş olması, insan tabiatını değiştirmiyor. Bugün haz ve hız odaklı yaşayan modern câhiliye insanıyla, 14 asır önceki bedevî câhiliye insanı arasında bir gardırop farkından başka ne var?

Bütün bu hakîkatler çerçevesinde diyebiliriz ki:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nasıl ki geçmişte azgın bir câhiliye toplumunun ıslâhına vesîle oldu ve onu asr-ı saâdet toplumuna dönüştürdü ise, bugün de insanlığı huzura erdirip kurtaracak olan, yine O’nun rahmet nefesidir.

Dolayısıyla dün ve bugün insanlık nasıl O’na muhtaç olduysa, kıyâmete kadar da O’na muhtaç olacaktır. Nitekim O’nun hayat veren ölçüleri, sadece kendi asrına değil, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara ve nesillere yegâne huzur reçetesidir.

Zira; mâzî, hâl ve istikbâlin birleştiği Mîrac Gecesi’nde, O’na Cennet ve Cehennem seyrettirilmiştir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kıyâmete kadar ümmetinin başına gelecek her hâl ve imtihanı görmüş, bunlardan pek çoğunu da “fiten hadisleri”nde sahne sahne haber vermiştir.

Hâl böyleyken, günümüzde adına “târihselci” denilen sapkın bir güruh, İki Cihan Serveri Efendimiz’in tâlimatlarını, sadece mîlâdî yedinci asrın dar hudutlarına hapsetme küstahlığını göstermektedir. Birçok ahkâm âyetinin -hâşâ- zamanının geçtiğini, bugünün şartlarına uymadığını iddiâ etmektedir. Bu meyanda meselâ Kur’ân’ın mîras hukukunu değiştirmeye çabalamaktadır. Böylece bazı ilâhî hükümleri âdeta tedâvülden kaldırma gayretkeşliğini sergilemektedir.

Bir başka sapkın güruh ise; “Bugün Rasûlullah gelse, elini ayağını öperiz, fakat zaman bizim zamanımızdır, biz kendi metotlarımızdan dönmeyiz.” diyerek, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i -hâşâ- emekliye ayırmış olmaktadır.

Şüphesiz ki, hükmü kıyamete kadar cârî olan İslâm, bu din tahrifçilerinin hezeyanlarından münezzehtir. Allah indinde yegâne hak ve mükemmel din, İslâm’dır.

Bu nevî sapkınlar ise, dinde fitne çıkararak, zaten paramparça hâldeki ümmetin gönül dünyalarını ve îtikadlarını da bulandırmaya çabalayan fesat ehlidir. Müslümanlar olarak kendimizi ve nesillerimizi, bu nevî fitnelerden muhafaza hususunda da son derece dikkatli ve basîretli davranmalıyız.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, çok sevdiği sahâbîlerinden Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anh-’a ve onun şahsında kıyamete kadar gelecek bütün ümmetine şu îkazda bulunmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o, senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine çok dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, istikâmetten sapanlardan alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, s. 121)]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Bu can bu tende oldukça, Hazret-i Kur’ân’a kulum-köleyim; Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek yolunun toprağıyım. Birisi sözlerimden, (buna muhâlif) başka bir söz naklederse, o kişiden de bîzârım, o sözden de…”

[Mevlânâ Hazretleri bu sözleriyle, Allâh’ın kelâmına olan mutlak bağlılığını ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e duyduğu engin muhabbet ve itaatini ifade ediyor.

Hazret-i Peygamber’in yolunun tozu-toprağı olmanın ve o yola baş koymanın mânâsı, bir ömür Efendimiz’e aşk ile bağlı kalmak ve her hususta O’nun sünnetine tâbî olmak demektir.

Yani bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. Üstelik o, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığı aşk ve vecd içinde yaşayan bir mânâ sultânıdır. Zira Hak dostları, Peygamber Efendimiz’in yolunun tozu-toprağı olanların ind-i ilâhîde gerçek sultanlar olduğunu idrâk etmiş büyük şahsiyetlerdir.

Lâkin birçok hakîkat yolcusu gibi Hazret-i Mevlânâ da kendisini ve sözlerini yanlış anlayan veya çarpıtarak aktaran gâfillerden bîzâr olmuş ve bu ifadeleri beyan ederek, âdeta kendisiyle ilgili bir “mânevî kimlik” tescilinde bulunmuştur.

Nitekim bugün de Hazret-i Mevlânâ’nın, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir mü’min olduğunun aksini iddiâ ederek, onu farklı inanç veya felsefelerin safında göstermek emelinde olan gâfiller yok değildir.

Günümüzde -maalesef- kasten veya gâfilâne bir sûrette; mânevî köklerinden koparılmış, feyz ve rûhâniyeti bertaraf edilmiş ve daha ziyâde nefsâniyet plânına çekilmiş, yanlış bir Mevlânâ ve Mevlevîlik anlayışı, kimi çevreler tarafından, zihinlere ve gönüllere empoze edilmektedir.

Bunlar; Hazret-i Mevlânâ’yı, Mevlevîliği, hattâ umûmî mânâda tasavvufu, Kur’ân ve Sünnet’in gönül vecdiyle ve takvâ hassâsiyetiyle yaşanması olarak değil de, kendi görmek istedikleri gibi yansıtmaya çalışmaktadırlar. Yani kendi dünya görüşlerine payanda yapmak için, bu büyük değerleri istismâr etmektedirler.

Meselâ Mesnevî’de insan-ı kâmili temsil eden “ney”, bunlar nazarında bir orkestra enstrümanından ibarettir. Yine Mevlevîliğin derûnî anlayışında mühim bir yeri bulunan ve esâsen bir zikir meclisi olan “semâ” ise folklorik bir raks hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, insanlığa Kur’ân’ın ulvî istikâmetini gösteren bir mâneviyat ve hidâyet rehberidir. Onun kıyâmete kadar bütün bir beşeriyete yaptığı davetin özü; îmânın gönüllerde bir lezzet hâline gelmesi, kalplerin Kur’ân’ın derûnundan ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dokusundan hisseler alabilmesidir.]

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği, murdarlıktan kurtuldu ve pâdişahlar sofrasında baş köşeye oturdu.

Zira o köpek, sadâkatle Ashâb-ı Kehf’in bekçiliğini tercih etti. Bunun için mağara kapısı önünde çanaksız-çömleksiz olarak rahmet-i ilâhiyye suyunu ârifler gibi içti.”

[Gönül ehli âlim ve ârif zâtlar, kalplerindeki aşk, vecd ve muhabbetlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrârın nûru, muhâtaplarına da akseder. Bu itibarla, sâlih zevât ile ünsiyet edip onlarla hemhâl olanlar, zaman içinde aynîleşir, sâlihleşirler.

Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen Ashâb-ı Kehf kıssası, bu hususta câlib-i dikkat bir misaldir. Kıtmîr, bir köpek olduğu hâlde o sâlih ve sâdık mü’minlere bekçilik ettiği için, kendisine onların güzel hâllerinden bir hisse in‘ikâs etmiştir. Onun da sâdıklarla beraberliği sebebiyle Cennet’e gireceği bildirilmiştir.[4]

Bir kelp, Hakk’ın sâlih ve sâdık kullarından ayrılmayıp onlara sadâkatle bekçilik etmesinden dolayı bu dereceye ulaşırsa, hakîkî bir mü’minin, Allah dostlarına muhabbet ve samîmiyetle bağlanarak nasıl terakkî edebileceğini tasavvur etmek gerekir.

Nitekim Cenâb-ı Hak da âyet-i kerîmede:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyurmuştur.

Buna mukâbil, fâsık ve zâlimlerle beraberliğin menfî tesirlerinden korunmamız için de bizleri şöyle îkaz buyurmuştur:

“Âyetlerimiz hakkında ileri-geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68)

“…Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka bir konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın! Yoksa siz de onlar gibi olursunuz! Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri Cehennem’de bir araya getirecektir.” (en-Nisâ, 140)

Yani Allâh’ın sâlih ve sâdık kullarının sohbet, dostluk ve beraberliğinden gönüllere müsbet tesirler; fâsık, kâfir ve münâfıklardan ise menfî tesirler sirâyet eder.

Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kişi arkadaşının dîni üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 45)

Dolayısıyla mü’min, kimlerin yanında, dostluğunda, safında ve tarafında yer aldığını, muhakkak îman perspektifinden değerlendirmek zorundadır.

Velhâsıl bizler de Peygamber Efendimiz’in ve O’nun vârisleri durumunda olan sâlih zâtların irşadlarına gönül verirsek, onlarla hâl, fikir ve fiil beraberliği üzere olursak, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[5] hadîs-i şerîfinin sırrına erer, âhirette sâlihler zümresine ilhâk edilenlerden oluruz inşâallah!..]

Cenâb-ı Hak ayaklarımızı sırât-ı müstakîm üzerinde sâbit kılsın. Hakkı hak bilip uymayı, bâtılı da bâtıl bilip sakınmayı, cümlemize nasîb eylesin. Bizleri, sevdiklerinin yolundan, izinden ayırmasın. Âhirette de sevdikleriyle birlikte haşreylesin.

Âmîn!..


Dipnotlar:

[1] Bkz. İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153.

[2] Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305.

[3] Bkz. el-Ahzâb, 72.

[4] Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 226.

[5] Buhârî, Edeb, 96.