Hak ve Adâlet -2-

2007 – Temmuz, Sayı: 257, Sayfa: 032

İçinde yaşadığımız bu muazzam kâinât, tesâdüfen meydana gelmemiştir. Nefsânî arzuların menfaat sahası olarak da yaratılmamıştır. Ancak yüce bir gaye ve maksat için yaratılmış ve bu çerçevede insanoğlu için bir imtihan mekânı kılınmıştır. Dolayısıyla cihanın da insanın da yaratılışı, abes değil; yani sebepsiz, gâyesiz, hikmetsiz ve boşuna değildir.

Çünkü yüce Rabbimizin bir ism-i şerîfi de, “el-Hak”tır ve O, her türlü abeslikten/sebepsizlikten, gayesizlikten, hikmetsizlikten ve boşunalıktan münezzehtir. O’nun her şeyi, ancak haktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır…” (el-En’âm, 73)

İşte muhteşem birer sanat harikası olan cihan, insan ve diğer varlıklar!.. Hepsi de sayısız hikmetler, ibretler, fevkalâde hassas ölçüler ve dengeler içinde yaratılmıştır. Akl-ı selîm sahibi her insan, bu ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini, derin derin tefekkür etmek mecbûriyetindedir. Hak Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkate dikkat çekerek biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

“Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın!” (er-Rahmân, 7-8)

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların (yani insanların) çoğu (gafletlerinden dolayı) bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39)

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (el-Kıyâme, 36)

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 15)

Âyet-i kerîmelerde açıkça ifade edildiği üzere bir imtihan mekânı olan bu cihâna gâyesiz gelmediğimiz gibi, burada başıboş bırakılmış da değiliz. Rabbimiz, hayra da şerre de kullanabileceğimiz irâdemizi, bazı yasak ve hudutlarla sınırlandırmış ve bu sınırlara riâyeti emretmiştir. Buna bîgâne/duyarsız kalıp da dünya hayatında ilâhî hudutlara gerektiği kadar dikkat etmeyen insan, nefsinin fesâdına râm olarak kolayca zâlim olabilir. Böylece kendisinin ebedî hayatını ziyân etmiş olur.

İlâhî hudutlara riâyet demek olan kulluk da, aslında kişinin kendi nefsini ilâhî azaptan koruması demektir. Aksi hâlde, kendi azâbına kendisi sebep olduğundan, bizzat nefsine zulmetmiş olur. Unutmamalı ki:

Adâlettin Zıddı, Zulümdür…

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede insanoğlunun şu vasfına dikkat çeker:

“…Doğrusu o (insan), çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Cehâlet, insanı zulme ve haksızlığa sürükleyen belli başlı sebeplerden biridir. Âyet-i kerîmede bahsedilen cehâletin zıddı ise ilimdir.

Gerçek ilim; kişiyi mârifetullâha, yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanımaya sevk eden ilimdir. Dolayısıyla cehâlet, kişiyi zulme dûçâr ettiği gibi, ilim de insanı hayra, hakka ve adâlete istikâmetlendirir.

Hak ve hakîkatlerin merkezi ve kaynağı, Allah Teâlâ’dır. Kâinâtın yaratıcısı ve sahibi, bize hak ve hakîkat nâmına neyi bildirmiş ise, hak ve hakîkat odur. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…De ki: Allâh’ın hidâyeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emredilmiştir.” (el-En’âm, 71)

O hâlde Allah ve Rasûlü’nün ebedî saâdet rehberi olan emir ve yasaklarına bîgâne kalmak; o yüce hakîkatlere haksızlık ederek kişinin nefsine zulmetmesidir. Zulümlerin en fecî olanı da, ilâhî hakîkatlere âmâ kalmaktır. Her zulmün belli ağırlıkta bir cezâsı vardır. Fakat ilâhî hakîkatlere karşı işlenen haksızlığın cezâsı, “ebedî bir azâb” olarak takdîr edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, kişinin kendisini ebedî cehennemlik kılacak olan îmansızlık; zulüm ve haksızlığın en büyüğüdür.

Zulüm, zâhirde her ne kadar başkalarına zarar veriyormuş gibi gözükse de, neticede dönüp dolaşıp o zulmü irtikâb edeni acı bir azâba sürükleyecektir. Yâni zâlimin en büyük zararı yine kendisinedir. Bunun içindir ki Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık; “nefislerine (kendilerine) zulmedenler” ifâdesi zikredilir.

Mevlânâ -kuddise sirruh-, adâlet ve zulmü şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder:

“Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.”

“Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.”

Yâni besleyip büyüttüğü zulüm, kendi helâkini hazırlar, gün gelir onu paramparça ederek ortadan kaldırır.

Tarih şahittir ki, fânî menfaatler için hakkı ihlâl edenler, ancak kendi kuyularını kazmış olurlar. Sonunda o girdapta boğulur giderler.

O hâlde, nefse ne kadar ağır gelse de, dâimâ adâlet üzere bulunmak ve hakkı şiâr edinmek îcâb eder.

Velhâsıl zulüm; haksız yere acı çektirmektir.

Varlıklar içinde en şerefli bir mevkîde yaratılan insanoğlunun; fânî hazlar, nefsânî arzular ve gelgeç sevdâlar sebebiyle, özündeki yüce kıymet ve haysiyete yazık ederek günah ve isyan bataklığına sürüklenmesinin ebedî azap faturası kime kesilecektir?

Öyleyse kişinin başkalarına karşı âdil olması, evvelâ kendi nefsine karşı âdil ve merhametli olmasının bir îcâbıdır. Bunu gerçekleştirebilme hususunda da en yüce örneğimiz, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir.

Adâlette En Güzel Örnek…

Rabbimiz, Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’i bütün insanlığa örnek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Bütün emir ve nehiylerini, Peygamber Efendimiz’in nezih hayatıyla örneklendirerek ümmet için fiilî kıstaslar bahşetmiştir.

Dolayısıyla yüce dînimiz İslâm, en güzel şekilde yaşanabilir bir hayat dîni olarak doğmuştur. Yani İslâm’ın yüce prensipleri, hayâta tatbik edilemeyen ve nazariyeden ibâret kalan beşerî dünya görüşleri gibi değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın bütün hükümlerini fiilî örneklerle insanlığa takdîm etmiştir.

Nitekim Peygamber Efendimiz, ümmetine bir şeyi emredince, onu evvelâ kendisi ve yakınları tatbik etmiş, bir şeyden nehyedince de evvelâ kendisini ve yakınlarını ondan sakındırmıştır. Adâlet önünde kendisi hakkında bile aslâ bir imtiyaz kabul etmediği gibi, toplumdaki zenginlerin veya önde gelenlerin de diğer insanlardan farklı muâmele görmesine kesinlikle müsâade etmemiştir.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın örnek şahsiyeti, her hususta olduğu gibi hak ve adâlet mevzuunda da hayranlık verecek ölçüde yüksek fazîlet numûneleriyle doludur. İşte bunlardan birkaçı:

Kızım Fâtıma Bile Olsa…

Asr-ı saâdette birgün, Benî Mahzûm Kabîlesi’nden hatırı sayılır bir aileye mensup bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kadının yakınları, kimi aracı gönderelim ki Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- onu affetsin, diye düşünmeye başladılar. Sonunda Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği sahâbîlerden biri olan Üsâme bin Zeyd’i göndermeye karar verdiler.

Üsâme, Peygamber Efendimiz’e giderek kadının affedilmesini talep etti. Bu talep karşısında Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in mübârek yüzünün rengi değişti. Çok sevdiği Üsâme’ye sitem dolu nazarlarla bakarak:

“–Allâh’ın koyduğu cezâlardan birinin tatbik edilmemesi için aracılık mı yapıyorsun?!” diye sordu.

Üsâme -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in ne kadar üzüldüğünü görünce son derece pişman oldu ve derhal özür dileyerek:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim bağışlanmam için duâ et!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 53; Nesâî, Kat’u’s-Sârik, 6, VIII, 72-74)

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ayağa kalktı ve halka şöyle hitâb etti:

“–Sizden önceki milletler, şu sebeple helâk olup gittiler: Aralarından soylu, makam-mevkî sâhibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezâlandırırlardı.

Allâh’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim!” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Hudûd, 8, 9)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allâh için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135)

İşte örnek hayatı âdeta canlı bir Kur’ân tefsîri mâhiyetinde olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, adâlet önünde kendi âilesinin bile bir imtiyâzının olmadığını çok açık bir üslûb ile beyân ederek toplumdaki güçlü kimselere imtiyaz tanınmasına kat’î bir lisanla karşı çıkmıştır.

Hakkı Tutup Kaldırmak…

Peygamber Efendimiz’in, daha risâletle vazîfelendirilmeden evvel iştirâk ettiği “Hılfü’l-Fudûl” adlı cemiyet de, ticârî ve ictimâî hayatta adâleti hâkim kılma gâyesine hizmet etmekteydi. Hakkı gasbedilen ve hakkını arayamayan zayıf ve yabancı kimselere yardımcı olunur, zayıfın gasbedilen hakkı, güçlüden alınıp sâhibine teslim edilirdi.

Bu hassâsiyetin tezâhürleri, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bütün hayatında görülmekteydi. Nitekim bu hâl, O’nun hadîs-i şerîflerine de şöyle yansımıştı:

“…İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17)

“…Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu Allah nasıl temize çıkarır?!” (İbn-i Mâce, Fiten, 20)

“Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77)

Yine Allah Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, dünyaya vedâ ederken kendilerinden duyulan son hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)

Adâleti Yanıltmak: Cehennemden Bir Pay…

Fahr-i Kâinât -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurur:

“Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana (aranızdaki ihtilâflar sebebiyle) muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4)

Hakîkaten bâzı insanlar, güzel konuşmaları ve yüksek zekâları sâyesinde, yaptıkları zulmü, dünya plânında örtbas edebilirler, haksız iken kendilerini haklı gösterebilirler. Ancak onlar hiçbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler. Bu dünyada beşerî adâleti yanıltıp kendilerini kurtardıklarını düşünseler bile âhiretteki ilâhî mahkemede her şey bir bir ortaya dökülecek ve haklının hakkı haksızdan alınacaktır. Âhirette düşülecek bu rezil durum ise, dünya plânındaki rezillik ve zilletten çok daha ağır olacaktır.

Bu itibarla, hâkim huzûrunda başka birinden hak talep eden kişinin, gerçekten haklı olup olmadığını vicdânında çok iyi muhâsebe etmesi îcâb eder.

Adalet meselesi, hayatın sadece belli alanlarında değil, tamamında mühimdir. Ticaretten eğitime, çevreden âileye kadar… Âile içinde de;

Evlâtlar Arasında Adâlet

Cinsiyet farkı sebebiyle evlâtlar arasında ayrım yapmak da, Allah Teâlâ’nın takdîrine hürmetsizliktir, rızâ ve teslîmiyet zaafıdır.

Sırf cinsiyeti yüzünden kız çocuklarının, birçok tabiî haklarından mahrum bırakılarak zulme mâruz kaldıkları, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ, yegâne üstünlük ölçüsünün “takvâ” olduğunu beyân ederken, “cinsiyet” gibi bir meseleyi üstünlük sebebi ittihâz etmek, ilâhî hakîkatlere haksızlıktır, zulümdür.

Sahâbînin biri, Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. Hemen onu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra da küçük kızı geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu gören Peygamber Efendimiz:

“–Çocuklar arasında adâleti gözetmen gerekmez miydi?” buyurdu.

Böylece kız ile erkek çocuğa -sırf cinsiyeti sebebiyle-farklı davranmamak ve birini diğerine tercih etmemek gerektiğini ifâde buyurdu.1

Nûman bin Beşîr -radıyallâhu anhumâ- şöyle anlatır:

Babam beni Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e götürdü ve:

“–Ben, sâhip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem:

“–Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam:

“–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–O hâlde yaptığın hibeden (bağıştan) dön!” buyurdu. (Buhârî, Hibe 12, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 9-18)

Hakkı Titizlikle Tevzî Edebilmek

Hayber zaferinden sonra Peygamber Efendimiz

-Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Abdullah bin Revâha’yı tahsilât için oraya gönderirdi. Abdullah -radıyallâhu anh- da, alınması gereken hurma miktârını büyük bir titizlikle tahmin edip bunu tahsil ederdi.

Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlikten rahatsız oldular. Hattâ bir ara, kadınlarının süs eşyalarından biraz mücevherat topladılar ve:

“–Bunlar senin, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize biraz göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara:

“–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz, rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.

Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı iknâ edemeyeceklerini anladılar ve onu takdîr edip:

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh için adâletle şâhitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, zîrâ takvâya en yakışanı budur…” (el-Mâide, 8)

Kendi düşmanlarına karşı bile, binbir îtinâ ile adâleti emreden dînimiz ne yücedir! Müslüman, kâfire bile yapılsa, zulümden mutlaka hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ hakka riâyet eder, adâlet üzere hareket eder. Zîrâ hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Mazlumun bedduâsından son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29, 31)

İslâm tarihinde gayr-i müslimlere bile büyük bir titizlikle sergilenen hak ve adâlet fazîletinin tipik misallerinden biri de şudur:

Müslümanlar, Bizans ordusunun üzerlerine gelmekte olduğunu haber alınca, himâye ve idâreleri altında bulunan Humus ahâlîsinden almış oldukları vergileri iâde ettiler ve:

“–Biz şu anda büyük bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhâfaza imkânından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhâfaza karşılığında almıştık.) Artık serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahâlîsi:

“–Vallâhi sizin idâreniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan çok daha iyidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Bizans’a karşı müdâfaa edeceğiz.” dediler.

Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdî ahâlisi de aynı şekilde hareket etti. Netice İslâm ordusu gâlip gelince de, şehirlerini tekrar müslümanlara açtılar, huzur içinde yaşayıp vergilerini ödemeye devam ettiler.2

İslâm ordusu bu adâleti yalnız Humus’ta değil, önce fethedip sonra çekilmek zorunda kaldığı bütün beldelerde tatbik etmiştir. Meselâ, Plevne düştüğü zaman Gâzi Osman Paşa, hristiyan halktan, onları muhâfaza karşılığında almış olduğu cizyeleri iâde etmiştir.

a

Hak ve adâlet mevzuundaki bu ve benzeri hassas ölçüler sebebiyledir ki, târih boyunca nice insaf ehli gayr-i müslim mütefekkir, İslâm adâletinin yüceliğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Nitekim 1789’da Fransız ihtilâlcilerinden bir “insan hakları beyannâmesi” hazırlamaları istenmişti. Bu gâye ile dünyâdaki bütün hukuk sistemlerini araştıran heyette bulunan Lafayet, İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce, Peygamber Efendimiz’i kastederek:

“–Ey şanlı ve büyük insan! Sen, adâletin ta kendisini bulmuşsun!” demekten kendini alamamıştır.

Adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, zulm ile olunmaz!” sözü meşhurdur. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde için de; “Adâlet mülkün (idârenin) temelidir.” denilmiştir.

Hakîkaten milletler ve devletler, güç ve iktidârı elde tutan idârecilerle ayakta dururlar. Ancak bir güç ve iktidârın makbûliyeti, hak ve adâlet ölçülerine riâyeti nisbetindedir. Hak ve adâletten mahrum bir kuvvet; ancak zulüm ve zorbalık doğurur. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:

“Kuvvete dayanmayan adâlet âcizdir. Adâlete dayanmayan kuvvet ise zâlimdir.” buyurmuştur.

Yâni hak ve adâlet ölçüleriyle dizginlenmemiş güç ve kuvvet, ancak bir zulüm vâsıtası olur. Ayrıca adâlet, ancak onu tevzî edebilecek dirâyetli ve âdil ellerde bütün ihtişâmıyla tezâhür eder. Zayıf ve ehil olmayan kimseler elinde ise zillet ve acziyete dönüşebilir.

Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig adlı eserinde ne güzel söyler:

“Zulüm, yanan bir ateştir; yaklaşanı yakar. Adâlet ise, sudur; akarsa nîmet yetişir.”

Yâni bir toplumda zulüm ve haksızlık yangını devam ederken adâlet suyu imdâda yetişmiyorsa, o su, sâfiyetini, akıcılığını ve öz kıymetini yitirmiş demektir. Mazlumların feryatlarını dindirmeyen bir adâlet sistemi de, dura dura kokuşan sulara benzer.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfe seçildiğinde minbere çıkarak büyük bir tevâzû içinde halka şöyle hitâb etmiştir:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şâyet vazîfemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…” (İbn-i Sa’d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)

Dolayısıyla âdil kimselerin yanında olmak, hatâ ettiklerinde de çekinmeden onları îkaz etmek, mü’minlerin en mühim vazifelerindendir.

Zulüm ve Haksızlığa Karşı Durmak

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13)

Zîrâ hakkın sükût ettiği yerde bâtıl hortlar. Hakkı müdâfaa durumunda olup da sessiz kalmak, dilsiz şeytana dönmektir. Zâlime sükût, onu putlaştırmaktır. Nitekim zâlim Firavun’a; “Ben sizin yüce rabbinizim!” dedirten, etrâfındaki Hâmân ve emsâli, insan sûretli şeytanlardı. Onlar da Firavun’un zulmüne payanda oldukları için, aynı âkıbetle ebedî hüsrâna dûçâr oldular. Zîrâ dünyevî menfaatler için zulme yaltaklanmak, ebedî bir zillet ve hüsran sebebidir.

Hakka gönül verenler ise hakkın kuvvetinden feyz alırlar. Hakka dayanmanın izzetiyle dâimâ doğrunun yanında, zâlimin karşısında olurlar.

Bunun içindir ki; zulmüyle meşhur olan Haccâc-ı Zâlim karşısında Hasan-ı Basrî Hazretleri susmadı, ne pahasına olursa olsun hak ve adâleti tebliğ ve tevzî etti. Halîfe Câfer Mansur’un haksız icraatlerine âlet olmak istemeyen İmâm-ı Âzam Hazretleri, zindanda kırbaçlanmak pahasına Bağdat kadılığını reddetti…

Zîrâ hak söz, îmânın sesi; hakkı söylemek ve tevzî etmek, kâmil mü’minlerin şiârıdır. Hakkı söyleyen ve hakka hizmet edenler bulundukça haksızlığa giden yollar kapalı olacaktır.

Bu itibarla nefsine uyarak zulme sapanlar veya zâlime destek olanlar, şunu iyi bilmelidirler ki; bâtılın ve zulmün geçici bir galebesi vardır, fakat kalıcı bir zaferi yoktur. Zîrâ zulmün sonu zevâldir. Hakkı tanımamak, hak ve adâlet kâidelerini çiğnemek, Allah -celle celâlühû-’ya isyan ve muhâlefet mânâsına geldiği için, zâlimlerin -er ya da geç- ilâhî kudretin çetin azâbı ile karşılaşmaları muhakkak ve mukadderdir.

Zulüm ve haksızlık tarihi, ilâhî intikam tatbikâtının dehşetli tezâhürleriyle doludur. Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Zaten Biz ancak halkı zalim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59) buyrulmaktadır.

***

Velhâsıl, kaba kuvvete râm olanlar nazarında zulmün başlangıcı her ne kadar parlak görünse de, tarih sayfaları tekrar tekrar göstermiştir ki, onun sonu dâimâ zifiri karanlıktır. Diğer taraftan adâlet de, her ne kadar zor görünse de, nihâyeti nurlu ve huzurludur. Bu itibarla, her zaman, her yerde ve herkese karşı âdil olan bir müslüman, Allâh’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyâr olur.

Nefislerine uyarak adâletten ayrılanların ise hiçbir şey elde etmeleri mümkün değildir. Aldatıcı ve geçici bâzı menfaatler sağlasalar bile bu, nihâyetinde zarar, pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey getirmez.

Rabbimiz, kalplerimizi fânî menfaatler uğruna eğrilmekten muhâfaza buyursun! Cümlemizi, hak ve adâlet üzere yaşayıp vicdan huzûruyla ilâhî dîvâna varabilen mes’ûd ve bahtiyar kullarından eylesin!

Âmîn…

Dipnotlar: 1) Tahâvî, Şerhu Meâni’l-Âsâr, Beyrut 1987, IV, 89; Beyhakî, Şuab, VII, 468; Heysemî, VIII, 156. 2) Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187.