Hâlimiz O’nun Hâline Benziyor mu? -1-

Ebedî Fecre

Yıl: 2007 Ay: Mayıs Sayı: 27

Sahâbe-i kiram, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in güzel hâlini tecellî ettiren birer mehtap idiler.

FARKLI BİR SÜKÛT…

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kalbi Allah sevgisi ile dolu olan Hazret-i Osman, hutbe okunacak yere oturdu, ikindi vakti yaklaşıncaya kadar, dudaklarını kapadı, sustu.”

“Halife’nin o uzun sükûtu sırasında kimsenin; «Haydi söyle!» demeye yahut mescitten dışarı çıkıp gitmeye gücü ve kuvveti yoktu.”

“Halkın bedevîsine de, cahiline de, âlimine de bir heybet düşmüştü. Mescidin içi de, damı da Allâh’ın nûru ile dolmuştu.”

“Gönül gözleri açık olanlar, o ilâhî nûru görüyorlardı. Bu görüşten mahrum olanlar da, o güneşin hararetini duyuyorlardı.”

Bu tecellî ve tesirin sebebi, Hazret-i Osman’ın üstün şahsiyeti, mânevî hâl ve makamıdır. Çünkü Hazret-i Osman’ın edebi, Hazret-i Peygamber’in edebiydi. Hâli, O’nun hâliydi. Ahlâkı, O’nun ahlâkıydı. Çünkü o Zinnûreyn, Hazret-i Peygamber’e bağlılık ve muhabbette kutup yıldızı gibiydi.

“BEN O’NUNLA TAVAF EDERİM!”

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ashâbı ile birlikte, henüz Mekke şehri müşriklerde iken umre niyetiyle yola çıkmıştı. Ancak müşrikler, O’nun ve ashâbının umre yapmasına izin vermediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, müşrikleri ikna için Hazret-i Osman’ı Mekke’ye gönderdi, kendileri ashâbıyla birlikte Hudeybiye mevkiinde bekledi.

Hazret-i Osman, Mekke’ye varıp umre niyetlerini müşriklere anlattıysa da onlar bu ziyarete râzı olmadılar. Hattâ Hazret-i Osman’ı göz hapsinde tuttular. O’na:

“–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavaf edebilirsin!..” dediler.

Ancak Hazret-i Peygamber’e bağlılık ve muhabbet kutbu olan Hazret-i Osman bu müsaadeyi kabul etmedi:

“–Hayır, Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavaf etmedikçe ben de edemem! Ben ancak O’nunla birlikte tavaf ederim.” dedi. Bu, Hazret-i Osman’ın Allah Rasûlü’ne olan sadâkat ve bağlılığının bir ifadesiydi. (Ahmed, IV, 324)

O sırada ashâb-ı kirâma Hazret-i Osman’ın öldürüldüğü haberi geldi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Mekkeli müşriklerin muharebeye kalkışmaları ihtimaline binaen mü’minlerden bey’at aldı. Mü’minler: «Allah Rasûlü’nün gönlünde ne varsa, bize ne emrederse O’na bey’at ediyoruz.» dediler. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübarek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bey’atin sonunda Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bir eliyle diğer elini tuttu ve:

“–Bu da Osman’ın bey’atidir!” buyurdu. Böylece Hazret-i Osman’a olan takdirini, memnuniyetini, muhabbet ve hoşnutluğunu sergiledi. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)

YÜCE HÂLİNDEN BİR NASİP

Hazret-i Osman, diğer sahâbe-i kiram gibi Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in güzel hâlinin tecellî ettiği tertemiz, nur ile dolu bir ayna gibiydi. Bir muhabbet hilâli idi. Bu sebepledir ki Hazret-i Osman’ın halifeliği döneminde hutbede sükût ile verdiği enerji, feyiz ve rûhâniyetin tesiri, konuşmaktan daha mânâlı ve kudretli olmuştu.

Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’nin yüksek hâllerinin ve ashâb-ı kirâmın yıldız misâli ahvâlinin sırrı da hep bu merkezde bir öze sahip oluşlarına bağlıdır. Çünkü onlar, her hâllerini Hazret-i Peygamber’in yüce hâline râm ettiler ve aklın idrak edemeyeceği yüceliklere nâil oldular. Bu hususta akılları bile ruh hâline geldi. Her biri hidayet kandili oldu.

Dolayısıyla îman ve hidayet yolunda en mühim mesele, hâlimizin Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yüce hâlinden nasib alabilmesidir. Çünkü îmanımızın, ahlâkımızın ve istikametimizin doğruluk ve güzelliği ancak bu nasib ile gerçekleşir.

Bu nasibe eren gönül, o ebediyet güneşinin hilâli olur. Bu nasibe nâil olan akıl, vahyin içinde idrak kesilir, yıldızlaşır. Ancak bu nasibe eremeyen gönül, gözsüz ve basiretsiz kuru bir taştan ibaret kalır. Nâil olamayan akıl, ahmaklık girdabında boğulur gider.

Hâsılı insan için îmanın da, irfanın da, yerlerin de, göklerin de, mîracın da, mârifetullah ve ilm-i ledünnînin de kapısı, ancak ve ancak Hazret-i Peygamber’in hâlinden nasib alabildiği nispette açılır.

Hâli, O’nun hâline benzemeyenlerin idraki, aklı ve gönlü sığ kalmaya mahkûmdur. O’nu anlayamayanların, O’nu inkâr edenlerin tamamı, hakikatte O’nun hâlinden nasipdar olamayan zavallılar olmuştur. Çünkü Ebû Cehil de O’na: «Sen Muhammedü’l-Emin’sin» diyordu. Fakat O’nun hâlinden bir nasip taşıyamadığı için îman etmedi.

Bu hakikati Hazret-i Mevlânâ ne güzel açıklar:

“Hazret-i Ahmed’in mübarek aklı kimseye gizli kalmadı. Herkes o mübareğin akıl ve irfan sahibi olduğunu biliyordu. Fakat vahyindeki rûhî, ilâhî bilgisini her idrak anlayamadı.”

“Vahiy rûhuna, ledünnî ilme uygun hareketler, pek üstündür, pek yücelerdedir. Akıl onları kavrayamaz. Çünkü o üstün hakikatler mânâ âleminin ötelerindedir, akıl ve mantık oralara ulaşamaz.”

“Hattâ insanın aklı, vahiy rûhunun uygun hareketlerini bazen mecnunluk gibi görür. Bazen da onlara hayran olur, şaşırır kalır. Çünkü bu yüksek hakikatlerin anlaşılması için aklın da o dereceye yükselmesi, daha doğrusu aklın ruh olması gerekir.”

“Hızır’da tecellî eden ledünnî hakikatler karşısında Kelîmullah olan Musa’nın bile aklı zorlanmıştı. Hâl böyleyken ey akıllı-fikirli geçinen kişi, söyle bakalım, farenin aklı ne işe yarar?”

“Şunu unutma ki, eğer bir zerre, kalkar da dağı tartmaya girişirse, o dağ yüzünden terazisi paramparça olur.”

Bunun içindir ki akla da, idrake de, gönle de yegâne çıkar yol, Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya kurban olmak, O’nun hâliyle hâllenmektir. Kim ki o güneşler güneşine kendini aşk ile râm ederse, gönlü ebediyet hilâline dönüşür.

AŞK İLE RÂM OLMAK

O’na aşk ile râm olmak demek, ömrümüzü O’nun yüce ahlâkı ile doldurmak demektir. O’na aşk ile râm olmak, O’nun hidayet nûru etrafında pervane olmak demektir. O’na aşk ile râm olmak, O’nun emirlerine sarılmak, yasakladıklarından da kaçınmaktır. O’na aşk ile râm olmak, O’nun rûhânî dokusundan hisse alabilmektir. O’na aşk ile râm olmak, O’nun sünnet-i seniyyesini hayatın her safha ve her ânına yansıtabilmektir.

Hâlimizin, O’nun yüce hâline benzemesi, ancak bu şekilde gerçekleşir.

Dolayısıyla hayatımızı dolduran her meselede kendimizi bu istikamette bir muhasebeye tâbî tutmalıyız.

Bilhassa şu hususlarda:

SÖZE RİAYETİMİZ O’NUNKİ GİBİ Mİ?

Cenâb-ı Hak buyurur:

 “Verdiğiniz sözü yerine getirin, çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (el-İsrâ, 34)

“Gerçek mü’minler, emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (el-Mü’minûn, 8)

“Konuştuğunuzda, yakınlarınız bile olsa sözünüzde âdil olun. Allâh’ın ahdini yerine getirin.” (el-En’âm, 152)

Bir kul, sırf bu gerçeğe dikkat etse bile onun bütün amelleri düzelir ve güzelleşir. Çünkü Allâh’a verdiği sözü yerine getirmek, bütün bir ömrü istikamet üzere ve cennet güzelliği içerisinde yaşamak demektir. Bunun içindir ki Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, yalanla îmanın bir arada bulunamayacağını beyan etmişler ve söze riayet meselesine çok ehemmiyet göstermişlerdir. Bu husus, O’nun nübüvvetten önce de en bâriz vasıfları arasında yer almıştır.

Abdullah bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Peygamberliğinden önce Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi vaad ederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum. Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, O’nu aynı yerde beklerken buldum.

Bu uzun bekleyişe rağmen Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, beni azarlamadı ve sadece:

«−Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996)

O’nun bu söze sadâkat ve benzeri hasletleri karşısında kendisine «Muhammedü’l-Emîn» denilmiştir. Öyle ki O’na inanmayan, son derecede düşman olanlar dahî O’nu «el-Emîn» ve «es-Sâdık» olarak tasdik ettiler. Ebû Cehil dedi ki:

“Sen hiç yalan söylemedin! Sen’in «el-Emîn» ve «es-Sâdık» olduğuna biz kānîyiz. Ancak biz Sen’in getirdiğini istemiyoruz.”

Nefsâniyet nasıl devâsâ bir ejderha olup insanı yutuyor. Ancak bu derecede nefsinin girdabında boğulanlar bile Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in doğruluk ve söze riayetinde ittifak ediyorlar. Velhâsıl düşmanın bile takdir etmekten başka çare bulamadığı böylesine yüce haslet, günümüz insanının en büyük ihtiyacı. Kendimize her zaman sormak lâzım:

Ulu Peygamber’e uygun mu hayâtın, sıfatın,

Düşmanın methine şâyan değerin var mı gönül?                                                                                   [Seyrî]

Böyle bir kıvama ulaşmanın pek çok îcabı var, ancak en başta geleni:

Namaz… Namazı dosdoğru kılabilmek…

Acaba:

NAMAZIMIZ O’NUNKİ GİBİ Mİ?

Hazret-i Peygamber’in kıldığı namaz, özü itibarıyla bütün kötülüklerden alıkoyan bir namazdı. Âyetteki ifadesiyle fahşâ ve münkerden kurtaran bir namazdı. Mîrac olan bir namazdı. Kulu ebedî vuslata nâil eden bir namazdı. Huşû ve feyiz dolu göz nûru bir ibadetti.

Dolayısıyla Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, namaz hususuna son derece ehemmiyet verir ve onu îfâda titizlik gösterirdi. Âişe validemiz, O’nun namaz kılışını anlatırken mübarek göğüslerinden kaynayan bir tencere sesi duyduğunu ifade ediyor. Bu, Hazret-i Peygamber’in namazdaki aşk hâlini ve namaz esnasında nasıl bir vuslat ve müşahede yaşadığını göstermektedir.

O’nun terbiyesinde yetişen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da namaza durduğunda benzi sararır, kendi vücudu dâhil her şeyden sıyrılırdı. Nitekim bir muharebede ayağına ok saplanmıştı. Istırabından dolayı çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.

Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Ali -radıyallâhu anh-, herhangi bir acı hissetmemişti. Selâm verince:

“–Ne yaptınız?” diye sordu.

Onlar da:

“–Oku çıkardık!..” dediler.

Yani rûhî bir kıvamla kılınan namazın mânevî lezzeti, bedendeki maddî acıları dahî bertaraf edebilecek kuvvet ve değerdedir. İşte Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in ümmete öğrettiği namaz, böyle bir namaz…

Diğer taraftan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in namazla alâkalı olarak üzerinde hassasiyetle durduğu bir başka husus da cemaate devam etmek.

Âmâ bir sahâbî olan Abdullah bin Ümmi Mektûm:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim durumumu biliyorsun; gözlerim görmüyor ve evimle mescid arası uzak!” diyerek namazlarını evinde kılmak hususunda Hazret-i Peygamber’den izin istedi:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Ezanı işitiyor musun?” diye sordu.

“–Evet!” deyince:

“–Öyleyse cemaate gel; emekleyerek de olsa…” buyurdular. (İbn-i Hibban [Thk. Ş. Arnavud], V/412)

Diğer taraftan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- her fırsatta nafile namaz kılardı. Teheccüd namazı, işrak namazı, kuşluk namazı, evvâbin namazı, hâcet namazı, şükür namazı… Bunların bazılarını hiç terk etmezdi.

Gönle bu mânâda bir incelik ve aşk kazandırabilmek için infak eden, cömert bir rûha sahip olmak lâzım. Çünkü Allah için cömert olan, infakta bulunan kimsenin kalbi yumuşar, kendisine her şeyi veren yüce Mevlâ’ya karşı ibadete düşkün hâle gelir. Ancak infakımız O’nunki gibi olmazsa bu hâle erişemeyiz.

Acaba:

İNFAKIMIZ O’NUNKİ GİBİ Mİ?

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bazen hiçbir şeyi olmazdı. Bazen de harp ganimeti gelir, çok zengin olurdu. Fakat az bir şeyi kendine bırakır, sonra onu da dağıtmadan evine gidemezdi. Hayal ötesi bir merhamet, hayal ötesi bir şefkat sahibiydi. Hiçbir şeyi olmazsa «tebessüm» ile infakta bulunurdu.

Bir kimseye bir şey verirken de verdiği şeyle muhatabına asla eziklik hissettirmezdi. Çünkü O, verdiğini Allâh’a verirdi. Zira âyet-i kerîmede buyurulur: “Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104)

Sahâbe-i kiram, işte O’nun bu yüce hâlinden nasib alabildikleri için O’na sahâbe olmak şerefine eriştiler.

Nitekim:

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla «birr»e (yani hayrın kemal noktasına) eremezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda ashâb-ı kiram arasında en sevdiklerinden verme hususunda büyük bir infak yarışı başlamıştı.

Ebû Talha’nın Mescid-i Saadet’e yakın, içinde 600 hurma ağacı bulunan kıymetli bir bahçesi vardı ve burayı pek severdi. Ebû Talha hemen Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e koştu ve şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Benim servetim içinde en kıymetli ve bana en sevimli olan, işte şu şehrin içindeki sizin de bildiğiniz bahçemdir. Bu andan itibaren Allâh rızâsı için onu Allâh’ın Rasûlü’ne bırakıyorum. İstediğiniz gibi tasarruf eder, dilediğiniz fakire verebilirsiniz.”

Sözlerinin ardından bu güzel kararını derhâl tatbik etmek için bahçeye gitti. Ebû Talha, bahçeye vardığında hanımını bir ağacın gölgesinde otururken buldu. Ebû Talha bahçeye girmemişti. Hanımı sordu:

“–Yâ Ebâ Talha! Dışarıda ne bekliyorsun? İçeri girsen ya!”

Ebû Talha:

“–Ben içeri giremem, sen de eşyanı toplayıp çıkıver!..” dedi.

Beklemediği bu cevap üzerine hanımı şaşkınlıkla sordu:

“–Neden yâ Ebâ Talha?! Bu bahçe bizim değil mi?”

Ebû Talha:

“–Hayır, artık bu bahçe Medîne fukarâsınındır.” diyerek âyet-i kerîmenin müjdesini ve yaptığı infakın fazîletini sevinç ve neşe içinde anlattı.

Hanımının:

“–İkimiz nâmına mı, yoksa şahsın için mi bağışladın?” suâline de:

“–İkimiz nâmına…” diye cevap veren Ebû Talha, bu sefer hanımından huzur içinde şu sözleri dinledi:

“–Allâh senden râzı olsun yâ Ebâ Talha! Etrafımızdaki fakirleri gördükçe aynı şeyi düşünürdüm de sana söylemeye bir türlü cesaret edemezdim. Allah hayrımızı kabul buyursun, işte ben de bahçeyi terk edip geliyorum!”

Ashâbın bu kıvamı, gündüzleri ve geceleri Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in gösterdiği istikamette değerlendirmelerine bağlıdır. Çünkü her nefeste O’nun nefesiyle yaşamak, güzel haslet ve faziletleri tecellî ettirmekte en büyük huzur ve kolaylık sebebidir.

Acaba:

GÜNDÜZÜMÜZ VE GECEMİZ O’NUNKİ GİBİ Mİ?

Günü dolduran sayısız meşgale var. Bu meşgaleler arasında zaman zaman insan, eriyen mum gibi kendini ve hasletlerini kaybedebiliyor. Ancak günü, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yaşadığı şekilde tanzim etmek, insanı âbidevî bir şahsiyet sahibi eyliyor.

Bunun için her şeyden önce Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hayatında günün başlayışı çok önemlidir. O’nun hayatında gün, geceden başlar. Böylece seher vaktinin huzur ve bereketi günün bütün vakitlerine yansır.

Nitekim Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ, Fetih Sûresi’nde Sizi tamamen bağışladığını bildirmiş olduğu hâlde niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz?”

Buyurdular:

“–Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, Teheccüd, 6)

Yine buyurdular:

“Farzlardan sonra en faziletli namaz, gece kalkarak kılınan namazdır.” (Müslim, Sıyam, 202-203)

“Geceleyin kılınan iki rekâtlık namaz, insanoğlu için dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Ümmetime zor gelmese, iki rekât gece namazını üzerlerine farz kılardım.” (Fezâil-i A’mâl, 257)

“Gecenin öyle bir ânı vardır ki, onu yakalayıp da Allah’tan hayırlı bir şey dileyen Müslümana, Allah ne dilerse verir.” (Tirmizî, Vitr, 16)

İmam Rabbânî’nin torunu Şeyh Seyfüddin, dehşetli bir hâfızmış, zaman zaman da gecede bir hatim indirirmiş, bu zat diyor ki:

“Yâ Rabbî, doyamıyorum, geceler ne kadar kısa!”

Böyle bir şevk içerisinde geceleri güzel değerlendirmek lâzım. Yani geceleri, gündüzümüze yaygınlaştırmak, gündüz de gecenin rûhâniyetini devam ettirmek zarurî.

Bayezîd-i Bistâmî Hazretleri diyor ki:

“Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır feth olunmadı.”

Cenâb-ı Hak, gecemizi ve gündüzümüzü, aklımızı ve gönlümüzü, ilmimizi ve irfanımızı, dünya ve âhiretimizi Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in hâli ile hâllenerek değerlendirmeyi cümlemize nasib eylesin!

Rabbimiz niyetlerimizi kendi rızasıyla telif eylesin!

Âmîn!..