Haklar, Vazifeler ve Fazîletlerle İSLÂM AİLESİ

Kıssalardan Hisseler

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Nisan, Sayı: 242

HAKLARI VAR!

İslâmiyet, hayatın her safhasını tanzim eder. Kulların Cenâb-ı Hakk’a, Rasûlullah Efendimiz’e, insanlara, sâir mahlûkāta ve hattâ cemâdâta karşı hak ve vazifelerini tayin buyurur.

Bu sebeple;

Asr Sûresi, insanın ebedî hüsrandan kurtuluş reçetesinin bir maddesini de, «birbirine hakkı tavsiye etmek» şeklinde bildirmiştir.

Mezhep imâmımız Ebû Hanîfe Hazretleri de, fıkhı;

“Kişinin lehinde ve aleyhinde olanları yani hak ve vazifelerini bilmesi” şeklinde tarif buyurmuştur.

Karşılıklı hak ve vazifelerin muhabbet ve samimiyetle yerine getirildiği, bunlara ilâveten fazîlet ve güzelliklerin yaşandığı bir aile, iki cihan saâdetinin anahtarı olur.

Câhiliyyede hak mefhumu ayaklar altındaydı. Hak çiğnenirdi, sadece güçlüler onu gasbederlerdi.

İslâmiyet ise, her türlü zulme son verdi, en mükemmel adâlet ve hukuku tevzî etti.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…Erkeklerin (kocaların) kadınlar (hanımları) üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır…” (el-Bakara, 228)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim, çocuklar üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?” diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur:

“–Çocuğun, babası üzerindeki hakkı; babasının ona yazı yazmayı, yüzmeyi, atıcılığı öğretmesi ve ona helâlden başka rızık yedirmemesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443)

Bir başka hadîs-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Çocuğun babası üzerindeki haklarından biri, ona güzel ve rûhâniyetli bir isim koyması ve iyi bir terbiye vermesidir.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VI, 401-402)

EVLÂTLARIN EBEVEYN ÜZERİNDEKİ HAKLARI

Zikrettiğimiz son iki hadîs-i şerifte hulâsa edildiği üzere, evlâtların babaları üzerinde şu hakları vardır:

GÜZEL BİR İSİM KOYMAK

Evlâdına isim koymak anne-babanın hakkıdır, lâkin o ismin güzel ve mâneviyatlı olması da evlâdın hakkıdır.

Kur’ân-ı Kerim, çirkin lakaplar takmayı yasakladığı gibi; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, karşılaştığı çirkin, sert ve kaba mânâlı isimleri güzelleriyle değiştirmiştir.

“İsim müsemmâyı çeker.” denilmiştir. Ömrü boyunca, o evlât, anne-babasının kendisine verdiği isimle çağrılacaktır. Bu mânâ ona âdetâ bir telkin olacaktır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bir dişi deve getirtir ve;

“–Onu kim sağacak?” diye sorar. Bu işe tâlip olan iki kişinin isimlerinin Mürre (acı) olduğunu öğrenince onlara;

“–Oturun.” der. Üçüncü kişi de adının Cemre (kor hâlindeki ateş) olduğunu söyler. Ona da;

“–Otur.” der.

Sonra adının Yaîş (Yaşar) olduğunu söyleyen sahâbîye bu vazifeyi verir.” (Taberânî, Kebîr, XXII, 277)

Bu sebeple verilecek isimler;

  • Kaya, ateş, savaş gibi sert ve
  • Rûhânî bir tedâîsi olmayan bir isim olmamalıdır.

Tanzîmat sonrasında ekseriyetle Farsçadan alınma, kulağa hoş gelse de hiçbir mâneviyat ve rûhâniyeti olmayan; «müjgan: Kirpik», «ruhsar: Yanak» gibi isimler yayıldı. Bunlar arasında; «nâlân: İnleyen, hicran: Ayrılık» gibi mânâsı menfî olan isimler de vardı.

Günümüzde de maalesef sırf fonetiği / ses yapısı güzel geliyor diye, «aleynâ: Üzerimize» gibi isim olabilecek bir mânâ ifade etmeyen birtakım heceler ve kelimeler isim olarak konuluyor.

Evlâtlarımıza isim verirken şu hadîs-i şerifleri hatırlayalım:

“Allâh’ın en çok sevdiği isimler, Abdullah ve Abdurrahman’dır.” (Müslim, Âdâb, 2; Tirmizî, Edeb, 64)

“Sizler kıyâmet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel yapın.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 69)

Unutulmamalıdır ki;

Çocuğun eğitimi, ana kucağında başlar, sadece ismi değil, annenin ağzından çıkan her kelime, çocuğun şahsiyetine konulan bir tuğla gibidir. Anne yüreği, çocuğun eğitim gördüğü bir sınıftır. Şefkatin en büyük menbaı annelerdir. Anne terbiyesinden mahrum çocukların terbiyesi güçleşir.

Yüksek karakterli kişiler, daha çok «sâliha anneler»in eseridir.

O yüksek şahsiyetler annelerine vefâyı şöyle göstermişlerdir:

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri;

“−Benim kabrimi ziyarete gelenler önce annemin kabrini ziyaret etsin.” buyurmuştur.

Molla Câmî Hazretleri de şöyle der:

“Ben annemi nasıl sevmem ki! O beni bir müddet cisminde, bir müddet kollarında, hayat boyu da kalbinde taşıdı.”

Evlâdın anne-babası üzerindeki haklarından biri de;

HELÂL LOKMA

Evlâtlara yedirilen lokmaların helâlliğine dikkat edilmelidir.

Hazret-i Ömer, gece teftişlerinden birinde bir anne-kızın konuşmasına kulak misafiri olur.

Anne, kızına süte su katmasını söylediğinde, kızı;

“–Halîfe bunu yasakladı.” diye reddeder.

Annesi;

“–Halîfe nereden görecek?” şeklinde gafilâne bir şekilde ısrar edince; kızı, ihsan şuuruyla bezenmiş şu cevabı verir:

“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allah da mı görmüyor? Bu hileyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Allah’tan gizlemek mümkün mü?..”

Hazret-i Ömer; bu mübârek kızı, evlâdıyla evlendirir. Bu hâneden beşinci halîfe diye mâruf Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- yetişir.

Evlâdına haram ve şüpheli bir lokma yedirenler, şu hadîs-i şerîfin tehdidinden korkmalıdır:

“Haramla beslenen vücuda cehennem daha lâyıktır!” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26)

Hiçbir anne-baba evlâdının azap görmesine dayanamaz. O hâlde, onu haramın ve günahın hiçbirine alıştırmamalıdır.

TERBİYENİN İNCELİKLERİ

Bu minvalde anne-baba;

  • Evlâtlarına örnek olacak bir davranış güzelliği sergilemelidir. Çünkü çocukta taklit meyli hâkimdir. Münakaşalı ve kavgalı ortamlardan in‘ikâs alan çocuk, huysuzlaşıp hırçınlaşır. Güzel bir muâşeretin yaşandığı yuvada ise huzur ile yetişir.

Anne-baba; -hadisteki tabirle- evlâtları için birer çobandır, yani idarecidir.

Bir çoban; kuzularını tehlikelerden korur, kontrol eder, verimli yerlere götürür, kurak ve çorak yerlere götürmez.

Bunun gibi anne-babalar da, evlâtlarının davranışlarını murâkabe etmelidir.

Çocukların göz önünde yapamadıkları kabahatleri, gizli ve tenha yerlerde işlemelerine meydan verilmemelidir. Zira bu durumda karakterleri zaafa uğrar, çift şahsiyetli olurlar. Bu hâlin ilk tezâhürleri de yalan ve riyâdır. Çocuklarımızı yalan söylemeye mecbur hâle getirmemelidir. Zira zamanla yalan, alışkanlık hâline gelebilir.

Çocuklarımızın bize karşı dürüst olmaları için, onlarla hürmet ve muhabbete istinâd eden samimî bir irtibatımızın olması elzemdir.

  • Çocukların güzel işleri takdir edilip mükâfatlandırılmalıdır. Çünkü müsbet davranışlar mükâfât ile pekiştirilerek çocuğun şahsiyetinde kalıcı bir yer edinir.

İmam Mâlik Hazretleri küçük bir çocuk iken, babası ondaki hareketliliği ve oyuna düşkünlüğü fark eder. Onu hayra yönlendirmek için, her hadis ezberlediğinde ona bir hediye verir. Hazret, bu hediyelerin çocuk kalbindeki tesirini şöyle ifade etmiştir:

“–Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende bir lezzet hâline geldi.”

Bir mezhep imamı, bu ihtimamla yetişti.

Ehl-i dünya; yılbaşı, doğum günü, anneler günü, babalar günü gibi kapitalist tüketimin uydurduğu günlerde hediyeler alır.

Takvâlı bir müslüman aile; bayramları, kandilleri, evlâtların elif-bâya başladıkları, Kur’ân’a geçtikleri, kız evlâtların örtündükleri, çocuklarının hâfız oldukları tarihleri hediye ve mükâfat vesilesi kılmalıdır.

Bu bahiste evlâtlara yerine getirilmeyecek söz verilmemelidir. Zira anne-babaya îtimat azalır.

Her ne hediye veya mükâfat verilirse verilsin, esas hedefin Allah rızâsı olduğu telkin edilmelidir. Bu küçük hediyelerin, Allah katındaki muazzam ecirlerin bir hatırlatıcısı olduğu kalplere nakşedilmelidir.

  • Evlâtların hataları ise görmezden gelinmemelidir.

Vaktinde îkāz edilmeyen kusurlar, -Allah korusun- tekrarlana tekrarlana şahsiyetin bir parçası hâline gelir.

Meselâ kız çocuklarının küçük yaşlarda yanlış kıyafetlere temâyülleri, müsamaha ile karşılanmamalıdır. Zira insanın alıştığı şeyler, zamanla geri dönülemeyen tiryâkilikler hâline gelebilir.

Muvaffakiyetlere mükâfat verildiği gibi; hatalara da mâkul, ölçülü cezalar verilmelidir. Ceza asla şahsiyeti rencide edici olmamalı; daha ziyade, bazı istediği şeylerden mahrumiyet gibi müeyyideler olmalıdır. Elbette;

  • Sık sık ceza vererek çocuk arsız hâle de getirilmemelidir.

Öfkeyle söylenen kaba lâflar, bedduâlar, lânet okumalar bir müslüman hânesinde asla duyulmaması gereken çirkin sözlerdir.

  • Emir, yasak ve kaideler telkin edilirken; onların kavrayabileceği bir şekilde, gerekçeleri de îzâh edilerek iknâ olmaları temin edilmelidir.

Bağırarak yapılan öğütlerin telkin gücü azalır. Sadece korkutur.

Bilhassa rûhuna nüfûz edecek şekilde tatlı ifadeler kullanmak îcâb eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de قَوْلًا بَل۪يغًا / gönüllere işleyecek tesirli, belîğ söz söyleyin buyurulmaktadır. (en-Nisâ, 63)

Zamanımızda çok ihmâl edilen bir husus olarak;

  • Evlâtlara âdâb-ı muâşeret ve ahlâk kaideleri öğretilmelidir.

Bilhassa varlıklı aileler; çocuklarının, akranlarına kaba ve kibirli davranmalarına mânî olmalıdırlar. Zira bunlar zamanla huy hâline gelir. Onlara; tevâzu telkin edilmeli, anlayacakları bir dil ile Kasas Sûresi’ndeki «Kārûn kıssası» anlatılmalıdır.

Evlâtlara; din gayreti, vatan sevgisi, dil ve tarih şuuru kazandırmak, ebeveynin vazifesidir. Anne-baba bu hususta kendisini yetersiz görüyorsa, evlâtlarıyla beraber, bu mevzularda kendisini yetiştiren zâtların sohbet meclislerine devam etmelidir.

Bütün bu terbiye gayretleri içerisinde, onların çocuk olduklarını unutmamalıdır:

  • Çocukların meşrû sınırlar dâhilinde çocukluklarını yaşamalarına imkân tanınmalıdır.

Fakat ne fazla serbest bırakılmalı ne de haddinden fazla baskı yapılmalıdır. Zira;

  • Fazla rahatlık, nefsâniyeti azdırır, tembelliğe sebep olur;
  • Fazla baskı da çocuğun ezik ve silik bir karakter sahibi olmasına sebebiyet verir.

Bu yüzden ölçülü bir üslûp ile vakitlerini fazîletli bir insan olmalarına vesile olacak davranışlarla doldurmaya gayret edilmelidir.

  • Evlâtlara Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri hatırlatılıp, gönülleri ve dilleri hamd ve şükre alıştırılmalıdır. Nankörlükten sakındırmalı, mazlum coğrafyalardaki yaşıtlarının hâlini tefekkür ettirerek, gönüllerinde mes’ûliyet ve merhamet duygusunun canlanması temin edilmelidir.
  • Evlâtlarımıza, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatından misaller verilerek, iç âlemlerinin rûhâniyet ikliminde yoğrulmasına gayret edilmelidir.
  • Evlâtlar daha küçük yaşlarında iken ibâdete ve hizmete alıştırılmalı, ibâdet mes’ûliyeti ve hizmetin ehemmiyeti gönül dünyalarına telkin edilmelidir. Bilhassa namaz ve sadakaya alıştırmak çok mühimdir. Bunun için nebevî usûlde bildirilen yaşlara riâyet edilmelidir.
  • Erkek evlâtlarımızın sünnet ettirilmesi, onlar için biyolojik bir kimliktir. Millet-i İbrahim ve ümmet-i Muhammed olmanın bir alâmetidir. Bir bayram havası içerisinde, güzel kıyafetler ve hediyelerle bu kimliği benimsemesi sağlanır.

Evlâtların rûhânî bir kimlik kazanmaları ise, birer yetişkin oluncaya kadar onların hayatını şekillendirme ihtimamıyla temin edilecektir. Bu şekillendirmenin mühim merhaleleri şunlardır:

  • Uhrevî ve dünyevî iki kanatlı tahsilleri, Kur’ân kültürünü kazanmaları…
  • Nezih bir çevrede bulunmaları, erkek evlâtlar için sâlih arkadaşlar ve muallimler / kız evlâtlar için sâliha arkadaş ve muallimeler ile muhatap olmaları…
  • Helâl kazançlı, temiz ortamlı bir meslek edinmeleri…
  • Kendilerine denk bir sâlih bir zevç / sâliha bir zevce ile evlendirilerek İslâm’ın yaşandığı bir yuva tesis etmeleri…

Ez-cümle, evlâtların İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetişmeleri, anne-babaların âhiret mes’ûliyetidir.

Şu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, evlâtların hakkı ve ebeveynin vazifesini gayet ciddî bir şekilde ifade buyurmaktadır:

“Ailene namazı emret, kendin de ona sabırla devam et!..” (Tâhâ, 132)

 “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve terbiyelerini güzel îfâ edin.” (İbn-i Mâce, Edeb, 3)

MENFÎ TABLO

İdeal bir anne-babanın vazifelerine dair başlıkları zikrettik. Lâkin bugün evlâtlar, büyük bir ihmâle uğramaktadır.

Daha küçücük yaştan itibaren evlerde;

  • Çocuklar telefon, televizyon ve tabletlerle baş başa bırakılmaktadır. Evlâtların maddî ve mânevî sıhhatine zararlı programlar, modalar, reklâmlar, yabancılaştırıcı, robotlaştırıcı telkinler dâimâ evlâtlara buradan geliyor.
  • Sokağa çıkan evlâtların da karşılaştığı tehlikeler:
  • Bozuk arkadaş çevresi,
  • Dünyevî mekteplerde maruz kaldığı seküler eğitim,
  • Kötü alışkanlıklar,
  • Lüks, israf ve debdebe,
  • Sosyal medya üzerinden teşhir ve kibir…

Bütün bunlara karşı; aileler kenetlenmeli, yardımlaşmalı, haberleşmeli ve iş birliğine gitmelidir.

Evlâtlara karşı vazifesinin şuurunda olan bir aile, evvelâ birbirine karşı vazifelerini yerine getiren ve birbirlerinin hakkını gözeten zevç ve zevcelerden oluşur.

ZEVÇ ve ZEVCENİN BİRBİRLERİ ÜZERİNDEKİ HAKLARI

Fahr-i Kâinât Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz!” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30)

Hadîs-i şerifte beyan buyurulduğu üzere;

Aile yuvası Allâh’ın adına söz verilerek kurulur. Sâir akitlerden farklı olarak; ailede, mânevî ve rûhânî bir temel vardır. Duâlarla başlayan bir izdivaç, ancak tarafların vefâtıyla sona erecek şekilde, örfümüzdeki ifadesiyle «bir yastıkta kocamak» üzere tesis edilir.

Bu mukaddes yuvada elbette bir hukuk nizamı vardır. Cenâb-ı Hak; aile reisi olarak zevci vazifelendirmiş, zevceyi de, bu riyâsette, beyinin meşrû tâlimatlarına itaat etmekle memur kılmıştır.

Zamanımızda feminizm, kadın-erkek eşitliği gibi batı menşeli cereyanlar, kadınları bu itaati reddetmeye teşvik ediyor. Bu telkinler de aileyi parçalıyor. Anneliği gözden düşürüyor. Nüfus azalıyor.

Her şeyden evvel kadın ve erkeğin biyolojileri eşit değildir. Kas güçleri eşit değildir. Fıtratları eşit değildir. Hâlet-i rûhiyeleri eşit değildir. Eşit olmamaları, illâ erkeğin üstün olduğu mânâsında da değildir, şefkat ve merhamette kadın üstündür. Ciddiyet ve karar alma mekanizmasında erkek üstündür. Metânette erkeğin, letâfette kadının avantajı vardır.

Eşit oldukları bir yer vardır: O da Allah katındaki insânî kulluk vasıflarıdır. Orada da üstünlük takvâdadır.

Kadın ve erkek arasındaki farkların, ailedeki vazife tevziinde rol oynaması elbette ki fıtratın îcâbıdır, akl-ı selîmin neticesidir.

İslâm bu hakikat üzere, ailede vazife paylaşımı yapmıştır.

Erkeği; ailenin reisi ve geçimin mes’ûlü kılmış, aileyi korumak, dışarıdaki vazifeleri yerine getirmekle vazifelendirmiştir.

Kadını da, ev içi vazifelerle mükellef kılmıştır. Sâliha bir hanım ve sâliha bir anne olmak, büyük bir şereftir:

Peygamber Efendimiz’e; daha ziyade kime hürmet ve hizmet edilmesi gerektiği sorulduğunda, üç kere;

«–Annen!..», sonra da;

«–Baban!» buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2)

Bir müslüman ailesinde, annenin mevkii hakkında hadîs-i şerifte buyurulur:

“Cennet, annelerin ayakları altındadır!..” (Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429; Süyûtî, I, 125)

Annelik nasîb olsun veya olmasın, sâliha bir hanımın kıymeti de hadîs-i şeriflerde tebârüz ettirilmiştir:

“Dünya, geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ, 64; Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)

Dînimizde sâliha bir hanımın kıymetini gösteren en mühim hakikat; asr-ı saâdette, Hazret-i Hatice, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Âişe ve diğer annelerimizin üstlendikleri vazifeler, sergiledikleri güzel ahlâk ve fazîletlerdir.

Kadın bir pırlantadır. Bir çöp tenekesine düşen bir pırlanta ne kadar talihsizdir!

Kadının eşitlik yalanlarıyla aile içindeki şerefli mevkiinden koparılıp; bir vitrin malzemesi, istismâr edilen bir dekor hâline getirilmesi çok hazindir.

Maalesef dış dünyaya sürüklenen kadın, kaldırımda açan çiçekler gibi ayaklar altında ezilmeye mahkûm oluyor. Ailesinde ise hakikî değerini buluyor.

CÂHİLİYYE FİTNESİ

Câhiliyyenin yeniden ortaya çıktığı, nebevî ahlâkın unutulduğu âhirzaman hengâmında, aile içi şiddet diye bir hâdise yayılmıştır. Yine bu menfî şartlar içerisinde;

  • Ailelerde huzursuzluklar artmış,
  • Boşanmalar çoğalmış,
  • Evlilikler gecikmeye, bekârlık çoğalmaya yüz tutmuştur.

İslâm ahlâkının yaşandığı şerefli mâzîmizde bu sayılanlar neredeyse yok hükmündeydi. Hanımlar gelinliği ile girdiği evde hayırlı bir ömür yaşar ve oradan kefeniyle çıkardı. Kendilerine de bu fazîlet telkin edilirdi. Dergâhlar aile içinde yaşanabilecek tatsızlıkların güzel telkinlerle, samimî arabuluculuklarla düzeltildiği yerler olurdu. Herkes birbirine hüsn-i muâşereti, sabır ve tahammülü, rıfk ve mülâyemeti tavsiye ederdi.

Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu husustaki tâlimâtı buydu:

“Mü’minlerin îman bakımından en mükemmeli, ahlâkı en iyi olanıdır. Sizin en hayırlılarınız da, kadınlarına karşı ahlâken en hayırlı olanlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ, 11/1162)

Çare, İslâm ahlâkına dönmektir.

Batıdan gelen telkinler; artık cinsiyeti yok etme, sapıklıkları terviç edip onlara saygı duyma (!) noktasına gelmiştir. Batı ülkelerinin halklarında dahî, ailenin tahrip edilmesine karşı itirazlar yükselmeye başlamıştır.

Tanzîmat’tan beri körü körüne Avrupa’yı taklit hastalığı, günümüzde artık tersine dönmelidir. Yeniden millî ve dînî kimliğimize dönmeli, ailemizi de asr-ı saâdet esaslarıyla yeniden en güzel kıvamda inşâ etmeliyiz.

Bunun yolu da başta zikrettiğimiz, evlâtlara karşı vazifelerimizi edâ keyfiyetiyle gerçekleşecektir.

Nikâh akitlerindeki güzel duâ ile niyâz edelim:

Cenâb-ı Hak; ailelerimize, Hazret-i Âdem ile Havvâ Vâlidemiz, Hazret-i İbrahim ile Hâcer Vâlidemiz, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile Hatice Vâlidemiz, Hazret-i Ali ile Fâtıma Vâlidemiz’in arasındaki ülfeti nasip buyursun.

 Evlâtlarımızı asr-ı saâdetin bahtiyar nesilleri gibi İslâm karakter ve şahsiyetiyle yetiştirebilmemizi müyesser eylesin…

Âmîn!..