Hakikî «Bilenler»den Olmak İçin; DUÂ HÂLİNDE BİR ÖMÜR…

Ebedî Fecre

Yıl: 2011 Ay: Şubat Sayı: 72

HERKESİN KABUL ETTİĞİ HAKİKAT

Bütün insanlığın kabul ettiği bir hakikat var.

Ehl-i îman da kabul ediyor bu hakikati, ehl-i küfür de… Ârifler de biliyor, gafiller de… Genç de biliyor, ihtiyar da… Fakir de biliyor, zengin de… Zalim de biliyor, mazlum da…

Herkesin bildiği bu hakikat, bu âlemin her şeyiyle fânî olduğudur…

Âyet-i kerîmeler bu hakikati teyid ediyor:

كُلُّ شَیْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ

“O’nun zâtından başka her şey yokluğa mahkûmdur.” (el-Kasas, 88)

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ

 “Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacaktır.” (er-Rahmân, 26)

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

 “Her canlı ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185, el-Enbiyâ, 35; el-Ankebût, 57)

Herkesçe mâlûm olan bu hakikatin, tekrar tekrar vurgulanmasının hikmeti; bilginin şuur ve idrâke, hayat ve iradeye aksetmesini temin içindir. Çünkü, «gaflet» adı verilen şuursuzluk ve uyuşukluk hâli; insanın bildiği korkunç hakikatler karşısında ürpermesine ve harekete geçmesine mânî olur.

İnsan, ancak nefsinin hoyratlığını bertarâf edip, gafletten gerektiği şekilde sıyrılabilirse; kendisini bekleyen dehşetli âkıbet karşısında dâimî bir haşyet, teyakkuz ve hüzün içerisinde olur, her adımında da bu korku ve ürpertiyle hareket edebilir.

Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:

“Eğer (ölüm ve âhiret hakkında) sizin bildiklerinizi hayvanlar bilseydi, yemek için onlarda et bulamazdınız. (Korkudan, yemez, içmez; bir deri bir kemik kalırlardı.)” (Beyhakî)

Mîrâca, huzûr-i ilâhîye nâil olan ve mâzî ile istikbâlin, önüne perde perde açıldığı o hengâmda, âhireti, azâbı, hesabı ve mahşerin yürekleri oynatan ahvâlini müşâhede eden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyururlar:

 “Allâh’a yemin olsun ki, eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda hanımlarınızla olamazdınız; yollara, çöllere dökülür, (iptilâları def etmesi için) Allâh’a yalvar yakar olurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «nezîr/îkaz edici» olarak, insanı bekleyen âkıbetin haberlerini bizlere getirdi. Biz de öleceğimizi tabiî olarak bildiğimiz gibi, kabirde, haşirde ve ötesinde bizleri bekleyen ahvâli de îmânımız gereği biliyor, tasdik ediyoruz. Lâkin bilmekten asıl murad; haşyete gelmek, ürpermek, derhâl kulluğumuzu duyarlı hâle getirebilmektir;

BİLMEK, HAŞYET DUYMAKTIR

İnsan, ancak ve ancak fânîliği üzerinde tefekkür ederek, fânîliğini idrâk ederek; nefsin temâyüllerine, tasallutlarına karşı durabilir.

Çünkü fânîlik, acziyettir. Kul âcizdir; Kādir-i Mutlak ise Cenâb-ı Hak’tır.

Acziyetini idrâk eden insan;

“Aman yâ Rabbî!” diyerek, Allâh’a sığınır. Nefsinden Allâh’a kaçar; şeytandan Allâh’a koşar; ölümün, kabrin ve âhiretin fenâ âkıbetinden Allâh’a ilticâ eder. Çünkü bilir ki;

Bilgi, işte bu bilgidir. İlim, işte bunu bilmek, bunu yapabilmektir. Gerisi, kuru bir lakırdıdır, mavaldır. Ham bir ezberdir. Boş bir tekerlemeciliktir. Sadırlara uğramamış hakikatleri, satırlara dizmektir.

Son asırlarda, müsbet ilimlerle dünyevî olarak ilerlemek, okullar okumak, tahsil yapmak ehemmiyet kazanınca; Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği «okumak», dînimizin farz kıldığı ve methettiği «bilmek» hasletlerini; böyle dünyevî, alelâde okumak ve kuru bir bilgi yoğunluğuna sahip olmakla karıştıranlar oldu.

Hâlbuki, Kur’ân ve Sünnet lisânında, İslâm büyüklerinin lisânında bu hususlar mânevî ve hakikî mâhiyetlerinde birer okuma ve ilimdir;

İLİM, MÂRİFET İLMİDİR

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vefât ettiğinde, Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anhümâ-;

“–İlmin onda dokuzu gitti.” buyurdu.

Bunun üzerine sahâbe-i kiram kendisine;

“–Daha içimizde pek çok âlim var!” dediler.

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anhümâ- ise;

“–Ben mârifet ilminden bahsediyorum.” cevabını verdi.

Marifet ki, Cenâb-ı Allâh’ı kalpte tanıyabilmektir. Her âyetin kalpte ayrı bir derinlik kazanmasıdır.

Dolayısıyla mârifet, kalbin derinliğine göre seviye kazanır. Meselâ bir karınca kapasitesindeki kalp, bir damlayı koca bir derya zanneder; fakat mârifetullah ile derinleşmiş bir kalp ise, okyanusların bile küçücük bir damla olduğu idrâki içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret, haşmet, ve azametinin farkında olarak hiçleşir. İşte mârifet budur.

Bu mârifete sahip olan sahâbe, yediği lokmaların zikrini ve tesbihini bile duyardı. Bir âyet indiğinde gökten bir sofra gelmişçesine hemen onunla gönüllerini gıdalandırır ve «mârifetullah»ta kalplerinin kıvamlarını artırırlardı.

Makbul olan ilim işte budur. Bu ilim, sahibini takvâya götürür. Fâtır Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, gerçek bilenleri ifade ile;

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا

“Kulları içinden ancak âlimler; Allah’tan (gereğince) haşyet duyar, korkar.” (Fâtır, 28) buyurmaktadır.

Demek ki, bilmek takvâdır. Bilen haşyet duyar, takvâ ile hareket eder. Haşyet ve takvânın takip etmediği bir bilgi, sahibi için ancak bir yüktür. Hem de;

MERKEP YÜKÜ!

Kur’ân-ı Kerim; ehl-i kitâbın muhabbet ve mârifetten nasipsiz, ihlâs ve takvâdan mahrum, riyâkâr din ve ilim adamlarını şu hazin misal içinde zikreder:

“Tevrat’la mükellef tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (el-Cumua, 5)

Teşbih, ağır olduğu kadar düşündürücüdür. Hakikaten bir merkep, taşıdığı yükün ne olduğuna hiç iltifat etmeksizin onu sadece taşır. Taşıdığı şey ne kadar kıymetli olursa olsun, bundan dolayı bir şeref ve haysiyet de elde etmez. Çünkü sadece bir taşıyıcıdır. Yükünün zihniyle de fikriyle de sadece hamallığını yapar.

Bu, vazifesi yük taşımak olan bir mahlûk için kıymetten düşürecek bir hâl de değildir. Fakat insanın, eşref-i mahlûkat olan varlığın bu hâle düşmesi; kiminde merhamete muhtaçlık, kiminde de ibrete şâyan bir durumdur. Çünkü bu çok yüksek bir kabiliyetin, rezil bir şekilde israfıdır. «Mârifetullah»tan, yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmekten uzak, insanı hikmete intikal ettiremeyen ve onu kalben Hakk’a ulaştıramayan bütün ilmî faaliyetler; insanın tabiatında var olan öğrenme meylinin israfı demektir.

O hâlde, nedir hakikî ilim?

Nedir insandaki lutf-i ilâhî olan öğrenme kabiliyetinin, bilme arzusunun gerçek adresi ve bu ilmin hakikî mâhiyeti? İnsana faydalı olan ilim, hangi vasıflarla beraber bulunmalıdır?

Bu suallerin cevâbını veren âyet-i kerîmede şöyle buyurulur;

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de şahıslar ve isimlerden ziyade vasıflar ve davranışlar üzerinde durur:

Îmân edenler, amel-i sâlih işleyenler, müttakîler…

İnkâr edenler, münâfıklar, zâlimler, fâsıklar… ilh.

Bu tabirlerin öncesi ve sonrası tahlil edildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın tarifleriyle karşılaşırız. Cenâb-ı Hak, âdetâ maddeler hâlinde açıkladığı bu özelliklerle bize, râzı olduğu ve olmadığı vasıfları bildirir. (Bkz. Bakara, Enfâl, Mü’minûn sûrelerinin ilk âyetleri ilh.)

Bu âyet-i kerîmedeki, «bilenler» ve «bilmeyenler» tabirlerinin anlamı da, sadece lügat mânâsıyla «cahiller ve bilgi sahipleri» demek değildir. Bunlar; mânâ muhtevâsı yine Cenâb-ı Hak tarafından doldurulan birer Kur’ân mefhûmudur. Nitekim âyet-i kerîme sibak ve siyâkı, yani öncesi ve sonrası ile birlikte tahlil edildiğinde; bizlere, Allah katında ilim ve cehâletin ne mânâya geldiğini çok açık bir sûrette beyân etmektedir. İşte maddeler hâlinde;

«BİLENLER»İN VASIFLARI

1. وَقَائِمًا سَاجِدًا Geceleri, bilhassa seherlerde secde ve kıyam hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek;

2. الْاٰخِرَةَ يَحْذَرُ Her an, her hâl ve her davranışımızda Hesap Günü’nün endişesi ve titreyişi içinde olabilmek; yani fânîliğin idrâki içinde bulunmak;

3.  رَحْمَةَ وَيَرْجُوا رَبِّهٖ۪ Rabbimiz’in merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde olabilmek.

Bu üç maddenin tam idrak edilmesi ve yaşanması, bir bakıma şu maddeleri de ihtiva etmektedir:

a. Takvâ üzere, yani Rabbe yakınlaştırıcı bir hayat istikametinde yaşamak; iç âlemi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıcı menfî vasıflardan korumak ve üzerimizde cemâlî sıfatların tecellîsi için, fiilî duâ demek olan gayretler, amel-i sâlihler içinde olabilmek;

b. İhsân ehli olmak; cömert, güzel ahlâk sahibi ve her an ilâhî müşâhedenin, yani ilâhî kameraların altında bulunduğunun şuuru içinde olabilmek;

c. Kalbin ihtiraslardan muhafazası için gereken her türlü gayreti göstermek;

d. Dînin yaşanması ve tebliği husûsunda karşılaşılan sıkıntı ve zorluklara sabretmek.

«Bilmeyenler»in belli başlı vasıfları ise şöyledir:

1. İnkâr ve nankörlük;

2. Sadece başı dara düştüğünde, sıkıntılı zamanlarda Allah demek; rahata erince de her şeyi unutup, kulluk ve yakarışı terk etmek;

3. Nefsânî arzulara râm olarak insanları Allâh’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koşmak. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Hevâ ve hevesini ilâh hâline getirenleri gördün mü?..” (el-Furkān, 43) buyurulur.

Cenâb-ı Hak, «bilmeyenler» tabirini, bazı âyet-i kerîmelerde direk olarak, başka bir kayda yer vermeksizin; «müşrikler» mânâsında kullanmıştır. (el-Bakara, 113, 118; Yûnus, 89; er-Rûm, 59; el-Câsiye, 18) Meselâ âyet-i kerîmede buyurulur:

“Andolsun ki Biz, bu Kur’ân’da insanlar için her çeşit misâle yer vermişizdir. Şayet onlara (o müşriklere) bir mûcize getirsen inkârcılar kesinlikle şöyle diyeceklerdir: «Siz ancak bâtıl şeyler ortaya atmaktasınız.» İşte «BİLMEYENLER»in kalplerini Allah böylece mühürler.” (er-Rûm, 58-59)

Tefsirlerde, BİLMEYENLER ifadesi çerçevesinde, Hakk’ı bilmeyenler, «mârifetullâh»a erişemeyenler şeklinde îzâh edilir.

Nitekim, İslâm şafağından önceki karanlık zulüm ve zulmet devrine «câhiliye dönemi» denilmiştir. İslâm’a karşı duranların, müslümanlara elinden gelen kötülüğü ve zulmü sergileyenlerin elebaşı olan Amr bin Hişâm da, Fahr-i Kâinât Efendimiz tarafından «Ebû Cehil: Cehâletin babası, hâmîsi, başı» diye adlandırılmıştır. Hâlbuki, zekâ ve dünyevî bilgi açısından Ebû Cehil, hiç de câhil bir kişi değildi. Bilâkis, kavmi arasında akıl ve zekâsıyla temâyüz etmişti.

Demek ki, Kur’ân ve Sünnet lisânında, Hakk’ı idrâk edemeyen bir akıl, hamâkattir, O’nu bilmeyen ve O’na teslim olmayan bilgi de binlerce cilt ansiklopedi de doldursa, cehâletten ibarettir.

Çünkü bilmekten murad;

KİŞİ, HAKK’I BİLMEKTİR

Bilmek; ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olup, ilâhî feyz ve tecellîlerden nasîb alabilmektir.

Bilmek; muammâyı çözmek, dünya girdabından çıkaracak cevabı bulmaktır. Bu cevap ise, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere;

“Müslüman olarak can verebilmek…”tir. (Bkz. Âl-i İmrân, 102)

Bilmek, ölmeden evvel nefsin esâretinden kurtularak hakikat sabahına uyanabilmektir.

Bilmek; ilâhî hesaba çekilmeden evvel, kendini hesaba çekebilmektir.

Bütün ilimler, Allah Teâlâ’nın varlıklara ve hâdiselere koyduğu kāide ve kanunların tespit ve keşfinden ibarettir. Lâkin, bunları tespit ve keşif; kulu yaratılış hikmetine ulaştıran hakikî mânâdaki «bilmek» değildir. Âyet ve hadislerde methedilen ilim de bu değildir. Çünkü bilmek, sırf seyretmek de değildir.

Makbul olan bilmek; dünyaya geliş ve gidişin sebebini kavramaktır, kimin mülkünde yaşadığımızın idrâki içinde olabilmektir, varlıkların hâl lisânından anlamaktır, hikmete âşinâ olarak bir sırrı çözebilmektir.

Bu sırrı çözen bahtiyarlardan olan Mevlânâ Hazretleri; zâhirî ilimlerin zirvesinde olduğu fakat henüz Hakk’a yakınlığın lezzetini lâyıkıyla tadamadığı devresini «HAMDIM», ilâhî hazza nâil olduğu devreyi «PİŞTİM», kâinattaki esrar tecellîlerinin kendisine bir kitap gibi açılıp ayân olduğu devreyi de «YANDIM» sözleriyle hülâsa etmiştir.

Hakikaten, ilimde derinleşen bir insanın rikkat ve hassâsiyeti artar. Gerçek bir ilim, insanı hayret vadilerinin seyyahı eyler. İnsan, kâinattaki hikmet ve hakikatlere vukuf kazandıkça, acziyetini, haddini bilir ve hiçliğini idrâk eder. Yani nefsini bilir. Nefsini bilen de, Rabbini bilir.

Bilen; mahlûkatın ve mülkün gerçek sahibini tanır, bu sebeple Yaratan’dan ötürü yaratılanlara karşı engin bir şefkat kucağı ve merhamet kanadı olur.

Bilen, affeder; bilen, sabreder; bilen, sever. Bilen; Rabbinin rızâsını ve yakınlığını arar, îmânın halâvetine nâil olduğu için îmânın meyvesi olan merhamet, hizmet ve tevâzû onda bir lezzet hâlindedir.

Bilen; incitmez, incinmez. Onun lisânı, rahmet tevzî eder; kalbi, rahmet taşırır.

Bilen, azamet-i ilâhiyye ve kâinattaki ilâhî kudret akışları karşısında dâimâ tefekkür hâlindedir. Nezâket, zarâfet ve hassâsiyet onda bir tabiat-ı asliye olmuştur;

BİLEN, GÖNÜL İNSANIDIR

Bilen; dünya ile âhiret, yani kul rızâsı ile Hak rızâsı arasında tercih yapmak mecbûriyetinde kaldığında, Hak rızâsına râm olur. Dünyayı seçmek hamâkatine düşmez.

Bilen, fânî dünyanın aldatıcı oyuncaklarıyla meşgul olmaktan kurtulmuştur. Kendine ait fânî mülkiyeti de kalbinin dışında taşır.

Bilen; kalbinin kasa olmasından, şöhret ve şehvetin şerrinden kurtulandır.

Bilen; servet, şehvet ve şöhretin, Züleyhâ’nın; «heyte lek» (gelsene bana) deyişi gibi sıcak ve câzip davetlerine, Hazret-i Yûsuf gibi; «Maâzallah!: Allâh’a sığınırım» diyebilecek gönül kıvâmına sahiptir. (Bkz. Yûsuf, 23)

Bilen; ayakta iken, otururken, yanı üzerindeyken, yani her an «Bir» olan Rabbi ile beraber olmanın gayreti içinde olur.

Bilen, «nefsin esâreti»nden kurtulmak için rûhânî bir hayat yaşama gayreti içinde bulunur.

Bilen, her yerde ve her ahvalde huzur ve saâdeti bulur.

Bilen, kendini toplumdan mes’ul hisseder.

Bilen; vatanın, milletin, bayrağın emânet olduğunun idrâki içindedir. Çünkü îmânın, ırzın, nâmusun, malın, canın muhafazası; vatan ve milletin muhafazası ile olur.

Bilen, «seyr-i bedâyî» yani kâinattaki ilâhî sanat hârikalarının câzibesine hayranlık duyar. Bilen, cihanın dilinden anlar. Çünkü bilenle her şey konuşur.

Bilen, akıl ve kalp duyuşlarının âhengi içindedir.

Bilen, îmânın aşk ve vecdinin heyecanı içindedir.

Bilen, irfanla nasiplenir.

Bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a ulaşır.

Rabbini kalpte tanıyıp bilen, her şeyi bilir, O’nu bilmeyen hiçbir şey bilemez.

Bilen, bilmediğini bilendir. İlm-i ilâhînin azameti karşısında hiçliğini idrâk eden ve O’na ilticâ edendir.

Bir hak dostunun buyurduğu gibi:

“Yâ Rabbî! Seni bulan neyi kaybetti? Seni kaybeden neyi buldu?”

Hakk’ı idrâk  ile kendi fânîliğini, acziyetini müdrik olan insan; ömür boyu duâ hâlinde yaşamaya mecbur olduğunu da bilir.

Bu sebeple, hakikî bilenlerden sayılabilmemiz için, faydalı ilme sahip olabilmemiz için; hayatımızın her safhasını duâ hâline getirmemiz zarurîdir. Ömrümüzün her ânı; Cenâb-ı Hakk’a tazarrû, niyaz ve ilticâ hâlinde geçmelidir.

BİLHASSA SEHERLER…

Âyet-i kerîmede mü’minlerin vasıfları arasında buyurulur:

وَبِالْاَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

 “Onlar, seher vakitlerinde istiğfâr ederler.” (ez-Zâriyât, 18)

«Bilenler»in tarifinde olduğu gibi, geceleri ihyâ etmek; mü’mindeki muhabbet ve ihlâsın en mühim meyvesidir. Rabbini sevdiğini iddiâ eden bir kişinin sabahlara kadar gaflet içinde uyuması mümkün müdür? Seherleri ihyâ etmek, kulun Rabbine duyduğu hâlisâne muhabbet ve tâzîmin bir ifadesidir. Gafletle geçirilen veya uykuya mahkûm edilen bir gece ise; taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıp sayılmalıdır.

İstiğfâr ise bağışlanmak için yalvarmaktır. Kul, faraza hiçbir günah işlememiş de olsa; nâil olduğu bin bir lutf-i ilâhîye karşı şükrün hakkını îfâ edemediğinin mahcûbiyetiyle, yine Cenâb-ı Hakk’a karşı acziyetini itirâf içinde olmalıdır. Bu sebeple günahtan korunmuş, gelmiş-geçmiş hataları da affolunmuş peygamberler de dâimâ istiğfar ve duâ hâlinde yaşamışlardır.

Hak dostları da dâimî bir istiğfâr içindedir. Zaten faydalı ilme nâil olan, hakikî mânâda bilen her kalp; hisseder, duyar ve temâşâ eder ki; yerde ve göklerde ne varsa, ilâhî takdîre râm olmuş bir hâlde, O sonsuz kudret sahibini lisân-ı hâl ile zikretmekte ve O’na fâsılasız bir şekilde yalvarmaktadır.

Kâinâtın sır ve hikmetini sezen kişi bilir ki; Allâh’a sığınmak, kulluk muktezâsıdır;

DUÂ, YARATILIŞ KANUNUDUR

Duâ, kalpte Allâh’a açılan en yüce kapının anahtarıdır.

Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü’minin rûhuna nakşolur, şahsiyete karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek ruhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Onların kalpleri, duâya sarılmanın ehemmiyetine dair şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkaz ile ürperiş hâlindedir:

Cenâb-ı Hak buyurur:

(Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!?. (Ne kıymetiniz var!?.) (el-Furkān, 77)

Her zerresiyle bütün kâinat, Cenâb-ı Hakk’a secde ve niyaz hâlinde iken; Allâh’ın en büyük lütuflarına nâil olmuş insan, eğer duâdan, Hakk’a yalvarmaktan müstağnî kalırsa, onun ind-i ilâhîde ne kıymeti olabilir?

Duâ, Allah ile kul arasında mânevî bir bağdır. Bu bağı koparmış bir kulun âkıbeti; varlık âleminde sahipsiz, başıboş bir perişanlıkta helâk olmaktan başka ne olabilir?

Duâ ve ibâdet, yani Hakk’a samimî bir niyaz ve kulluk; kula, kıymetini kazandıran yegâne vesiledir. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.

Duâ; sonsuz kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’a, acziyetimizi idrâk etmiş bir şekilde yönelerek, O’nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemizdir.

Duâ; acziyet ve kusuru îtiraf ile ilâhî merhameti imdâda çağırmaktır.

İlk insan Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ Vâlidemiz; ayaklarını cennetten kaydıran hatalarından sonra Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişler ve böyle tekrar affedilmişlerdi:

رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖ۪ينَ

 “(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyân edenlerden oluruz.” (el-A’râf, 23)

Hazret-i Âdem’den, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e bütün peygamberler; ağır mes’ûliyetleri içinde en büyük huzur ve ferahlığı, Cenâb-ı Hakk’a içli niyazlarında, samimî yakarışlarında, müstecâb duâlarında buldular.

Bizlere duâyı yaşayışıyla en güzel tâlim eden, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten yaptığı duâlarda sık sık;

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) diyerek, acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederdi. Ayrıca duânın ehemmiyet ve tesirini şöyle ifade buyururlardı:

DUÂ, İBÂDETİN ÖZÜ

“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allah katında O’na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah, kendisinden bir şey istemeyeni (gaflet sebebiyle kendini duâ etmekten müstağnî görenleri ve duâyı ihmâl edenleri) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabul olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerim’dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid, 9219-20-21-22-25)

Hakikaten yüksek ruhların lisânı ve sözlerin en güzeli olan samimî duâlar, nurdan ve sevdâdan doğar. Ümitsize hayat verir, kırık kalpleri teselli eder. Duâda kalbe huzur bahşeden, Rabb’e teslîmiyet sırrı gizlidir.

Duâda sözlerin hakikatinin, hislerin samimiyetinin işareti; pişmanlık ateşiyle yanan bir kalp ve yaş döken bir gözdür. Nitekim Hazret-i Mevlânâ kuddise sirruh  kabule mazhar olacak bir duânın sırrını şöyle ifade eder:

“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”

Dolayısıyla duânın kabulü için gönlü yanık, gözü yaşlı bir mü’min; «havf ve recâ» yani korku ile ümit arasında titreyerek Rabbine niyâz etmelidir. Dil duâ ederken, kalp de, duânın yüklendiği arzulara ait mânâlar ile titremelidir. Affı için yalvarıyorsa, günahı bir daha işlememeye kat’î bir azim ve kararlılık içinde olmalıdır… Aksi hâlde duâ; huzûr-i ilâhîye gayr-i ciddî, lâubâlî bir sûrette çıkmak mânâsına gelir ki, böyle bir duânın kabulü bir yana, -Allah korusun- bedbahtlık sebebi olur.

Rivâyet edilir ki Hazret-i Musa -aleyhisselâm-, düşkünlük içinde duâ eden bir adama rastladı ve onun zâhirî hâline bakarak duâsının kabul olmasını gönülden arzu etti. O sırada Allah Teâlâ’dan Musa -aleyhisselâm-’a şöyle bir vahiy geldi:

“Ben o kuluma senden daha çok merhametliyim. Fakat o, diliyle Bana duâ ederken; kalbi, sahip olduğu koyun sürüsüyle meşguldür! (Bu sebeple duâsını kabul etmiyorum.)

Musa -aleyhisselâm- bu durumu kendisine bildirince, adam derhâl kendini toparladı ve hâlis bir gönülle Allah Teâlâ’ya yöneldi.

Hâsılı; istiğfâr ederken, rahmet dilerken, hayırlar niyâz ederken, kalbimizin de aynı duygular içerisinde çırpınması, duânın âdâbı ve kabulü için zarurîdir.

Duânın kabulünü kolaylaştıran ve hızlandıran bir husus da;

KARDEŞLİK BEREKETİ

Kardeşlik husûsunu gözeterek davranmaya, merhametli, cömert, diğergâm olmaya büyük bir bereket halk eden Cenâb-ı Hak; bir mü’minin din kardeşinin gıyâbında yaptığı duâyı da süratle kabul buyurur.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50)

Bu hususta, duâyı yapanın mânevî mertebesinden ziyâde, kalbinin hulûsu ve samimiyeti mühimdir. Nitekim bir gün Mârûf-i Kerhî Hazretleri, çarşıda bir sakaya, yani su satıcısına rastlar. Saka;

“Allah rızâsı için benim suyumdan içiniz.” diye seslenmektedir.

Mârûf-i Kerhî Hazretleri; sırf «Allah rızâsı için» diyen sakanın bu duâsını almak niyetiyle, nâfile oruçlu olduğu hâlde o sudan alır ve içer.

Mârûf-i Kerhî vefat ettikten sonra evliyâdan bir zât, onu rüyasında güzel bir mevkîde görür:

“–Cenâb-ı Hak hangi amelin sebebiyle sana bu ikramda bulundu?” diye sorar. O da;

“–Sakanın Allah rızâsını talep ederek ettiği duâ ile.” der.

Elbette mazlum ve gönlü kırık mü’minlerin duâsını almak kadar, onların bedduâlarından sakınmak da aynı derecede mühimdir.

Nitekim Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykûbad, şehrin kalesini tamamladığında, Hazret-i Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’den teberrüken kaleyi görmesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini rica eder. Bahâeddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der:

MÂNEVÎ KALELER…

“Kaleniz, sel âfetlerine ve düşman akınlarına tedbir olarak fevkalâde güzel ve kuvvetli. Fakat siz; idareniz altındaki mazlumların, ezilen insanların bedduâ oklarına karşı hangi tedbiri aldınız? Unutmayınız ki onların bedduâ okları; yalnız kaleniz gibi bir kaleyi değil, yüz binlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harabeye çevirir.

En iyisi, adâlet ve iyilikten burçlar dikin ve sâlih kullardan, hayır duâ ordusu teşkîl etmeye bakın. Bunlar, sizin için surlardan daha mühim bir emniyet vesilesidir. Çünkü halkın ve dünyanın güven ve huzûru o duâ askerleriyle sağlanır.”

Hakikaten, mü’minlerin her türlü nâiliyyet, muvaffakıyyet ve zaferleri, gösterilen gayret ve çabaların yanı sıra, ihlâslı duâların da bir berekâtıdır. Bunu asla ihmâl etmeyen ecdadımız seferlerine bilhassa mâneviyat ile de hazırlanmıştır.

Sultan Alparslan’ın, Malazgirt Muharebesi’ni bütün mü’minlerin Cuma namazında, kendileri için duâ edecekleri gün ve saate tehir etmesi, Sultan Murad Hân’ın Kosova Meydan Muharebesi öncesinde;

«Yâ Rabbî! Gerekirse ben kurban olayım, fakat zafer nasîb olsun!» diye samimî ve icâbet buyurulan duâsı yüzlerce misalden birkaçıdır.

Onlar, şehirler, beldeler aldıkları o muazzam zaferlerden dönüşlerinde de; hayır duâlarına tâlip oldukları fakir-fukarâ, garip-gurebâ için, imâretler, hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler yaptırarak gönüller almışlardır. Bugün onların âhiret ufuklu hayatlarını anlamayan nâdanların; ömrü at sırtında geçmiş padişahları, harem safâsı süren ehl-i keyfler olarak tasvir eden, tarihe ihânet, vefâya hıyânet eden gayretkeşlikleri ne büyük bir perişanlıktır. Bunlar; kabirlerindeki ecdadın kemiklerini sızlatacak, onların bedduâsını, âhını alacak, son derece iğrenç faaliyetlerdir.

Mazlumun âhı için hadîs-i şerifte buyurulur:

SAKININ!

“Mazlumun bedduâsını almaktan son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29, 31)

Bir duânın kabul edilmemesi, her zaman duâ edenin samimiyetsizliğinden kaynaklanmaz. Bazen murad edilen husus, kader-i mutlaka muvâfık olmadığından duâ kabul edilmez ki; o duânın ecir ve karşılığı mü’min için daha hayırlı yurt olan âhirete intikal ettirilmiş demektir. Bazen duânın kabulü için vakt-i merhun gelmemiş demektir. Mü’min için duâ; yalvarıştır, hâlini arz etmektir, îtiraftır, teslîmiyettir. O hâlde, niyâzın kabulüne de, kabul edilmemesine teslim olmak îcâb eder. O kapıda bekletilmek de lütuf bilinmelidir.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ, bunun bir hikmetini de temsilî olarak şöyle anlatır.

“Nice samimî kişiler vardır ki; ağlayarak, sızlayarak içten yaptıkları duâlar, ta göklere kadar yükselir! Bunun üzerine, melekler Cenâb-ı Hakk’a yalvarırlar;

«Ey her duâyı kabul eden Rabbimiz! Mü’min kulun yalvarıp yakarıyor; Sen’den başka güvenecek, dayanacak bir varlık bilmiyor, tanımıyor! Sen, Sen’i tanımayanlara, Sana yabancı olanlara bile ihsanlarda bulunursun; her dilek sahibi, dileğini Sen’den diler! Bu kulunun duâsını niçin kabul etmiyorsun? Bunun hikmeti nedir?»

Cenabı Hak, meleklere buyurur ki:

«Mü’min kulumun dileğini vermeyi tehir edişim, onu suçlu ve hor gördüğümden değildir! Onun dileğini geciktirmemde, ona bir lütuf ve yardım vardır!

İhtiyacı, o kulumu gafletten uyandırdı; Ben’i düşünmezken, Ben’i hatırlamazken, ihtiyaç onu aldı, saçından tuttu, çeke çeke Bana, Ben’im huzûruma getirdi. Onun ihtiyacını giderir, duâsını kabul edersem, Ben’i unutur da döner, çocuklar gibi oyuna dalar!

Gönülden ve candan yalvararak, kalbi kırık, gönlü yaralı, içi yanarak, ağlayarak inleyerek; ‘Aman yâ Rabbî!’ diye sızlanıyor, yakarıyor ama; onun inlemesi, sızlanması; ‘Yâ Rabbî, yâ Rabbî!” diye seslenmesi, derdini dökmesi, sırlarını söylemesi Bana hoş geliyor.»”

İnsanın artı ve eksi yönlerde pek çok temâyülleri bulunan fıtratı duâ husûsunda da haddi aşabilir. Âyet-i kerîmede bu hususta bir îkaz vardır:

ALLAH, AŞIRILIĞI SEVMEZ!

“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A’râf, 55)

Duâlarda; merasim edâsıyla, riyâkârane, yapmacık, kalbin iştirâk etmediği cilâlı cümleler, ciğerleri yırtarcasına bağırmalar ve nümâyişli sözler hiç de makbul değildir. Bunlar; rahmet-i ilâhiyyeyi coşturmaktan ziyâde, cemaati hislendirmeye yarar, samimî olmadığında kişiyi mes’ul eder, duânın özünü, rûhâniyetini ve kudsiyyetini zaafa uğratır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, böyle duâ edenler hakkında:

“Bir zümre gelip, duâlarda haddi aşacaklardır.” buyurarak bu hâle düşmemek husûsunda ümmetini îkaz eder.

Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:

“Siz bir sağıra duâ etmiyorsunuz. İşitici ve size pek yakın bir Allâh’a niyâz ediyorsunuz.” (Buhârî, Cihad, 131)

Unutmamalıyız ki, insan olmanın gerçek şeref ve haysiyetine günahlarımızdan affolunarak ulaşabiliriz. Ölümle birlikte ebedî affın sırrına ermek ve Hakk’ın sonsuz lütuflarını tatmak isteyenler, öncelikle gönül bahçelerindeki güllerden vecd hâlindeki duâ ve niyazlar ile af râyihası çıkarma gayreti içinde olmalıdırlar. Biz de niyâz ederiz ki sonsuz kudret ve merhamet sahibi Rabbimiz, bize rahmetiyle muâmele etsin ve üzerimize af lütuflarını yağdırsın.

Yâ Rabbî! Bizleri gaflet, hamâkat ve cehl ehli olmaktan muhafaza buyur. Bizleri; geceleri duâ ve istiğfâr ile nurlandıran, âhiret endişesi içinde duâ ve ibâdetten ibaret bir ömür yaşayan, «bilen» kullarından eyle…

Yâ Rabbî! Doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden, ürpermeyen kalpten, kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırız. Bizleri nefsimizin şerrinden muhafaza buyur, faydalı ilim nasîb eyle, kalplerimizin haşyetini artır ve duâlarımızı kabule karîn eyle!..

Âmîn!..