Hakkın Rızâsına ve Cennete Doğru; MÜSTAKÎM BİR YOLCULUK

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Şubat Sayı: 96

SIRAT KÖPRÜSÜ

İnsan bir yolcu…

Elestten ebede bir yolcu…

Cennetten dünyaya, dünyadan ukbâya, doğumhâneden gasilhâneye, kabirden de mahşere bir yolcu…

Bu uzun yolun sonunda müthiş bir yol ayrımı var:

Sırat Köprüsü…

İnsan ya Sırat Köprüsü’nden geçip, ebedî huzur ve saâdete, yani Allâh’ın rızâsına, cennetlere kavuşacak yahut -Rabbimiz muhafaza buyursun- cehennem üstüne kurulmuş bu köprüden düşüp kahr-ı ilâhîye dûçâr olarak cehenneme yuvarlanacak…

Bu, insanın dünyadaki yolculuğunun istikametine bağlı…

Bu sebeple ebediyet yolcusu olan insan, hidâyete yani rehberliğe muhtaç…

Rabbimiz’in muazzam bir lütuf ve keremi olan cennet pusulası ve rahmet haritası olan Kur’ân’a muhtaç…

Yine en büyük bahş ve ihsan olan hidâyet rehberlerine, hakikat kılavuzlarına yani peygamberlere ve vârisleri olan Hak dostlarına muhtaç…

Hazret-i Mevlânâ seslenir:

“Ey Hak yolunun yolcusu, kendine bir rehber seç; çünkü bu yolculukta rehbersiz olursan, pek büyük âfetler, korkular ve tehlikeler vardır.

Çok defa geçtiğin dünya yollarında bile kılavuzsuz gidersen şaşırır kalırsın.

Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun?”

Okyanusların zaman zaman dümdüz çarşaf gibi olmasına aldanmamak, orada dev dalgaların olduğunu unutmamak lâzımdır. Bu bakımdan îman gemisinde; kaptanın dirâyetli, rotanın müstakîm, yelkenlerin tevhid olması lâzım…

İnsanın bu mânevî yolculuğunda iki tehlikesi vardır:

İKİ YOL KESİCİ

İki tehlikeden biri ıssız yollarda insanları sesleriyle dehşete düşüren ve insanın yolunu şaşırtan canavarlar, yani şeytanlardır:

“Aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme. Ey ahmak! Eğer başında mürşidin gölgesi olmazsa; gulyabanî sesleri yani şeytan vesvese ve telkinleri seni şaşırtır, yolunu saptırır.

Gulyabanî sesleri, seni yoldan çıkarır ve tehlikeye düşürür. Bu yola düşmüş, senden daha akıllı nice kişiler vardı ki; hepsi de mürşidsiz sapıttılar, yollarını kaybettiler.

Yalnız ve yanlış gidenlerin nasıl yollarını şaşırdıklarını Kur’ân’dan dinle; kötü ruhlu şeytanın, onları ne hâle getirdiğini anla. Şeytan; onları doğruluk yolundan, insanlık yolundan yüz binlerce yıl uzaklara düşürdü, felâketlere uğrattı, çırılçıplak bıraktı. Onların çürümüş kemiklerini ve dağılmış saçlarını gör de ibret al, fakat merkebini onların gittikleri yola sürme.”

Nitekim Kur’ân-ı Kerim, helâk olmuş kavimlere dikkatimizi çekmiştir:

“…Yeryüzünde gezin dolaşın da (Allâh’ın âyetlerini) yalan sayanların âkıbeti ne olmuş, görün!”(Âl-i İmrân, 137)

İnsanın yolculuğunu tehlikeye düşüren ikinci tehlike ise; insan varlığının bineği, merkebi hükmünde olan nefistir. Terbiyeye muhtaç, nefs-i emmâredir. En süflî nefistir. Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrik eden isyankâr nefistir. Bu vaziyetteki nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir.

Nefsânî arzuları kabaran insan, başına gelecek tehlikeleri unutur, Firavun gibi kendisini «lâ-yüs’el/sorumsuz, mes’ûliyetsiz» olarak görür. Nefsinin her menfî arzusunu rahatlıkla yerine getirmeye çalışan gafil, bu hoyratlığın neticesinde aygıra döner. Kalbi kasvete dûçâr olur. Günahlar ve zulüm, kendisine bir mûsıkî gibi hoş gelmeye başlar. Mevlânâ buyurur:

“Merkebin boynundan yakala, onu doğru yola; Hak dostlarının yoluna sür. Sakın ha! Merkebi kendi keyfine bırakma, yularını elinden salıverme. Çünkü o; yola değil, gaflet çayırı tarafına gitmek ister. Sen bir an gaflete düşer de, nefis merkebinin yularını bırakacak olursan; gaflete dûçâr olursun.

Merkep temsilindeki nefs-i emmâre, hak ve hakikat yolunun düşmanıdır. Nefsânî arzularıyla gaflet çayırının sarhoşudur. O; üstüne binen nicelerini uçurumdan aşağı atarak helâk etmiştir.

Eğer sen yolun doğrusunu bilmiyorsan, üstüne bindiğin merkep neyi isterse, onun aksini yap; zaten kurtuluş yolu, nefis merkebinin gitmediği yoldur.

Nefsin isteği ile az dostluk et; çünkü seni Allah yolundan azdıran, saptıran odur. Dünyada, hakikat yolcularının gölgesinden başka hiç bir şey; nefsin dileğini ve isteğini kırıp geçirmez.”

İnsan, hayat yolculuğunu Hakk’ın emirleri üzere, Rasûlü’nün sünnetinin rehberliği ile dosdoğru yaşarsa; ömrünün sonunda saâdetli bir ölüm ile gerçek hayatın kapısından girer ve Sırat’tan da kolayca geçer.

İnsan, dünya yollarında aklına güvenir. Hakikat ve mârifet yollarında ise, aklın da üstünde bir akıl gerekir:

AKILLAR ÜSTÜ AKIL!..

“Senin aklın deveciye benzer. Sen de onun çekip götürdüğü deve gibisin. İstemesen bile o; dilediği yere, seni çeker götürür. Allâh’ın velîleri, aklın da aklıdır. Bütün akıllar ise develer gibi, başlangıcından kafilenin sonuna kadar hep onların kontrolü altındadır. Onlara ibret gözü ile bak da anla ki, yüz binlerce cana bir velî kılavuzluk etmektedir.”

Kırk kişi uyusa, kimse kimseyi kaldıramaz. Fakat bir kişi uyanıksa, herkesi uyandırır…

Aklı, vahyin muhtevâsında eritmeyenler; akla gereğinden fazla itimâd edenler; aklı nefis ve şeytan kumandasına kaptırır. Nefis ve şeytan da, insana yolunu saptırır.

Tarihte Hak yolundan sapmış birtakım fırkalar, ilâhî hakikatlere aykırı görüşler ileri süren filozoflar gelmiş geçmiş, bunlar; nice insanın âhiret yollarında perişan bir şekilde savrulmalarına, kaybolmalarına ve helâk olmalarına yol açmışlardır. Kendileri de tarihin mezbelesinde yok olmuşlardır. Vîrâneye dönmüşlerdir.

Hazret-i Mevlânâ onlardan ve düştükleri tuzaktan şöyle bahseder:

“Sendeki eşkıyâlığın, azgınlığın azalmasını istiyorsan; çalış çabala da sendeki boş felsefî düşünceler yok olsun. Tabiattan ve hayalden doğan boş ve çirkin felsefî düşünceler seni helâk etmesin. Nefsâniyetten gelen bu gibi felsefî düşünüşler, ancak zannı ve şüpheyi artırır. Fakat dînî hikmet ise; insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir.

Âhirzamanın zeki filozofları, iblis huylu bilginleri; kendilerini önce gelenlerden üstün gördüler. Onlar, hileler öğrenerek ortaya atıldılar. Dîne aykırı fikirler ile Hak bilginlerini üzdüler. Onlar; ne akıl almaz işler, düzenler peşinde koştular! Asıl kâr ve mânevî kazanç iksiri olan sabrı, bağışlamayı, müsamahayı, cömertliği yok ettiler.”

Günümüzde de; Kur’ân-ı Kerîm’i sadece akla istinâd ederek tefsir etmeye, hadîs-i şerifleri bertarâf etmeye, «tarihte kaldı» diyerek Kur’ân ahkâmını -hâşâ- tatil etmeye, dînimizin mânevî-rûhânî hayatı demek olan tasavvufu yok saymaya çalışan kendine din âlimi sıfatı verilmiş birçok kişi zuhûr etti.

Kimisi îtikādî, kimisi amelî sahada, Allah ve Rasûlü’nün tayin ettiği hudûdun dışına çıkan bu kişi ve gruplardan zihin ve kalplerimizi dikkatle muhafaza etmemiz iktizâ etmektedir. Din adamı, ilâhiyatçı, vaiz, hatip kisvesindeki bu kişilerin sözlerinin 99’u hayırlı ve şifâlı görünse dahî, 1 şerli ve zehirli fikir, hepsini berbat etmeye kâfîdir. Nitekim; bir ton şifâlı suyu, bir damla kuvvetli zehir tamamıyla öldürücü hâle getirir.

İnkâr ve küfür alenî olarak dîne karşıdır. Dalâlet ve nifak gibi dîne muhalefetler ise, dînî kisveyi kullanırlar. Hazret-i Mevlânâ; edebî bir lisanla Mescid-i Dırâr’ı anlatır. Adı ve görüntüsü mescid olan bu yer, aslında tefrika ve dalâlet mekânıdır. Bu sebeple Allah Teâlâ, oranın açılmasına müsaade etmemiştir:

DIRAR MESCİDİ

“Münafıklar Hazret-i Peygamber’e bir hile yapmak istediler.

«Hazret-i Ahmed’in dînini, yani müslümanlığı yüceltmek için bir mescid yapalım.» demişlerdi. Hâlbuki onların maksadı dîni yüceltmek değil, dinden dönmekti. Onlar böylece ters bir oyun oynadılar. Medîne’de Kuba semtinde Rasûlullah Efendimiz’in evvelce temelini atmış olduğu Kuba Mescidi’nden başka bir mescid yaptılar. Bu yeni mescidin; döşemesi, tavanı, kubbesi süslü idi. Fakat onlar yeni bir mescid yapmakla, asıl Kuba Mescidi’nin cemaatini bölmek istemişlerdi.

Yalvarmak için Hazret-i Peygamber’in huzûruna geldiler, önünde diz çöktüler:

«Ey Allâh’ın Rasûlü! Lütuf ve ihsanda bulunmuş olmak için, bir de o mescide gelip orayı şereflendirseniz olmaz mı?» diye istirhamda bulundular.

Ah ne olurdu münafıklar îmâna gelseler de bu sözleri gönülden söylemiş olsalardı da, muradlarına erselerdi.

Ey dostlar! Candan ve gönülden gelmeyen, sadece dilden dökülen sözler; mezbelelikte yetişen yeşilliğe benzer.

Allâh’ın Peygamberi’ne yalanlar söylediler, hile ve masal atını sürdüler.

O şefkatli, merhametli Peygamber de, onlara gülümsemekten ve; «Peki» demekten başka bir şey yapmadı. O topluluğun teşekkür edilecek işlerini yâd etti. Dileklerini yerine getireceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi.

Hâlbuki onların hileleri, süt içinde kıl görünür gibi, bir bir Hazret-i Peygamber’e görünüyordu. (…)

Peygamber Efendimiz kalkıp o tarafa gitmek isteyince, Allâh’ın gayreti; «Habîbim; bu gulyabanî sözünü dinleme ve tekliflerini kabul etme!» diye seslendi.

Çünkü bu habis münafıklar hile yoluna saptılar; söyledikleri sözlerin de hepsinin aksini yaptılar.

Onların kastı; hile, karanlık işler ve kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlar ve Yahudiler İslâm dîninin hayrını isterler mi? Onlar; cehennem köprüsünün üstüne bir mescid yaptılar da, Allâh’a karşı gûyâ hile oyunu oynadılar.

Onların maksadı, ashâbı birbirine düşürmekti. (Yani Kuba’daki müslümanların bir kısmını kendi mescidlerine çekip mü’minleri ikiye böleceklerdi. Bir de Hazret-i Peygamber’e suikast yapmak niyetindeydiler.) Her boşboğaz, Hakk’a inananların birliklerindeki üstünlüğü nereden bilecekti?”

Bugün de ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisine muhâlif, ayrı ayrı yol, anlayış ve uygulamalar zuhûr etmektedir. Dînî program adı altında televizyonlarda sergilenen bazı tartışmalarda, meselelere vukûfiyeti olmayan milyonlarca seyircinin îmânı iğfâl edilmekte… Hâlbuki, adı mescid konulmuş olmasına bakılmayarak, nasıl Mescid-i Dırar bertarâf edilmişse, mü’minler de böyle meclislerden ve bunları seyretmekten kalplerini muhafaza etmelidir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Sünnet-i Seniyye’nin, ashâb-ı kirâmın, selef-i sâlihînin nurlu yolu mihenk kabul edilerek, bu gibi hakikî adresten bizleri uzaklaştırıcı, saptırıcı zararlı telkinlerden uzak durmamız îcâb eder.

Bunlara kulak vermek de zehirleyicidir. Hazret-i Mevlânâ, insana hayat yolculuğunda ünsiyet kurduğu kişilerin tesirini hatırlatır:

“Ah, tabiatı bize uymayan dostun verdiği ıstıraplardan!.. Âh, onların kalbimizde açtığı derin yaralardan! Ey ulu kişiler, ey büyük insanlar; aklınızı başınıza alın da kendinize iyi dostlar, uygun arkadaşlar arayın!

Kendine gel de, görünüşe kapılma, sahte güzelliklerin putperesti olma; öyle bir söz de söyleme! Aynı cinsten oluşu; görünüşte, sûrette arama!”

İnsan; ölüm ânında, dili ne söylesin, başucunda kim otursun istiyorsa; ömür boyu böyle insanlarla hemhâl olmalı, böyle sözlere kulak vermelidir. İnsan; ebediyet yolculuğunun sonunda kimlerle olmak istiyorsa, yolda da onlarla olmalıdır. Mevlânâ Hazretleri, «yol»u «dost»a danışmak gerektiğini ne güzel anlatır:

«YOL»U «DOST»A DANIŞ!

“Adamın biri, bir türlü karar veremediği bir mesele hakkında; kat’î karara varmak, tereddütten kurtulmak için birisine danışarak onun fikrini almak istedi.

Danışmak istediği kişi dedi ki:

«Bana güvenerek, bana danışmak için başvurman hoşuma gitti. Ama ben, senin dostun değilim ki! Sen; benden başkasını bul da, danışacağını ona danış!

Ben, sana dost değilim; bana danışma! Dost olmayanın vereceği akıl ile başarıya ulaşılmaz! Git; sana dost olan birini ara! Dost; şüphe yok ki, dostun hayrını ister! Ben dost değilim; benim gibi birisinden sana fayda gelmez! Ben; eğri büğrü yürürüm, sana yanlış şeyler söylerim!

İyi insanlarla dost olup onlarla oturan kişi; külhanda bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır. Fakat bahçede dost zannettiği kötü düşmanla beraber oturan kişi, külhanda oturuyor gibidir! Aklını başına al da; benliğe kapılarak o samimî dostu küçük görme, onu incitme!»”

İnsanın yolculuğu, bir yönüyle mecazdır. Hâlden hâle geçişin ifadesidir. İnsanın muhitinden, arkadaşlarından, seyrettiği programlardan, kulak verdiği kişilerin fikirlerinden aldığı tesir de onu hâlden hâle çevirir. Hazret-i Mevlânâ dehşetle îkāz eder:

“Allâh’a yemin ederim ki; kötü yılan, kötü dosttan iyidir! Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost; insanı ateşe atar, yakar yandırır!”

“İnsan; konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül; gizlice onun ahlâkını alır, benimser; onun kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir!”

“Doğruluktan nasîbi olmayan, sermayesi bulunmayan arkadaş; sana gölgesini düşürür, senin sermayeni de alır gider!”

İmâm-ı Gazalî -rahmetullâhi aleyh- de bu korkunç âkıbeti şöyle ifade eder:

“Gayr-ı müslimlerle zihnî beraberlik, zaman içinde kalbî yakınlığa döner. Bu kalbî yakınlık da kişinin helâkine sebep olur. İyi bil ki, gafletin getirdiği sarhoşluk, içkinin getirdiğinden daha beterdir.”

İnsanın ihtiyaç duyduğu hakikî dost ise; hakkı ve hakikati söyleyen, insanı doğruluğa, istikamete, adâlete sevk edecek kişiler olmalıdır. Müşahhas misalleriyle;

AYNA VE TERAZİ GİBİ

“Bir kimse incinecek yahut bir şahıs utanacak diye ayna ve terazi doğruyu söylemekten çekinirler mi?”

“Ayna da terazi de yüksek birer mihenk taşıdır. Onlara yüz yıl hizmet etsen de;

«–Hatırım için doğruyu gizle; fazla göster, eksik gösterme!» diye yalvarsan, onlar sana derler ki:

«–Herkesi güldürme. Ayna ve terazi karşısında hilekârlık olur mu? Bizim doğruluğumuz olmasaydı; Allah, gerçeklerin bizim vasıtamızla tanınmasını ister miydi?»”

İnsanın aklı; nefse aldandığında, hakikatin mihengi olma vasfını kaybeder. Aynı şekilde, Hakk’ın hudûdundan çıkmış ilim ve fikir adamları da; dünyaya, makam-mevkiye vesâir fânî şeylere tamah ederek, hakikati çarpıtırlar. Hazret-i Mevlânâ’nın gönül lisânı ne güzel tercüman olur:

“Zevk u safâya düşkünlük, senin aklının gerçeği düşünmesine engel oldu. (Gerçek diye bâtılı göstermeye başladı. Cennet yerine cehennemi cazip göstermeye başladı.)

Aynada tamah olsaydı, ikiyüzlülükte bize benzerdi.

Eğer terazide tamah olsaydı, tarttığı şeylerde gözü kalırdı da onların gerçek hâlini nasıl olurdu da olduğu gibi dosdoğru söylerdi?!.”

Aynalar da zâviyeleri bozularak, çukur ayna, dev aynası, cüce aynası gibi hakikî görüntüyü büyütür, küçültür, eğip büker hâle getirilebilir. Terazi de bozulabilir. İnsan da bu şekilde mânevî ayarları bozulunca, istikametten şaşar.

Peygamber ve Hak dostları ise, şer-‘i şerif ölçüsüyle birbirlerine silsilelerle bağlıdırlar. Onlar birbirlerinin sadâkat ve emânetinin, doğruluk ve güvenilirliğinin şahididirler. Nitekim;

“Teraziyi doğrultan da, eksik tarttığını meydana çıkaran da yine terazidir.”

Çünkü bir terazinin kontrolü, sağlamlığı tespit edilmiş bir başka terazi ile yapılır. Bir kişi; kendini doğru olmayanlarla ölçmeye kalkarsa, onlarla dost olursa, eksikliğe düşer, aklı şaşırır kalır.

Devrimizin ilim ehlini de, Peygamber Efendimiz’in sünnetinin mihengine vurarak değerlendirmek îcâb eder. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinden ayrılmış bir kişi, ayarı bozulmuş bir terazi gibidir.

Her devrin istikametten uzak, dalâlet ehli; hitabetin tesiri, ekranların yaldızı ve medyanın kuvveti gibi unsurları kullanarak, hakkı bâtıl göstermeye çalışmaktadır. İnsanı hakikat yolundan uzaklaştırmak, yoldan çıkarmak isteyen şeytan da; tatlı diller döker, türlü kurnazlıklar dener. Mevlânâ Hazretleri, dikkatli olmamızı işaret eder:

ZÂHİRE ALDANMA!..

“İblis sana; «Sevgili evlâdım.» der. Böylece o lânetlenmiş şeytan, tatlı sözlerle seni kandırmak ister.

Bu kara yüzlü, vaktiyle babana da bu şeytanlığı yaptı. Hazret-i Âdem’i mat etti. Bu karga suratlı, satranç tahtasının başında gayet çevik ve kurnazdır. Sen; onun oyununa yarı uykulu gözlerle bakma, aldanırsın. Çünkü o, seni aldatacak çok oyunlar bilir. Yaptığı oyunlar, boğazında bir çöp gibi yıllarca takılıp kalabilir.

O çöp nedir? Mevki, mal ve mülk sevdası…

Ey Hak yolunda kararsız olan kişi! Mal, çer çöptür. Ama, sende sevdası oldukça da boğazında durur. Âb-ı hayat içmene engel olur.”

İstikamet ve doğruluk, özde ve kalpteki îman ve ihsan şuurunun hayâtiyetidir. Yoksa Cenâb-ı Hak; bâtından mahrum, zâhirden ibaret şeklî düzgünlüğe bakmaz. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.”(Müslim, Birr, 34)

Hazret-i Mevlânâ; dimdik ayakta görünse de, hayâtiyetini kaybetmiş, kuru bir ağacı; kendisini kesmeye başlayan bahçıvanla şöyle konuşturur:

“Kuru ağaç, bahçıvana sorar:

«–Ey yiğit! Benim hatam, suçum olmadığı hâlde neden başımı kesiyorsun?»

Bahçıvan der ki:

«–Sus ey kötü huylu! Senin kuru oluşun suçlu olmana yetmez mi?»

Kuru ağaç;

«–Ben dosdoğruyum, eğri değilim. Suçum yokken beni niçin kesiyorsun?» der.

«–Eğer kuvvetli olsaydın, kurumaz ve kesilmezdin. Keşke eğri olsaydın da yaş olsaydın! Öyle olsaydın âb-ı hayâtı çeker, dirilik suyu ile karışır, hayat bulurdun. Senin tohumun ve aslın kötü imiş, hoş bir ağaca da aşılanmamışsın. Kötü ve acı bir ağaca, hoş bir ağaç dalı aşılanırsa; o hoşluk, o kötü ağacın tabiatını etkiler, onu güzelleştirir, (eğriliği de düzelir.)»”

Dimdik ayakta duran bir ağaç, zâhirî vazifeleri yerine getiren bir kulu temsil eder. Fakat asıl nokta, ağacın hem ayakta hem de hayatta olmasıdır. Hayatta değilse, o kuru ağaç ya sahibi tarafından kesilmeye yahut çürümeye mahkûmdur.

İstikametsizlik, eğrilik; bir noktadan başlayarak her yeri kaplayabilir. Amelde başlayan bir eğrilik, giderek îtikādı sarabilir. Bu sebeple; Rabbimiz’in;

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”(Hûd, 112) emri çok mühimdir. Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu emrin yer aldığı Hûd Sûresi hakkında;

“Beni ihtiyarlattı.”buyurmuştur.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri;

“En büyük kerâmet, istikamettir.” buyurarak mânâ yolculuğunun esas maksadını îlân etmiştir. Hak dostları, Sünnet-i Seniyye’nin en küçük bir hakikatini dahî terk etmeden ihyâ etmeyi büyük bir vazife bilmiş ve tenzihî bir kerâheti işlemek gibi en küçük bir firenin bile çok büyük zararlara götüreceğini ifade etmişlerdir. Bunu bir Hak dostu şu misal ile îzâh eder:

“İnsanın; Efendimiz’in sünnetlerinden tek tek kopuşu, bir halatın liflerinin tek tek çözülüp kopması gibidir. Halat, bütün olarak sağlamdır. Ama tel tel sökülürse, o sağlamlıktan eser kalmaz. Sünnetlerin birer birer hayatımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.”

Hazret-i Mevlânâ da, bir kıssadan hareketle, kulluk hayatında en ufak bir eğriliğe müsaade etmemenin lüzumuna dikkat çeker:

EĞRİLİKLERİNİ DÜZELT!..

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfe olduğu yıllardan birinde bir Ramazan başlangıcıydı. Birkaç kişi, hilâli görmek için bir dağın tepesine çıktılar. İçlerinden biri;

“–Yâ Ömer, işte hilâl, şuracıkta!” dedi.

Hazret-i Ömer, hilâli göremeyince, adama baktı meseleyi fark etti ve şöyle dedi:

“–O ay senin hayalinden meydana geldi, yani senin hayalinde göründü. Yoksa ben gökyüzünü senden daha iyi görürüm. Ben tertemiz yeni ayı göremiyorum. Sen elini ıslat da başına sür, ondan sonra yeni ay tarafına bak.”

Adam, elini ıslattı, başına sürdü. Artık hilâli göremiyordu;

“–Ey mü’minlerin emiri!” dedi. “Ay yok, görünmez oldu.”

Hazret-i Ömer;

“–Evet” dedi. “Kaşının bir kılı kıvrılmış, gözünün önüne gelmişti; o kıl sana bir vehim oku attı.”

Böylece kıvrılmış bir kıl onu şaşırttı da adamcağız «hilâli gördüm» dâvâsına kalkıştı. Kıvrılmış basit bir kıl; gökyüzüne perde olursa, senin her uzvun, her cüz’ün eğri olunca hâlin nice olur? Doğrulara uy da, vücudunun eğriliklerini düzelt. Ey doğru gidişli kişi! İstikametten ayrılma!”

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in girizgâhı ve namazlarımızın değişmez niyâzı olarak tayin buyurduğu Fâtiha-i şerîfede de; bize şu şekilde dâimâ istikamet ve hidâyet duâsı talim etmektedir:

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖ۪يمَ
صِرَاطَ الَّذٖ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ٖينَ

(Yâ Rabbî!..) Bize sırât-ı müstakîmi / dosdoğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!”

Hidâyet ve istikamet, her adımda gerekli olduğu için son nefese kadar bu duâya kavlen ve fiilen devam zarûreti vardır.

Hazret-i Mevlânâ’nın aktardığı niyazlarıyla Rabbimiz’e yalvaralım:

EY ALLÂH’IM!..

“Ey Allâh’ım! Sen güzellikte, kemalde, olgunlukta sonsuzsun; biz de eğrilikte, kusurda sonsuz bir hâldeyiz.

Ey kerem sahibi! Şu bir avuç kötü kişinin eğriliklerini, günahlarını sonsuz lutfunla, ihsanınla ört!

Bizim ömrümüz boş yere harcandı gitti. Ömür elbisemizden tek bir iplik kaldı, o da kopmak üzere; biz büyük bir şehir idik, yıkıldık, harâb olduk, ancak bir duvarımız kaldı. Ey büyükler büyüğü, ey sahibimiz! Şu arta kalanı esirge, muhafaza et, koru. Koru da şeytanın canı büsbütün sevinemesin.

Ey güçlükleri kolaylaştıran Allâh’ım! Sen bize dünyada da, âhirette de iyilik ver, güzellik ver!

Allâh’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde Sen bulun, konak yerimiz Sen ol, yürüdüğümüz yol bizi Sana götürsün, sadece cennete değil.”

Âmîn!..