Hakkı Tebliğ İçin… -1-

Ebedî Fecre

Yıl: 2012 Ay: Ocak Sayı: 83

VAZİFELERİMİZ

Cenâb-ı Hak; insanı, mârifetullah ve ibâdet için; yani Zâtını tanıyıp O’na hakkıyla kullukta bulunması için yarattı.

İbâdet etmek, bir başka ifadeyle kulluk etmek; her hâl ve harekette, öz, söz ve fiilde, devamlı sûrette Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun yaşamaktır. Bu da hayatın tamamını; insanın kalbî, kavlî, fiilî bütün faaliyetlerini şümûlüne alır.

Rabbimiz’in bizleri aile, cemiyet, köy-şehir, millet gibi topluluklar hâlinde yaratmasının bir hikmeti de; bu imtihanın şartlarının, mes’ûliyetlerinin meydana gelmesi içindir. Cenâb-ı Hak, bize; namaz, zikir, tesbihat gibi ibâdetlerle beraber içtimâî vazifeler de veriyor. Çevremize de Cemâlî vasıflarla muâmele eden, merhametli, mütevâzı, hizmet ehli, müşfik, rakîk, hassas… hulâsa; kâmil bir insan şahsiyeti tevzî etmemizi istiyor.

İnsan; içinde bulunduğu beşerî münasebetler dâhilinde, akrabalık bağları itibarıyla; başta anne-babası olmak üzere, evlâtlarına, eşine, akrabalarına; iktisâdî olarak irtibatlı olduğu işçi-işveren, âmir, memur veya müşterilerine; vatan bağıyla milletine; ümmet bağıyla din kardeşlerine; insanlık haysiyetiyle bütün insanlığa karşı çeşitli hak ve vazifelere, zimmet ve mes’ûliyetlere sahiptir.

Bu münasebetlerin bir şûbesi de, mekân ortaklığı ve yakınlığı hukukundan doğan komşuluktur;

KOMŞULUK

Cenâb-ı Hakk’ın bizden nasıl bir komşuluk istediğini ifade etmek sadedinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu mübârek hadîs-i şerifleri ne kadar tesirlidir:

“Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi (yani komşu hakkına riâyet etmeyi) o kadar çok tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.”(Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in komşuluk ile ilgili nebevî fermanları iki husus etrafındadır:

Komşuya eziyet vermemek… Hukukunu, iffetini, ırzını, emniyetini korumak…

Komşuya iyilik, ikram, ihsan hâlinde olmak… Onun derdiyle dertlenmek, sıkıntısına çare olmak…

Demek ki, komşu komşuya zimmetli… Komşu komşuya emânet… Hiçbir müslüman, kardeşinden bîgâne kalamaz. «Kendi başının çaresine baksın» diyemez.

Komşuluk, neticede bir mekân ortaklığı ve yakınlığıdır. İnsan; gözü önünde, civarında olan bitenden mes’ûliyet hissetmelidir. Asrımızda, hızla ilerleyen imkânlar; sık sık söylendiği gibi, dünyayı herkesin birbirine komşu olduğu tek bir belde hâline getirdi. Dünyanın diğer ucuna uçakla yarım günde ulaşılabilmekte. Eski imkânlarla aylar süren bir yolculukla ancak varılabilecek bir iklimde bir âfet meydana gelse, artık haberleşme vasıtalarıyla, dakikalar içerisinde bundan haberdarız.

Haberdar isek, mes’ûlüz.

Ulaşabilecek durumda isek mes’ûlüz.

Çünkü;

MES’ÛLİYET, İMKÂNLAR NİSBETİNDE…

İnsanın mal ve benzeri imkânlarını çoğaltma gayretini tespit ile başlayan Tekâsür Sûresi’nin son âyet-i kerîmesinde buyurulur:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖ۪يمِ

“Sonra, yemîn olsun ki, o gün (size verilen) her nimetten sorulacaksınız!” (et-Tekâsür, 8)

Her imkânın, nerede kullanıldığının, nasıl değerlendirildiğinin hesabı var. Maddî imkânlardan olduğu gibi, mânevî lütufların da hesabı var. Cenâb-ı Hak, bize îman lutfetti… En büyük, en yüce Peygamber’e bizi meccânen ümmet eyledi. Bu nimetlerin şükrünün ne olduğu üzerinde tefekkür etmemiz, hesabını buna göre vereceğimizi unutmamamız îcâb eder.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbına ikrâm edip onları doyurmadan kendisi doymuyordu.

“Komşusu açken tok yatan mü’min değildir.”(Hâkim, II, 15) buyuruyordu.

Bu hadîs-i şerîfi de şümullü bir şekilde anlamak ve yaşamak zarûrî… Bilhassa günümüzde…

Çünkü;

Bugün dünyada mânevî buhran ve rûhî açlık; maddî açlığı fersah fersah geçmiş durumda… Bir âfet hâline gelmiş vaziyette… Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet lutfuna erişen bir mü’min; bu nimetten mahrum bulunanları, kendisine emânet ve zimmetli bilmeli ve onların mes’ûliyetini omuzlarında hissederek, tebliğ ve hizmet yolunda bütün gayretini sarf etmeli, kendisini asla rahata, bezginliğe, yorgunluğa ve gevşekliğe bırakmamalıdır.

Nasıl ki Rabbimiz, muhtacı zengine, yani dünyalığı az verdiği kişileri, bol verdiği kişilere zimmetliyorsa; hidâyetten uzak kalmışları da, hidâyete erişmiş bahtiyar kullarına emânet ediyor.

Tebliğ, davet ve cihad mes’ûliyetimiz var. Bu vazifelerimizi, devrimizin kolaylaştırıcı imkânlarıyla, geçmişe nazaran çok daha büyük çapta gerçekleştirmek mümkün…

Bugün aynı imkânlar; ticaretin, siyasetin, sanat, ilim ve benzeri çalışmaların, hattâ en çok da mâlâyânî eğlencelerin hizmetine sunuluyor. Bütün insanlık her mânâsıyla ihracat ve ithalâtın içinde… Kültürler, kıymetler, inançlar, ahlâkî vasıflar, alışkanlıklar, düşünceler sürekli toplumdan topluma yayılıyor. Çalışan, gayret eden üretiyor, tesir ediyor, yönlendiriyor; çalışmayan, gayret etmeyen tüketiyor, tesir görüyor, böylece âdetâ güdülüyor, nefsânî hayatının girdabında helâk olup gidiyor.

Rûhundan rahmet ve şefkat taşıracak mü’min şahsiyetler ise; cihan pazarında her köşeye ilâhî hakikatleri götürmeli, îlâ-yı kelimetullah şevkiyle Rabbimiz’in yüce kelâmını her beldeye ulaştırmalı, ondan bî-haber hiçbir gönül kalmaması için kavlî ve fiilî faaliyet, hizmet ve duâ hâlinde olmalıdır.

İhtiyacın büyüklüğü ve hizmetimize sunulmuş imkânların genişliğine bakmalı ve şöyle düşünmeliyiz:

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bugün gelse ne yapardı? Nasıl hareket ederdi?

Sahâbe-i kiram olsa nasıl fedâkârâne bir şevk ile hizmet ederdi?

Ölçümüz, bu suallerin cevabıdır.

Onlar on beş asır evvelinin şartları ve imkânlarıyla; yalınayak çölleri aşarak, tebliğ için gittikleri kralların huzurundaki cellâtların nefesini enselerinde hissederek, gurbeti, hasreti, yokluğu; Hak uğrunda gayret heyecanında eriterek, Atlas Okyanusu’ndan Çin’e, Pirene Dağları’ndan Viyana kapılarına uzanan bir fütuhâtın en büyük hamlesini gerçekleştirdiler.

Bir düşünelim; bu gelişmiş ulaşım ve haberleşme imkânlarına sahip olsalardı, günümüzün maddî kuvvetlerine kavuşsalardı, zaten ufuklar kadar geniş olan hizmetlerini nasıl da kanatlandırırlardı!

Onları ancak maddî hudutlar durdurabildi.

İşte tâbiînden Kuzey Afrika fatihi Ukbe bin Nâfî… Dur-durak bilmeden Allah kelâmını yüceltme azmiyle, beldeler ve gönüller fethinde öyle coşkun bir gayret seline dönüşmüştü ki; karşısına çıkan uçsuz bucaksız deryâya âdetâ sitem etti:

VALLÂHİ DURMAZDIM!

“Yâ Rabbî! Şu koca deryâ olmasaydı Sen’in yolunda (hakkı tebliğ için) cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim.”dedi.(İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, Beyrut 1385, IV, 105-106)

Ceddimiz de adım adım geliştirdiği, büyüttüğü ve zarifleştirdiği usûlleriyle hizmet bayrağını elinden bırakmadı. İstanbul’u fethederek, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in iltifâtına mazhar olan o bahtiyar kumandan, gönüller fethinde de ulvî bir hassâsiyet içindeydi. Bir vakfiyesinde şöyle demekteydi:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine ise; kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

İşte bütün tebaasını; komşusu bilen, ulaşabildiği herkesin mes’ûliyetini omuzlarında hisseden ecdadımız…

Geniş imkânlar… Aynı nisbette büyük bir açlık, büyük bir kıtlık, gönülde mahşer gibi kaynayan muhtaçlar, kimsesizler, garipler;

“Duyun feryâdımızı! Karnımız da gönüllerimiz de aç!” diyen mahrumlar…

Bugün önümüzde ne okyanuslar, ne setler, ne duvarlar var. Hizmet ve tebliğ gayretimiz için kendi nefsimizden başka hiçbir mânîmiz, hiçbir mazeretimiz yok…

Elbette bu mes’ûliyeti hissedip, bütün gayretini ortaya koymanın da çok büyük bir ecri ve sevabı var. Bu büyük mes’ûliyetin, ecri de büyük;

MÜKÂFÂTI DA BÜYÜK

Herkesin gitmek istemediği zorlu bölgelerde, zorlu işlerde çalışanlara ilâve bir ücret, bir mahrumiyet zammı, bir vazife tazminatı verilir.

Bugün dünya, kapitalizmin ağında can çekişiyor. Globalleşme, bilhassa îmanlara ve ahlâkî değerlere kastedecek şekilde, eğlence ve moda etrafında ağır bir şekilde; bütün dünyayı, batı dünyasının tefessüh etmiş bataklığına çekiyor. Buna karşı tek çare, aynı imkân ve vâsıtaları; hayrın, güzelliğin, temizliğin, zarâfetin neşrinde istihdam etmek… Bu hususta fedâkârlık gösterenler, âdetâ Cenâb-ı Hakk’a imkânlarını borç vermiş hükmünde olurlar. O «Ödeyenlerin En Hayırlısı», kat kat büyük ikramlarla bizlere ecir ve mükâfâtı verecektir. Nitekim âyet-i kerîmedeki davet ne büyüktür:

“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allâh’a güzel bir borç (Karz-ı hasen قَرْضًاحَسَنًا) verecek yok mu?”(el-Bakara, 245; Ayr. Bkz. Hadîd, 11; Teğâbün, 17)

Zor zamanlarda yapılan destek ve gayret, altın kıymetindedir. Çünkü bir hayrın mükâfâtı ve değeri, katlanılan engeller nisbetindedir.

Gönülde kaynayan bir mes’ûliyethissine sahip bir mü’min; hiçbir mükâfât olmasa dahî, feryatlara duyarsız kalamaz ve harekete geçer. Zira selde sürüklenen kütükler misâli, insanlar fânî girdaplara kapılıyor, zâyî olup gidiyorlar. Gerek kendi memleketimizde, gerek İslâm dünyasında hidâyete muhtaç nice insan var.

Tebliğ ve hizmet, aslî bir vazifedir. Yapılsa da olur, yapılmasa da olur şeklinde yaklaşılacak bir iş değil, hayatî bir görevdir. Nitekim Mekke’nin fethinden sonra; “Vazifemiz sona erdi, artık bağ ve bahçelerimize dönebiliriz.” diye düşünen Medineli müslümanları Cenâb-ı Hak îkaz etmiş;

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”(el-Bakara, 195) buyurmuştur.

«Tanımadığım insanların mes’ûliyeti nasıl olsa bana sorulmaz.» diye düşünmek de çok hatalıdır. Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“(Ashâb-ı kiram arasında şu hakikati) duyardık:

Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam hayret içinde;

«–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der.

Yakasına yapışan kişi ise;

«–Dünyada iken beni hata ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.” (Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, III, 164/3506)

Bugün yaşadığımız şehirlerde, apartmanlarda, işyerlerinde, sokaklarda Allâh’ın râzı olmadığı nice yanlışlarla karşılaşıyor, geçip gidiyoruz. Islahı için ne yapıyoruz? «Herkesi düzeltemem!» demek mâzeret değildir, bize düşen vüs’atimiz kadar, tâkatimizin yettiği kadarıyla ıslah ve davet gayretinde olmaktır.

Tebliğ, emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker yolundaki hizmet gayretleri, sadece muhataplarımızın ihtiyacı değildir. Bizim de ayakta kalabilmemiz; küfür, ilhad ve tâviz selinden üzerimize bir katre dahî sıçramayacak sûrette korunabilmemiz için, yakınlarımıza, aile efrâdımıza, muhitimize; Kur’ân’ı, İslâm’ın güzelliklerini, ahlâkı öğretmeye ve yaymaya çalışmamız elzemdir.

Çünkü bu gayretler ve sâlih ameller, ebedî kurtuluşun anahtarı,

CENNETİN SERMAYESİ

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için gittim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namazı, zekâtı, haccı, Ramazan orucunu ve Allah yolunda cihâd etmemi emretti. Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlardan ikisine vallâhi gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince, benim malım birkaç koyun ve üç-beş deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini yumup salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok, peki ne ile cennete gireceksin?!.»

Bunun üzerine (bu ibâdetlerin kıymetini anladım ve);

«–Yâ Rasûlâllah, bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Biz de her an bu suâli kendimize sormalıyız:

Yaşadığımız hayat bizi cennete götürür mü?

Yaptığımız fedâkârlıklar bizi Sırat’tan geçirir mi?

İşlediğimiz sâlih ameller, yüzümüzü ak çıkarır mı?

Alev alev yanan küfür ve fısk u fücur ateşinde iki dünyalarını yakıp kül eden nicelerinin vebâli bize sorulduğunda,

“Yâ Rabbî! Ben elimden geleni yaptım…” diyebilecek miyiz?

Esas hayat, âhiret hayatıdır. Bu ömür, ancak cenneti kazanmak için bir sermayedir. Rabbimiz’in rızâsını ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hoşnutluğunu kazanabilmek, hayatımızın yegâne gayesi olmalıdır.

Bu gayenin tahakkuku için ve mes’ûliyetlerini yerine getirebilecek bir tebliğ insanı olabilmek için, Cenâb-ı Hakk’ın bizde arzu ettiği vasıfları hâiz olmamız gerekir.

Evvelâ kalbî hayatımızın zengin, yani feyiz ve rûhâniyetle dolu bir şekilde mâmur olması zarûrîdir. Bunun ilk şartı, faydalı ilim;

İLM-İ NÂFİ‘

Faydalı ilim; ilim ve takvânın birbiriyle mezcolmasıyla tahsil olunan, insanı, hidâyete, sâlih amellere, tebliğe, emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker heyecanına sevk eden bir büyük nimettir.

Takvâsı olmayan ilim ise; hidâyet vermeyen, insanı kötülükten alıkoymayan, aksine gurur, kibir, ucub gibi menfîliklere düşüren faydasız ilim, ilm-i lâ yenfa‘ adını alır ki, Efendimiz duâlarında böyle bir ilimden Allâh’a sığınmıştır. Tarihte Kārûn gibi, Bel‘âm bin Baûra gibi nice bedbaht; ilme sahip oldukları hâlde, onu takvâ ile mezcedemedikleri, ihlâs ile hayata, sâlih amellere geçirmedikleri için, ilimleri kendilerine hiç fayda vermemiş, cehennem çukurlarına yuvarlanmalarına mânî olamamıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de; bilgilerinden istifade etmeyen, takvâsız ilim adamları, kitap yüklü merkeplere benzetilir.

Tebliğ insanı, ilim sahibi olmalı; ilmini de takvâ ile, ihlâs ile, muhabbet ile yoğurmalıdır.

Takvâyı bize öğretecek mürebbî ve muallimimiz ise Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu tahsilin usûlünü muhabbetle ittibâ, severek, benimseyerek takip etmek olarak göstermiş ve şöyle buyurmuştur:

اَلْمَرْءُمَعَمَنْاَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96)

Tebliğ insanı, hayatın her safhasında; Allah Rasûlü’ne benzeyebilme, O’ndan asırlar sonra dünyaya gelse de, kalben ve fiilen O’nunla beraber olma gayretiyle yaşamalıdır.

Belli başlı maddeler hâlinde saymak îcâb ederse; kâmil bir insanın, Hakk’ın rızâsına vâsıl bir tebliğcinin, icmâlî olarak şu vasıflara sahip olması zarûrîdir.

Evvelâ;

MERHAMET…

Bir mü’minde îmânın ilk meyvesi, şefkat ve merhamettir. Ondan uzak bir gönül, canlı sayılmaz. Merhamet, Rabbimiz’in güzel isimleri ve cemâlî vasıfları arasında bizlere en çok hatırlattığı Rahmân ve Rahîm isimlerinin masdarıdır.

Merhamet, insanlığımızın bu âlemdeki en mûtenâ cevheridir ki bizi kalben Hakk’ın vuslatına erdirir. Merhametli mü’min; cömert, mütevâzı, hizmet ehli ve aynı zamanda ruhlara hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur.

Şâmil bir merhamet; yani kendi yakınlarından, dünyanın bir ucundaki kardeşine kadar, herkesin uhrevî saâdetini arzu eden, felâkete uğramaması için titreyen bir gönle sahip olmak; tebliğ ehlinin ilk vasıflarındandır.

Cenâb-ı Hak buyurur:

ثُمَّكَانَمِنَالَّذ۪ينَاٰمَنُواوَتَوَاصَوْابِالصَّبْرِوَتَوَاصَوْابِالْمَرْحَمَةِ

(Sarp yokuşu aşmanın mânâlarından biri de) îmân edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti / acımayı öğütleyenlerden olmaktır.”(el-Beled, 17)

Tebliğ vazifesinin şuurunda olan bir mü’minin; muhtaçları arayıp bulması, maddî ve mânevî olarak onlarla ilgilenmesi, bilhassa onlara İslâm’ın güler yüzünü göstermesi lâzımdır. Mü’min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, derin, hassas, rakîk, diğergâm, cömert, merhamet ve şefkat sahibi ve infak heyecanı içinde olmalıdır.

Bu yüksek hasletleri taçlandıracak, çok mühim bir başka haslet de alçakgönüllülük;

TEVÂZU

Tevâzu, mü’minin hiçliğini idrâk etmesidir.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَعِبَادُالرَّحْمٰنِالَّذٖ۪ينَيَمْشُونَعَلَىالْاَرْضِهَوْنًا

“İbâdu’r-Rahmân (yani Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği has kulları) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…”(el-Furkān, 63)

اَذِلَّةٍعَلَىالْمُؤْمِنٖ۪ينَ

“…(O, Allâh’ın sevdiği mü’minler,) mü’minlere karşı alçak gönüllüdür…”(el-Mâide, 54)

Tevâzuun en yüksek misâlini de insanlık; Seyyidü’l-Beşer / İnsanlığın Efendisi olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de müşâhede etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; yıllarca sokaklarında alay, hakaret, tehdit, sözlü ve fiilî saldırılara mâruz kaldığı Mekke’ye fetih ordusunun kumandanı sıfatıyla girerken; gövde gösterisi içinde değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış olarak ve bir şükür edâsı içinde girmişti.

En cüz’î bir benlik tezâhürüne karşı da;

«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır!» buyurmuştu. (Buhârî, Rikâk, 1; Vâkıdî, II, 824)

Aynı gün, karşısında korku ve heyecanla ve âdetâ titremekten dişleri birbirine vurarak;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!” diyen hemşehrisine, imkânlarının en zayıf olduğu zamana ait şu misâli zikrederek sükûnet telkin etti ve:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kast ederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen, senin eski komşunun yetimiyim!..” buyurarak samimî tevâzuun eşsiz bir misâlini sergiledi.

Bir mü’minin mânen kemâle erebilmek için evvelâ tevâzu sahibi olması zarûrîdir. Zira kendini mükemmel kabul edenler, kusur ve eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o kusurların varlığını kabul etmezler.

Tevâzuun zıddı olan kibir ve gurur içindeki bir kimse ne kendini ıslah edebilir, ne de bir başkasına tebliğ ve hizmet heyecanı hisseder. Benliğinin sıkleti içinde yapmaya çalıştığı hizmetler de verimsiz ve neticesiz olur. Çünkü kibir, itici ve nefret ettiricidir.

Kâmil mânâda Hakk’ın arzu buyurduğu bir tebliğ insanının fârik husûsiyetlerinden biri de sehâvet;

CÖMERTLİK

Cömertlik, elde var olanı; ondan mahrum olana ikram etmektir. Nefsin, kendine saklama arzusundan, yani hırs ve cimrilikten kurtulmak, paylaşmak, sevindirmek ve ferahlatmaktan ulvî bir zevk almaktır.

Merhametin mahsûlü olan cömertlik; bir müslümanın, bilhassa tebliğ hizmetine gönül verenlerin fârik vasıflarından biri olmalıdır.

Merhamette olduğu gibi cömertlikte de şümullülük aranmalıdır. Cömertlik sadece maddiyat dağıtmak değildir. Tebessümde cömert olmak, ilgi ve alâkada cömert olmak, vakit ayırmakta, derdiyle hemdert olmakta, ziyaret etmekte, hâlini-hatırını sormakta da cömert olmak, tebliğ faaliyetinde muhatapların gönül kapılarını açar.

Rüzgârlardan daha cömert olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; şahsından istenen maddî hiçbir talebe hayır demeyerek, gözünü kırpmadan yüzlerce deveyi infâk ederek;

“Bu derece cömertlik ancak bir peygamberde olur!” dedirmiş ve sırf cömertliğiyle dahî hidâyetlere vesile olmuştur.

Yediden yetmişe herkese nümûne-i imtisal olan Peygamber Efendimiz; zaman zaman ganimetler sebebiyle büyük imkânlara kavuşmuş, fakat eline geçen her imkânı, fakir müslümanlar, suffedeki muhtaç Kur’ân talebeleri ve kendisinden talepte bulunanlar için derhâl sarf etmiştir.

Ashâb-ı kiram da sehâvet timsalleriyle doludur. Hazret-i Ebûbekir, malını mülkünü İslâm hizmetinde defalarca tamamıyla sarf etmiştir. Müşrik sahiplerinden işkence gören Hazret-i Bilâl gibi köleleri âzâd etmiş, ilerleyen yıllarda da, Tebük gibi seferlerde varını yoğunu Hak yoluna vakfetmiştir.

Mekke-i Mükerreme’de evini hizmet ve tebliğ faaliyetlerine tahsis eden Erkam -radıyallâhu anh-, muhâcir kardeşi Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’a bütün malının yarısını teklif eden Sa‘d bin Rebî -radıyallâhu anh-, Medine’de müslümanların muhtaç kaldığı Rûme kuyusunu, kıtlıkta getirdiği müthiş bir servet demek olan gıda kervanını bütünüyle tasadduk eden Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-… her biri Kerîm Allâh’ın cömert Habîbi’ne berrak birer ayna hükmünde olan sahâvet kahramanlarıdır.

Efendimiz’le her hâllerinde beraber olmayı iştiyak hâline getirmiş ecdadımız da; tebliğ gayesiyle fethettikleri toprakları îmâr etmiş, beldelere çil çil kubbeler saçarak, halka çeşmeler, imâretler, hamamlar, mektepler, medreseler ikram etmişlerdir. Bu hasbî faaliyetler, fethedilen toprakların halkından nasipli birçoklarının İslâm’la müşerref olmasını sağlamıştır.

Cömertlik, tebliğin özüdür. Mazhar olduğu hidâyet nûrunu, karanlıkta kalmış sînelere ulaştırma, onları da aydınlatma arzusu da ulvî bir merhamet ve cömertlik tezâhürüdür. Gönlü aydınlatan îman ve hidâyet nûrunun fer ve kuvveti, etrafını aydınlatma iştiyakı ve arzusuyla ölçülür. Bu da tebliğ ehlinin bir başka vasfını dile getirir: Diğergâmlık;

FEDÂKÂRLIK…

Din; heyecandır, muhabbettir. Muhabbetin en bâriz alâmeti ise fedâkârlıktır. Seven, sevdiğine sevgisini ispatlamak ister. Aşkında sadâkatini, muhabbetinde hakikatli olduğunu göstermeyi arzu eder. Bu uğurda çekilecek cefâlar, onun muhabbetinde ne kadar samimî olduğunu ispatlama fırsatıdır.

Samimî olmayan, dil ucunda kalan muhabbetler ise fedâkârlık imtihanında dökülür. Cânı fedâ edecek bir teslîmiyet gerektiğini görünce, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin çadırının etrafından dağılanlar gibi; muhabbette yiğitlik ve erlik, fedâkârlık meydanında belli olur.

Bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlıkla ölçülür.

O hâlde Allâh’a ve dînine muhabbet besleyen mü’minlerin, Allah yolunda infaklarda bulunup bazı meşakkatlere gönüllü olarak katlanmaları lâzımdır.

Allah yolunda en büyük meşakkatlere enbiyânın, sonra derece olarak onları takip eden evliyâ ve asfiyânın mâruz kaldığı bildirilmiştir.

Hizmet ve tebliğ ehli, Hakk’ın nâmını yüceltme yolunun bin bir meşakkat, fedâkârlık ve ferâgatle dolu olduğunu unutmamalıdır.

Tebliğ ve hizmet yolunda; gurbet, yokluk, mahrumiyet, uykusuzluk, ayıplanma, hakaret gibi çeşitli çilelerle karşılaşılabilir. Bütün bunların Hak katında derece kazanma vesilesi olacağı unutulmamalıdır.

Tebliğ ehli, Allah Rasûlü’nün vârisleri hükmündedir. Dolayısıyla hidâyet elçiliği Allah adına yapılmaktadır. Bu uğurda ne yapılsa, nelere katlanılsa azdır. Unutulmamalıdır ki, îman ve hidâyet nimetinin şükrânesi; o nimetin mahrumlara ulaştırılması için elden gelen bütün gayreti sarf etmek, bu hususta hiçbir meşakkat ve fedâkârlıktan geri kalmamaktır.

Hizmet yolunda fedâkârlığı kolaylaştıran bir husus; bütün cömertlik, îsâr ve ferâgatlerin, aslında birtakım insanlar için değil, Allah için yapıldığının hatırda tutulmasıdır; yalnız Allah için…

İHLÂS VE SAMİMİYET

Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız cömertlik, ruhsuz bir gösterişten ibaret kalır. Samimiyetsiz tevâzu, kibrin ta kendisidir.

İhlâs ve samimiyet; niyetimize Allâh’ın rızâsından başka hiçbir düşünce, beklenti, menfaat ve benzeri bir şeyi karıştırmamaktır. Bu dereceyi yakalamış bir niyet, amelin kendisinden dahî üstündür.

Tebliğ hizmetinde, niyetin hâlis olması çok mühimdir. Çünkü hidâyet nûrunun sadırlarda parıldaması için samimiyet çırası lâzımdır. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi;

“Söz; gönülden gelirse, muhatabın gönlüne kadar ulaşır. Fakat gönülden değil de dudaktan sâdır oluyorsa, o davet ancak, kulağa kadar ulaşır; gönle nüfûz etmez!”

Hattâ Yûnus Emre Hazretleri’nin dediği gibi; dil ve dudak deprenmeden muhatabın gönlünde, dillerin ifadeden âciz kalacağı nice mânâ canlanır.

İşin özü samimiyettir.

Samimiyetsiz hizmet faaliyetleri, kuru bir yorgunluktur. İhlâssız tebliğler; teyp kaseti gibi mekanik, donuk ve soğuktur.

Bir soba kendisini ısıtmadan, kimseyi ısıtamaz. Bir ocak kendisi yanmadan, hiçbir tencereyi kaynatamaz. İhlâs ve samimiyet noktasında tebliğ ehli kendi gönlünü dâimî bir muhasebe ve murâkabe altında tutmak mecburiyetindedir.

İbn-i Ebî Müleyke -rahmetullâhi aleyh- bu hassâsiyeti şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların her biri kendi nefisleri adına nifaktan korkuyorlardı. Hiçbiri, Cebrâil ve Mîkâîl’in îmânı gibi bir îmâna sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ve Hanzala -radıyallâhu anh- gibi sahâbîler, amelleri itibarıyla; “Acaba ben münâfık mıyım?” endişesi taşımıştır. Yine Efendimiz’in ümmetine öğrettiği duâlar içinde yer alan şu niyaz da bu muhasebeyi her an hatırlamayı işaret etmektedir:

“Kalbimi nifaktan, amelimi riyâdan, dilimi yalandan, gözümü haramdan temizle. Çünkü Sen gözlerin hâinliğini, kalplerin gizlediğini bilirsin.”(Câmiu’s-sağîr)

Onlar elbette; şüpheden âzâde tertemiz, yakînî bir îmâna sahip idiler. Ancak, îman ve amellerinin, öz ve söz birliğini, söz ve amel birliğini dâimâ kontrol altında tutuyorlardı. Oldukları gibi görünüp, göründükleri gibi olmaya âzamî gayret gösteriyorlardı. Îmanlarını dâimâ sâlih amel ve hayırlı hizmetlerle perçinleme iştiyakı duyuyorlardı.

Kazanırken kaybetmeme endişesini yüreklerinde duyuyor, nefsâniyetin hoyratlığını bertarâf etmeye; yani günahtan, haramdan, süflî duygulardan âzâde tertemiz bir hayat yaşamaya dikkat ediyorlardı.

Tebliğ insanının bilhassa yüksek bir îtinâ ile sahip olmasının gerektiği en mühim hasletlerden biri de;

İFFET VE HAYÂ

Nefsin istekleri vardır. İnsana, imtihan îcâbı bazı maddelere şehvet ve iştihâ câzibedar gösterilmiştir. İmtihan; kişinin irade kemendini nefse vurarak, bu istekleri dizginlemesi, iffet dairesinde bir hayat yaşayabilmesi hususundadır.

İffet, nefsi her türlü şehvetlerden ve süflî arzulardan muhafaza etmektir. Bu, insana mahsus bir haslettir. Diğer mahlûkat; nikâhı, helâliyeti, maddî-mânevî temizliği, hak ve hukuku gözetmez, mes’ul de değildir. Ancak insan, bu dikkatiyle diğer mahlûkattan ayrılır. Bu sebeple iffetin kaybedilmesi; insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkātın durumuna düşmek demektir.

Îmandan bir şûbe olan hayâ ise; kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak, tavır ve davranışlarda ölçülü olmak, herhangi bir işte haddi aşmamaktır. Hayâ; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in buyurduğu gibi bütün hayırların temeli, her türlü kötülük ve çirkinliğin zıddıdır.

Cenâb-ı Hak; iffet hasletini, ebedî felâha kavuşan mü’minlerin vasıfları arasında şöyle zikreder:

“O (felâha eren mü’minler), iffetlerini korurlar.”(el-Mü’minûn, 5)

İffet ve hayâ, erkek ve kadın bütün mü’minlerin, değil nazar, hayalde dahî zedelememeleri gereken iki yüksek haslettir. Bu hususta, sokağın ve ekranların düştüğü câhiliyye perişanlığından ve pespayeliğinden uzak durmak elzemdir. İşte bir sahâbî hanımın; canından, sıhhatinden ileride tuttuğu iffet endişesi:

“Siyahî bir hanım, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve;

«–Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ edebilir misiniz?» dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.» buyurdu.

Bunun üzerine o hanım;

«–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyazda bulundu.” (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54)

İffet ve hayâ hasletlerinin, hizmet ve tebliğ insanlarında bulunmasının ne kadar zarûrî olduğu izahtan vârestedir. Nitekim Fatih Sultan Mehmed Han, Balkan fütühâtı esnasında; hem yöre halkının ırzını korumak, hem de askerini, ahlâkına gelebilecek sû-i tesirden uzak tutmak için çeşme başlarında tedbirler aldırmıştı.

Yine Fatih devrinde, papazların deneme maksadıyla kızlarını gece vakti bir medreseye göndermeleri ve o medresedeki öğrencilerin Allah korkusuyla parmaklarını mum ateşinde yaka yaka, cehennem azâbını hatırda tutarak nefislerini haramdan korumaları, takvâlı bir ilmin ne güzel misâlidir.

Maddî hususlarda da hizmet ve tebliğ ehlinin, nefsin, dünyada yüz kızartıcı ve âhirette yüz karartıcı iğvâlarından uzak durması, bu hususta sû-i zanna sebebiyet vermekten dahî kaçınması elzemdir.

Yâ Rab!.. Bizleri tebliğ, hizmet ve îlâ-yı kelimetullah mes’ûliyetini idrâk etmiş, bu gaye için fedâkârâne gayret eden, cömert, mütevâzı, merhametli, ihlâslı kullarından eyle!..

Bizleri ve nesillerimizi, tıpkı ashâb-ı kiram ve onların yolundan giden ecdadımız gibi, İslâm’ın güzelliklerini tevzî etmeye, bütün cihanın komşumuz olduğu şu âhirzamanda nice hidâyetlere vesile olabilmek lutfuna mazhar eyle…

Âmîn!..