Hak Yolunda Fedakârlık Ne Büyük Kazanç!

Ebedî Fecre

Yıl: 2008 Ay: Temmuz Sayı: 41

CENÂB-I HAK İLE DOSTLUK

Kulluğun özü Cenâb-ı Hak ile dostluk kurabilmektir.

Dostluk, sevenin sevilende kendi hususiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Yâkub -aleyhisselâm- kendi hususiyetlerini, on iki evlâdından en farklı olarak Yûsuf’ta gördü ve Yûsuf’a olan teveccühü arttı. Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları kulda tecellî ettiği zaman bâkî ile fânî arasında dostluk başlar.

Dostluk, fedakârlık ister.

Cenâb-ı Hak bâkî…

İnsanoğlu fânî…

Fânî olan ile Bâkî olanın nasıl dost olacağının yolunu Kur’ân-ı Kerim şöyle ifade etmektedir:

“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler.

(Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir.

Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır!

O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin.

İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe, 111)

Fânî kul, Bâkî olan Rabbi için candan ve maldan vazgeçmelidir. Bu fedakârlık, mal ve can gibi kul ile Rabbi arasına giren imtihan vasıta ve malzemelerini güzelleştirmektedir. Mal ve can tasarrufunun Hakk’ın istediği şekilde bir lezzet hâline gelebilmesi sayesinde Allah Teâlâ ile dostluk ve ünsiyet kurulmaktadır.

Bu muhabbetin ve dostluğun kurulabilmesi için zarurî olan bir husus daha vardır:

Emanetleri yanlış yerde kullanmamak.

Bilhassa;

İLÂHÎ EMANETLER

İnsana verilen her şey, kendi canı da dâhil olmak üzere her şey birer emanettir. Dolayısıyla insandan fedakârlık etmesi istenen şeyler, aslında kendi tasarrufuna imtihan için verilmiş emanetlerdir.

Candan ve maldan geçmenin, canı ve malı Allah yoluna seferber etmenin en mümtaz misallerini ashâb-ı kiram sergilemiştir.

İşte ensârın hâli;

Medineli Müslümanlardan Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- Akabe Bey’atları’nda Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in huzuruna yetmiş küsur kişi ile birlikte geldi. Hep beraber Allâh’a ve Peygamber’ine bey’at ettiler. Ardından:

“–Bunun karşılığında bizim için ne vardır yâ Rasûlâllah?” dediler.

Fahr-i Kâinat Efendimiz;

“–Cennet var.” buyurdu.

Bu müjdeli cevapla sevinçle dolan Abdullah bin Revâha;

“–Biz bu akitten dönmeyiz! Ne güzel bir akitte bulunduk.” dedi. Onun üzerine bu âyet-i kerîme indi:

“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 111)

Bu alışverişte aslında insanın verdiği de Allâh’a aittir. Zira yerde, göklerde ve ikisi arasında her şey Cenâb-ı Hakk’ındır. İnsanoğlunun tasarrufuna verilenler ise, geçici emanetlerden ibarettir:

«Göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size âmâde kıldı. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır.» (Câsiye, 13)

Bütün mahlûkat emanet…

Nebatat emanet, hayvanat emanet,

Başta kendisi, kendi canı, kendisine emanet…

O hâlde insan, emanet canı ve malı en doğru şekilde kullanmayı bilmeli, yani canı ve malı üzerindeki tasarruflarda Allâh’ın rızâsını aramalıdır. Öyle olunca geçici olan, emanet olan sermaye; kalıcı kâra, cennet mükâfatına dönüşecektir.

Kur’ân-ı Kerim’de mallar ile birlikte zikredilen bir emanet daha vardır ki, Cenâb-ı Hak ile dostluk kurmakta o emanete de azamî derecede ihtimam gösterilmesi gerekmektedir.

O emanet evlât emanetidir.

İnsan Allah Teâlâ’nın dostluğu için bu nimetlerde fedakârlık göstermelidir.

Canlar…

Çünkü can çok kıymetlidir. İnsan canını aziz tutmak ister.

Mallar…

Çünkü mal sıcak gelir, insan mallarına sığınır.

Ve evlâtlar…

Zira evlât, insanın kendisinin devam eden bir parçasıdır.

Bu nimetler, diğer bütün emanetler içinde bilhassa çok mühim olarak öne çıkmıştır.

İşte bütün bu imtihan malzemelerini Cenâb-ı Hak için, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğunu kazanabilmek için kullanabilmek elzemdir.

Malı nefsi için kazanmamak, Allah rızâsı için kazanmak ve harcarken de Cenâb-ı Hak için bezletmek. Cömertçe harcamak…

Can, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği güç-kuvvet… Bu kuvveti, bu nimeti veren Cenâb-ı Hakk’ın yolunda bezletmek. Zamanını, emeğini, gayretini Allah yoluna adayabilmek ve cömertçe harcayabilmek.

Evlâtlarını da O’nun rızâsı istikametinde bir terbiye ile yetiştirmek.

Bunun neticesi de;

BÜYÜK KAZANÇ!

Allah Teâlâ, canıyla, malıyla kendi yolunda gayret edenlere cenneti vaat ediyor ve bu vaadin büyüklüğü üzerinde şöyle duruyor:

(Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaattir.

Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır!

O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe, 111)

Cenâb-ı Hak; “Sevinin!” buyuruyor.

“Eğer canınızı, malınızı Allah yolunda kullanıyorsanız, bezlediyorsanız, feda edebiliyorsanız, cömertçe kullanabiliyorsanız o zaman sevinin.” buyuruyor. Çünkü bu «gerçekten büyük bir kazançtır.»

Allah, kendi verdiği emanette fedakârlık gösteren kuluna, bu fedakârlığı karşılığında ebedî mükâfatı veriyor.

Bu gerçekten büyük bir kazançtır.

Akabe Bey’atları’nda; “Ne güzel bir alışveriş yaptık!” diyen Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh-, yıllar sonra, Mûte Savaşı’nda Allah yolunda malını ve canını ortaya koydu ve «o büyük kazanç»a nâil oldu.

Devrin en büyük güçlerinden Bizans’a karşı yürütülen bu harbe giderken, Fahr-i Kâinat Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ordu için üç tane kumandan seçti.

Hazret-i Zeyd bin Hârise,

Câfer bin Ebî Tâlib ve Abdullah bin Revâha…

Efendimiz bu üç kumandana şu talimatı verdi:

“Şayet muharebede Zeyd şehid olursa, kumandayı Câfer alsın! Câfer de şehid düşerse, Abdullah bin Revâha orduya kumandanlık etsin! O da şehid olursa, artık Müslümanlar aralarından birini kumandan olarak belirlesinler!..” (Buhârî, Megāzî, 44)

Yani bu üç sahâbî de Medine’den ayrılırken şehid olacaklarını bilerek yola çıktılar. Abdullah bin Revâha -radıyallâhu anh- sıra kendisine geldiğinde nefsiyle mücadele etti, arkadaşlarını şahit tutarak bütün malını beytülmale hibe etti, neticede teslimiyet içerisinde o da fedâ-yı cân etti.

Efendimiz, Mescid-i Nebevî minberinden mûcize olarak muharebede meydana gelen hâdiseleri ashâbına bir bir haber verdi:

“İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd vuruldu, şehid düştü. Sonra Câfer aldı, o da şehid oldu. Sonra İbn-i Revâha aldı, o da şehid oldu. En sonunda sancağı, Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Allah ona fethi müyesser kıldı.” (Buhârî, Megāzî, 44)

İşte canından fedakârlık ederek Cenâb-ı Hak ile dostluğa erişen ve emanet canını rızâ-yı ilâhî istikametinde kullanarak ebedî cennet mükâfatına hak kazanan, büyük bir kazanca kavuşan sahâbe şahsiyeti…

İşte âyetin tecellîsinden bir manzara…

Canlarını hiçe sayan bu sahâbîler şu gerçeğin idrakinde idiler:

BÜTÜN GÜÇ ALLÂH’A AİT

Her şey Cenâb-ı Hakk’a ait. O’nun mülkünde yaşıyoruz. Her şeyi O’nun bize bahşettiği tasarrufla yapabiliyoruz.

Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği bütün bu imkânları, var gücümüzle, O’nun yolunda fedakârlık içinde kullanırsak, Cenâb-ı Hak ile dost olmak nasibine nâil olabiliriz.

Cenâb-ı Hak; canlarını, mallarını Allah yolunda fedakârâne sarf edip cennetle müjdelenen, dostluğuna erişen kullarının vasıflarını bizlere bir sonraki âyet-i celîlede bildiriyor:

(Bu alışverişi yapanlar), tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rukû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allâh’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!” (Tevbe, 112)

Bu hususiyetleri bilmek ve onları hayata geçirmek, o büyük kazanca erişmek için zarurî.

Bu hususiyetler Cenâb-ı Hak ile dostluk için fedakârlıkta bulunan mü’minlerin, ferdî ve içtimâî sahada en temel özellikleri…

Bunların birincisi;

1. Tevbe edenler. (Tevbe, 112)

Kul daima kendisini ilâhî murakabe altında hissetmelidir. Ancak bununla beraber zaman zaman beşer îcabı birtakım yanlışlıklara düşecektir. Zira «Lâ yuhtî/hatasız» olan yalnızca Cenâb-ı Hak’tır. Hataya düşen kulun hemen istiğfar etmesi, tevbeyle Hakk’a yönelmesi îcap eder.

İstiğfar, kulun kendisinde bir benlik taşımadan; “Aman yâ Rabbi! Ben âcizim, Sen Kādir’sin. Sen Rahman’sın, Rahim’sin; Ben ise Sen’in rahmetine muhtaç hakir bir kulum, rahmetini benim üzerimde tecellî ettir.” diyebilmesidir. Bunu da sadece sözde bırakmayıp fiilî hâlde amel-i sâlihlerle tescil ettirmesidir.

Günaha düşen kulların, ye’se kapılmaması için açık tutulan ümit kapısının, Allah Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret sıfatlarının; günahı terk edemeyen nefis ve günaha teşvik eden şeytan tarafından istismar edilmesine izin verilmemelidir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Şeytan sizi Allâh’ın affıyla kandırmasın!” (Lokman, 33) buyuruyor.

Yani, Cenâb-ı Hak, kullarının; «Nasıl olsa Rabbimiz’in rahmeti engin, mağfireti boldur.» diyerek hakikî tevbeyi, nedameti geciktirmelerini istemiyor.

Cenâb-ı Hak lafızda kalmış bir tevbe de istemiyor. Tevbenin davranışlara aksetmesini arzu ediyor.

Böyle hakikî bir tevbe için en bereketli ve müsait mevsim seherlerdir.

Cenâb-ı Hak, râzı olduğu kullarının hususiyetlerini zikrederken;

“Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17) buyuruyor.

İstiğfar;

BAĞIŞLANMAK İÇİN YALVARMAK…

Hiçbir mâsiyet işlememiş, anadan doğmuş gibi tertemiz olsak; bu mümkün değil fakat faraza öyle bile olsa; Allâh’ın verdiği bunca nimete karşı şükredememe, şükrün hakkını îfâ edememe duygusuyla yine istiğfar etmek mecburiyetindeyiz.

Çünkü farkına vardığımız varamadığımız sayısız nimet içerisindeyiz:

İnsan olarak yaratıldık. Allah dileseydi diğer mahlûkattan biri olarak dünyaya gelebilirdik.

Ya da;

Kötü insanların, küfre düşmüş insanların çevresinde halk edilebilirdik.

Düşünmeli ve idrak etmeli ki; îman ehli bir memlekette, Müslüman bir ailede dünyaya gelmemiz Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük bir lütfu.

Îmanımız vesilesiyle Cenâb-ı Hakk’a bizler ilk Müslümanlardan çok daha fazla şükran borçluyuz.

Çünkü;

ÎMANIMIZ İÇİN BEDEL ÖDEMEDİK

Muhacirler gibi îmanımız için bedel ödemek mecburiyetinde kalmadık. Onlar ne büyük bedeller ödediler! Nice zulme, ağır işkencelere katlandılar. Muhasara edildiler. Mahallelerine giriş-çıkışlar yasaklandı. Aç-susuz bırakıldılar. Çocukları önlerinde açlıkla pençeleşti. Öldüler, kendi akrabalarıyla kılıç kılıca geldiler, savaştılar, öldürüldüler, malları gasp edildi ve memleketlerinden ayrı düştüler.

Fakat;

Onlar bütün bu sarsıntılara karşı kalplerini korudular;

(Onlar, o cennetlere ve rızâ-yı ilâhîye kavuşan kullar, zorluklara karşı) sabredenlerdir, sâdık olanlardır.” (Âl-i İmrân, 17) taltifine mazhar oldular.

Birçok şeyden vazgeçtiler. Kalplerini korumak için dünya menfaatlerinden, bedenî ihtiyaçlarının pek çoğundan vazgeçtiler. Îmanlarının, hidayete kavuşmanın, Medîne-i Münevvere’de İslâmî bir hayat yaşamanın bedelini ödediler.

Her sene müşriklerden bir başka darbe geldi.

Kâh münafıklar işi karıştırmaya, dirliği bozmaya çalıştı.

Kâh Yahudiler fırsat kollayıp arkadan vurmaya, suikast yapmaya çalıştı.

Böylece Müslümanlar, Mekkeli muhacir ve Medineli ensar, bu yıllar boyunca İslâmî bir hayatın bedelini ödemenin gayreti içinde oldular.

Sonunda;

Fetih müyesser oldu. Sıkıntılar azaldı. Ama onlar yine Allah rızâsını aramaktan geri durmadılar. İslâm’ı asırlara, ufuklara taşıyarak, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu nimetin bedelini ödemeye devam ettiler.

Tâ Çin’e, Semerkant’a, Tataristan’a, İspanya’ya kadar Allâh’ın yolunda seferlere çıktılar. Cenâb-ı Hak onları bize numune-i imtisal olarak takdim ediyor:

(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

Âyet-i kerîmeye dikkat edilirse Cenâb-ı Hak, onlardan sonra gelen bütün mü’minleri, muhacir ve ensâra güzelce tâbî olmak şartıyla aynı kurtuluşa ermekle müjdeliyor.

Cenâb-ı Hak bizden de onlarınki gibi fedakârlık, aşk ve vecd dolu bir gönül istiyor. Kendisiyle dost olmanın gayretiyle dolu bir kalp istiyor. Seherlerde istiğfar istiyor. Secde eden, kıyamda duran, gecelerini namazlarla, ilticâlarla, niyazlarla ihya eden kullar olmamızı arzu ediyor.

Seherlerde Bakara, Âl-i İmrân gibi sûreleri okuyarak uzun uzun namazlar kılan, kıyamda durmaktan ayakları şişen Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ismet sıfatı ile mücehhezdi. Yani günahtan korunmuş ve ilâhî mağfiret teminatı ile hayatının geçmiş ve geleceği affedilmişti. Böyle olduğu hâlde, istiğfarın önemini göstererek şöyle buyuruyor;

“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfar ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

“Vallâhi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbn-i Mâce, Edeb, 57)

Günahtan mağfiret dilenmenin fiilî şekli, Cenâb-ı Hakk’a, O’nun arzu ettiği şekilde;

HAKK’A LÂYIK KULLUK

Allah Teâlâ ile müjdeli bir alışveriş yaparak, cennete ve rızâ-yı ilâhîye kavuşan fedakâr mü’minlerin, tevbeden sonra ikinci vasıfları âyet-i kerîmede şöyle beyan ediliyor:

2. “İbadet edenler…” (Tevbe, 112)

Her ibadet bizim için bir terfî-i derecât vesilesi. Mânen yükselme vesilesi.

Eğer ibadetler kalp ve beden âhengi ile îfâ edilirse bu mânevî yükseliş gerçekleşir. Allah bizim kendisine kulluk etmemizden ganîdir, müstağnîdir. Fakat biz kulların ibadete, kulluk etmeye çok ihtiyacımız var. Cenâb-ı Hak, bizim;

“Yâ Rab… Bizi takvâ sahiplerine rehber kıl!” (Furkan, 74) diye dua etmemizi işaret buyurmakta.

Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmemiz için takvâ hayatı yaşamaya, her an kulluk şuuru içerisinde bulunmaya ihtiyacımız var.

Âyetin devamında bir diğer haslet; sonsuz nimet karşısında;

HAMD HÂLİNDE OLMAK

3. “Hamd edenler” (Tevbe, 112)

Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bu kadar nimet ve bu kadar ilâhî sanat harikalarıyla dopdolu bir dünya içindeyiz. Zerreden küreye nereye baksak ilâhî sanat meşheri.

Kendimize bakalım. Bir toprak terkibinden çıkanlara bakalım.

Semâvâta bakalım.

Atomdan galaksilere, küçücük bir hücreden cesîm varlıklara kadar hepsi ayrı ayrı birer harika ve hepsi bizim için. Cenâb-ı Hak hepsini bizim için yarattı.

Güneş bizim için, ay bizim için, ne varsa bizim için. Buna karşılık Cenâb-ı Hak kulunun hep bir hamd hâlinde olmasını arzu ediyor.

Cenâb-ı Hak her rek’atta bize Fâtiha okumamızı emrederek, devamlı;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ

«Elhamdülillâhi Rabbi’l-‘âlemîn»;

«Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun!» dememizi, Cenâb-ı Hakk’a sürekli hamd ve şükür hâlinde olmamızı hatırlatıyor.

Cenâb-ı Hak, hamd etme hususiyetinden sonra, hamdi ve şükrü insanoğluna öğreten bir ibadeti bilhassa zikrediyor:

BÜTÜN ÂZÂ İLE ORUÇ

4. “Oruç tutanlar…” (Tevbe, 112)

Nedir oruç? Allâh’ın verdiği nimetlerin bolluğunu, büyüklüğünü, onları Yaratan’ın azametini, kudretini, merhametini tasavvur etme, tefekkür etme…

Nimetlerin sahibi kim?

Sana ikram eden kim?

Bize bir bardak suyu ikram edene teşekkür etme mecburiyeti hissederken, Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar ikramına karşılık ne hâlde olacağız?

İşte oruç bize bunu öğretiyor.

Bir teşekkür edası içinde yaşayabilmek.

Yarım günlük açlığa zor dayanıyoruz. Cenâb-ı Hak insanları birbirine muhtaç olarak halk etti. Bu yarım günlük açlığa sabrederken açların hâli anlaşılacak, merhamet gelişecek, şefkat gelişecek. Akrebin bile yavrusuna karşı beslediği merhamet değil; Allâh’ın bütün mahlûkatına şâmil olan merhamet gelişecek.

Yani Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı kazanılacak.

Büyük kazanca erenlerin Tevbe Sûresi 112. âyette sayılan hasletleri şöyle devam ediyor:

5. “Allah için sefere çıkanlar…” (Tevbe, 112)

Sefer de Allah için olacak. Tefekkür için olacak. İlim için, cihad için, tebliğ için olacak. Sahâbe-i kirâmın dünyanın dört bir yanına gittiği gibi, muhaddislerin bir hadîs-i şerif için aylarca deve sırtında yaptıkları rıhleler gibi…

Hep Allâh’ın rızâsını aramak için.

Rabbimiz bu hasletleri sayarken, daha evvel; «ibadet edenler» buyurduğu hâlde; bir ibadeti ayrıca ve bilhassa zikrediyor:

NAMAZ MÜLÂKATI

6. “Rukû edenler, secde edenler” (Tevbe, 112)

Namaz bir mülâkat…

Kulun, maddî ve mânevî ihtiyaçlarını Cenâb-ı Hakk’a arz edebilmesi.

Cenâb-ı Hak’la beraberlik temini…

“Secde et ve yaklaş.” (Alak, 19) âyetinin sırrınca bir namaz…

Cenâb-ı Hak mecburiyet savar şekilde bir namazı istemiyor. “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (Mâûn, 4) buyuruyor. Gerçek namaz istiyor ki kul yanlışlıklardan, fahşâdan, münkerden kurtulsun.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- namaz üzerinde ısrarla duruyor. Harp şartlarında dahî namaz mükellefiyeti düşmüyor. Âyetler savaş hâlinde nasıl namaz kılınacağını talim ediyor. Bir kısım gidecek, bir kısım gelecek o şekilde devam edilecek namaza. Saflar bozulmayacak.

Çünkü namaz, Hakk’a yakınlık sırrının anahtarı.

Bu yakınlık hâline hiç fâsıla vermek yok!

İşte ashâb-ı kirâmın Allâh’a ve Peygamber’ine yakın olma iştiyaklarını gösteren, bu yakınlığın en mühim anahtarının namaz olduğuna işaret eden ibretli bir kıssa:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kapısında geceleyip, Efendimiz’in abdest suyunu hazırlayan, ihtiyacı olan şeyleri getiren Rebîa bin Kâ‘b -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

“Gece bir müddet, Peygamberimiz’in: «Semiallâhu limen hamideh», bir müddet de: «Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn» dediğini duyardım.” (İbn-i Sa’d, IV, 313)

“Bir gün Allâh Râsûlü, bu sahâbîye hizmetlerinin karşılığını vermek arzusuyla:

«–Benden dilediğini iste!» buyurdu.

Rebîa -radıyallâhu anh-:

«–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedi.

Efendimiz:

«–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu.

Zira Peygamber Efendimiz’in mevkii peygam-berlerin de üstünde. En zirve insan. Habîbullah.

Fakat sahâbî:

«–Dileğim ancak budur! Yâ Rasûlâllah, madem bana böyle bir ikramda bulunuyorsun. Ben Sen’den sadece cennette Sen’inle beraber olmayı istiyorum.» dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz:

«–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226)

Demek ki rukû ve secde etmek cennette Fahr-i Kâinat Efendimiz’e komşuluğun en önemli şartı.

Cenâb-ı Hak sadece, iç dünyamızla, ferdî hayatımızla Cenâb-ı Hakk’a ibadet etmekle kifayet etmemizi istemiyor. Bize Allâh’ın şahitleri olarak, yeryüzünde O’nun halîfeleri sıfatıyla bir vazife veriyor:

HAKKI TAVSİYE

7. “İyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar.” (Tevbe, 112)

«Emr-i bi’l-ma‘rûf»ta bulunanlar…

Canından, malından fedakârlık ederek, karşılığında Allâh’ın rızâsına nâil olarak, cennete kavuşan, büyük kazanç ile sevinen mü’minlerin bir vasfı da bu…

Bu yol hepsinden hisse alınması îcap eden bir yol. «Emr-i bi’l ma‘ruf nehy-i ‘ani’l-münker»de bulunma şuuru, kaba, nâdân ve hantal bir kalple, terbiye görmemiş bir nefisle olmaz.

Kendisi felâha kavuşmayan başkasının felâhına gayret edebilir mi?

Cenâb-ı Hak;

“Nefsini tezkiye eden, temizleyen şüphe yok ki, felâha ermiştir.” (Şems, 9)

“Doğrusu, temizlenip arınan felâh bulmuştur.” (A‘lâ, 14) buyuruyor.

İç âlemin rûhânîleşmesi lâzım.

İbadetlerin huzur vermesi lâzım.

Beşerî münasebetlerin, muâmelâtın, hizmetlerin bir lezzet hâline gelmesi lâzım.

Bütün bunları da araya «ben»i sokmadan, hiçlik içinde îfâ etmek lâzım. Nefis, tezkiye neticesinde derece derece terbiye olacak ve dereceler kazanacak; Fecr Sûresi’nin sonundaki âyette ilâhî hitap şerefine nâil olan “itmi’nâna ermiş/huzur bulmuş nefis” hâline gelecek,

“Râdiye/Allah’tan râzı olan” ve Allah’tan râzı olurken de benliği işe katmayan; «Ben şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar hayır-hasenat yapıyorum.» demeyecek bir nefis hâline gelecek;

“Merdıyye/Allah’tan râzı olma hâlinden Allâh’ın râzı olduğu nefis” hâline gelecek.

İşte Cenâb-ı Hak; “O zaman sâlih kullarıma katıl ve cennetime gir.” (Fecr, 29-30) buyuruyor.

Demek ki;

Nefsimiz tezkiye edilecek; temiz, berrak, saf bir kalbe kavuşacağız ki; «Emr-i bi’l ma‘ruf nehy-i ‘ani’l-münker»de bulunabilelim. Hâlimizle, tavrımızla, görenlere Allâh’ı hatırlatacak birer mü’min olalım.

Mal ve canlarını Allâh’a satan ve büyük kazanç elde eden mü’minlerin son hasleti;

İTİDALİ KORUMAK

8. “Allâh’ın sınırlarını koruyanlar…” (Tevbe, 112)

Allah ve Rasûlü’nün; “Dur!” dediği yerde durmak.

Hucurat Sûresi’nin ilk âyetinde buyurulduğu gibi “Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmemek…”

İfrat da yok, tefrit de. Ne emredilmişse o.

Bize emredilen; vasat, mûtedil ümmet olmak.

Onun için her hâlimizi mîzan etme durumundayız;

“Benim bu hâlim Allah rızâsına uygun mu, değil mi?”

“-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz yanımda olsa bana tebessüm eder miydi?”

“Kardeşlerime karşı duygularım, hissiyatım nasıl?”

Bir kul, bu uhrevî muhasebeler içerisinde kalbî hayatını, içtimâî hayatını, muâmelâtını Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun hâle getirirse; ilâhî mükâfatın müjdesine nâil oluyor.

Cenâb-ı Hak: bütün bu hasletleri beyan ettikten sonra;

“O mü’minleri müjdele.” buyuruyor.

“Canlarını, mallarını Allah yolunda satan, cennete nâil olanlar…”

Onların iç dünyaları böyle olacak, hâlleri böyle olacak, seherleri, geceleri şöyle olacak… Muâmelâtları bu şekilde olacak… Bu muhteva içine giren mü’minleri Cenâb-ı Hak; “Müjdele!” buyuruyor.

Cenâb-ı Hak, bizleri canıyla, malıyla, birer emanet olan bütün imkânlarıyla, fedakârâne bir şekilde gayret eden, canını-malını Hakk’ın rızâsına uygun bir şekilde sarf edip cennetle müjdelenen, âyette zikredilen güzel hasletlerle kuşanan, büyük kazanca eren kullarından eylesin.

Âmîn!..