Hak ile Kul Arasındaki Perde: BENLİK DUVARI

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Mayıs Sayı: 99

ŞAHDAMARINDAN YAKIN…

Allah Teâlâ buyuruyor:

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرٖ۪يدِ

“…Biz insana şahdamarından daha yakınız.” (Kāf, 16)

Ya insan?

İnsan, Rabbine yakın mı?

Ne kadar yakın?

Cenâb-ı Hak; kendi yakın olduğu gibi, kulunu da kendine yakınlaştırıcı lütuflarda bulundu. İnsana kalp verdi, akıl verdi, vicdan verdi.

İnsan bu nimetleri yerinde istihdam edip Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabiliyor mu?

Pek azı evet, pek çoğu hayır…

Mevlâ’mız, ihsanlarını bu kadarla da bırakmadı. İnsanın mârifet deryasına vâsıl olabilmesi için, rehberler mahiyetinde peygamberler; pusulalar ve haritalar hükmünde mukaddes kitap ve hitaplar gönderdi. Hakk’a yakınlığa mazhar olmuş mukarreb kullar olan enbiyâ, asfiyâ ve evliyâ ile nümûne-i imtisal lutfetti.

İnsan bu nimetlerden ne kadar istifade edebiliyor?

Cevabı, Kur’ân-ı Kerim veriyor:

وَقَلٖ۪يلٌ مِنْ عِبَادِىَ الشَّكُورُ

“Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok azdır.” (Sebe’, 13)

Cenâb-ı Hakk’ın; kendine yakınlaştırıcı bunca lutfuna rağmen, insan nasıl dergâh-ı ilâhîden uzak kalabiliyor? Yanı başındaki mârifet denizinden nasıl oluyor da habersiz ve istifâdesiz kalıyor?

Çünkü insanı çevreleyen bir mânevî duvar var:

BENLİK DUVARI…

Zira Cenâb-ı Hakk’ın «Kibriyâ» sıfatının, ortaklığa tahammülü yoktur. Bunu idrâk etmeyen insanı Allah’tan uzaklaştıran, bu husustaki benliğidir. Ham nefsidir. Nefsâniyete dûçâr oluşudur. Enâniyet ve nefsâniyet; âdetâ sisten bir duvar örerek, insana Hakk’a yakınlığını unutturur. Bu duvarı bertarâf edemeyenler; Allah Teâlâ’nın lutfettiği hidâyet levhalarını göremez, okuyamaz, idrâk edemezler.

Kâinâtı nurlandıran Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yıllarca süren davetine icâbet etmeyen bedbahtlar hakkında da Rabbimiz böyle bir mânevî duvar tarif etmiştir:

وَجَعَلْنَامِنْبَيْنِاَيْد۪ٖيهِمْسَدًّاوَمِنْخَلْفِهِمْسَدًّافَاَغْشَيْنَاهُمْفَهُمْلَايُبْصِرُونَ

(O inkârcıların) önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler.”(Yâsîn, 9)

Görmeyi engelleyen o set / o duvar yükseldikçe insan için Hak’tan mahrumiyet ve uzaklık artmaktadır. Ancak o nefsâniyet duvarı alçalmaya ve aradan kalkmaya başladıkça, yani nefsânî arzulardan uzaklaştıkça da; Hakk’a yakınlık, muhabbet ve mârifet artmakta, müstesnâ tecellîler yaşanmaktadır. Bu hakikati Hazret-i Mevlânâ güzel bir temsil içinde şöyle anlatır:

“Derya kenarında bir duvar vardı. Duvar yüksekçe olduğu için onu aşıp deryaya ulaşmak mümkün değildi. Duvarın üzerinde susuzluktan kavrulmuş dertli biri bulunuyordu. Onu sudan meneden, üzerinde olduğu yüksek duvardı. O kimse ise, duvarın üzerinde suya kavuşmak isteyen bir balık gibi çırpınıp duruyordu. Bir çare bulamıyordu.

Birden aklına duvardan bir parça koparmak geldi. Bir tuğla parçasını söküp suyun içine attı. Tuğlanın düşmesi ile suyun sesi bir âb-ı hayat gibi geldi. O suyun sesinin âhengine mest oldu. Susuzluk mihneti çeken bu kimse, su sesinin verdiği safâdan dolayı, duvardan tuğlaları koparıp koparıp suya atmaya başladı.

Su, üzerine tuğla atan bu garip adama seslendi:

«–Ey derviş! Ne diye başıma kerpiç atıp durmaktasın? Bunun sana ne faydası var?»

Susuzluktan yanan derviş cevap verdi ve dedi ki:

«–Ey su! Böyle tuğla koparıp atmakta bana iki fayda var. Onun için bu işi hiç bırakmayacağım.

BİRİNCİ FAYDA:

Su sesini dinlemektir ki o, susamışlara mûsıkî nağmeleri gibi gelir.

Yine o su sesi; ölüye, sesi ile tekrar diriliş imkânı veren İsrâfîl’in sûru gibidir.

Yine o ses, bahar mevsiminde Nisan ayının bereketli yağmurları gibidir. Bağlar ve bahçeler, o semânın gözyaşlarıyla hasret giderir; hayat bulur ve nakışlanır.

Yine o ses; yoklukta kıvranan muhtaç ve garibi, yardım kabulüne davet sesidir.

Yine o ses, Yemen’den Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelen nefes-i Rahmânî gibidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karânî için; ‘Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.’ buyurmuştur.

Yine o ses, huzûr-i ilâhîden mücrimlere gelen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâat râyihâsıdır.

Yine o ses, zayıflamış Yâkûb’un rûhuna gelen güzel ve latîf Yûsuf’un kokusudur.

Yine o ses, Medîne-i Münevvere’deki Kubbe-i Hadrâ’nın minarelerinden âşıklara akseden bâd-ı sabâ gibidir.

Yine o ses; perişan, bîtab ve bîkes Mecnûn’a gelen Leylâ’nın huzur meltemidir.

Yine o ses, muzdaribe ve yetime gönülde açılan sıcak bir kucaktır.

İKİNCİ FAYDA:

Koparmış olduğum her parça ile duvar alçalıyor. Ben de o nisbetle ey su, sana yaklaşmış oluyorum.»

Ey şuurlu kimse! Yüksek bir duvardaki tuğlaların azalmasından şüphesiz duvar alçalır.

Duvarın alçalması, suya yakınlık hâsıl eder. O tuğlaların duvardan ayrılması, vuslat dermanı olur.

Allâh’a secde etmek, o yapışık tuğlaları koparmakla olur ki; kurbiyeti (Allâh’a yakınlığı) mûcib olur. Kur’ân-ı Kerim’de;

«Secde et ve yaklaş!»(el-Alak, 19) buyurulmuştur.

Bu varlık/benlik duvarı yüksek bulundukça; bu başı eğmeye, yani secde etmeye mâni olur!

Bu toprak vücudun nefsânî arzularından kurtulmadıkça, eğilip âb-ı hayat sahibine secde etmek ve o mânevî derya suyundan doya doya içmek imkânsız olur.

Duvarın üstünde kim daha ziyade mâneviyâta susamış ise, duvarın taşını ve tuğlasını o daha çabuk koparır.

Suyun sesine her kim daha ziyade âşık ise, ona hicab ve mâni olan benlik duvarından daha büyük parçalar koparır.

O kimse, suyun sesine mest olur. Suyun çıkardığı sesten başka ses işitmez.

Ne mutlu o kimseye ki; günlerini ganîmet bilir de, kulluk borcunu, bir an evvel edâ etmeye gayret eder.”

Hikâyede deryaya kavuşmaya set olan duvar; insandaki nefsânî emeller ve hakikate ermeye mâni olan şu fânî dünyaya ait, bitmez, tükenmez, nihayeti olmayan arzular, hâssaten «benlik»tir.

Benlik duvarı büyük ve yüksektir. Bertarâf edilmesi kolay ve basit bir duvar değildir. Hilkatinin mâyesinde acelecilik bulunan insan; uzun ve ısrarlı gayretler isteyen reçeteler karşısında ümitsizliğe, yılgınlığa düşebilmektedir. Duvarın üzerindeki adamın parça parça kerpiçleri atması; karıncanın hac için Beytullâh’a vâsıl olamasa da o yolda olmaya, o yolda ölmeye râzı olmasına benzer.

Gönülde böyle bir teslîmiyet ve azim olunca, zorluklar âsân olur. Büyük nefsânî duvarlar Allâh’ın inâyet ve bereketiyle erir. Hadd-i zâtında İslâm’ın rûhânî ve mânevî hayatına teksif olarak; ihlâs, takvâ, rızâ ve teslîmiyet içerisinde yaşanması olan tasavvuf da Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruhû- Hazretleri tarafından şöyle tarif edilmiştir:

“Tasavvuf, sulhü olmayan bir cenktir.”

Bu cenk, bu büyük mücâhede; nefse karşı, nefsin gayr-i meşrû isteklerine karşı ömür boyu devam eder. Harpler, muayyen zaman ve mekânlarda yapılır ve biter. Nefse karşı girişilen bu mücâhedenin ise bir ömür boyu inkıtâsız devam ettirilmesi gerekir. Âyet-i kerîmede:

“… Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devam et!”(el-Hicr, 99) buyurulmuştur.

Bunun da büyük bir vecd, aşk ve iştiyak hâlinde olması zarûrîdir. Çünkü, büyük mes’ûliyetler, büyük iştiyaklarla omuzlanır. Nitekim ağır ve zor işler yapanların; şevklendirici marşlar, zinde tutucu ilâhîler terennüm etmeleri bu sebeptendir. Cenâb-ı Hak da, nefsimizle son nefese kadar süren cenkte, bu nâmütenâhî seferde, ümitsizliği ve yılgınlığı ortadan kaldırmak için; feyiz ve bast hâli sûretinde, şevk ve heyecan nimetleri lutfetmiştir. Kerpiç parçalarının sudan çıkardığı ses; bu büyük cehde girişen kişinin, şevk ve heyecanını artırır. İlâhî muhabbetlerle duygulanan insan için bu cihan, idrak ve şuura sunulan bir hikmet aynasıdır.

Temsildeki derya, ilâhî muhabbet ve mârifet (Allâh’ı kalpte tanıyabilmek)’tir. Kalbi, ilâhî muhabbete teşne insanlar, o deryaya varabilmenin ömür boyu iştiyak ve arzusu içindedirler. O muhabbet ve mârifet deryasından gelen her ses ve nefes, onları sonsuz lezzetlere gark ederek yüksek bir Hak yolculuğuna hazırlar.

O deryaya varma iştiyâkı olmayanlar ise; körlüklerinden, mahrumiyetlerinden memnun bir şekilde, ahmakça bir oyalanış hayatı yaşarlar. Ne kerpiç koparırlar, ne de suyun sesine kulak verirler. Gaflet ehlinin bu gayretsizlikleri, mânevî zevk ve lezzetlerden habersiz oluşları yüzündendir. Onlar, neler kaybettiklerini bilselerdi hâlleri çok farklı olurdu. Bunu İbrahim bin Edhem -kuddise sirruhû- Hazretleri şöyle ifade eder:

“İlâhî muhabbette duyduğumuz ilâhî lezzet, huzur, vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Fakat bu hakikatten mahrumiyetlerinden dolayı;

Fânî dünya hayatı onlar için aldatıcı bir tatmin sahasıdır. Allâh’ın kâinâta ve insanın iç âlemine koyduğu işaretleri, rumuzları, ibret aynalarını görmezler. Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الَّذٖ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا وَالَّذٖ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَ اُولٰـئِكَ مَاْوٰیهُمُ النَّارُ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Şüphesiz Biz’e kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına râzı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya; işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir.”(Yûnus, 7-8)

İlâhî muhabbet ve uhrevî lezzetlerden mahrum; türlü eğlence ve çılgınlıklarla, hayvânî bir yaşayış ile geçen bir dünya gününün hayırlı bir ölüm akşamı getirmeyeceği mâlûmdur. Bu karanlık gecenin sonunda mesut bir şafağın sökmeyeceği de âşikârdır. İlahî ibret sahneleri ve hâdiseleri karşısında alık ve abus kalmak, gayesiz erimek, ölümün meçhul ızdırapları içinde kaybolmak, insan şeref ve haysiyeti adına ne acıdır!.. Nefsânî dünya hayatının pembelikleri, âkıbet solgunluğu ile; kahkahaları ise, cehennem çatırtıları ile doludur.

Bu âkıbetten kurtuluş için kalbin Hakk’a döndürülmesi şarttır:

KALBİN İSTİKAMETİ

Kalp; bir göz kapağı yahut dudak gibi, insan iradesine râm olan bir uzuv değildir. Korku hâlinde çok hızlı bir şekilde çarpmaya başlayan yahut şahit olunan elîm bir manzara karşısında tansiyonu düşen bir kalbi, kişinin kendi kendine kumanda ederek, normal vazifesine döndürmesi çok zordur. Bunun için birtakım müdahaleler gerekir.

Aynı şekilde, kalbin mânevî fiilleri de böyledir. Ona; «Şunu sev, bundan nefret et, dünyayı terk et, âhirete teveccüh et!» gibi telkinler vererek, doğrudan doğruya yönetmek mümkün değildir. Kalp bu telkinleri; sohbetinde bulunduğu muhitten, arkadaşların rûhâniyetinden ve beslendiği gıdadaki mânevî hâlden alır. Yani yine, parça parça bir duvarı eritmek gibi az da olsa devamlı gayretlerle kalp, Hakk’ın rızâsına sevk edilebilir.

Kalbinin muhabbet ve meylini tevcih etmekteki acziyeti, kulu Cenâb-ı Hakk’a ilticâya sevk eder. Nitekim Peygamber Efendimiz;

يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ى عَلٰى د۪ينِكَ

“Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi Sen’in dînin üzere sâbit kıl!”(Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91) diye duâ eylemiştir.

Kalplerde mâneviyat muhabbet ve meylini meydana getiren Cenâb-ı Hak’tır. Hucurât Sûresi’nde buyurulur:

وَاعْلَمُوا اَنَّ فٖ۪يكُمْ رَسُولَ اللّٰهِ لَوْ يُطٖ۪يعُكُمْ فٖ۪ى كَثٖ۪يرٍ مِنَ الْاَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ الْا۪ٖيمَانَ وَزَيَّنَهُ فٖ۪ى قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ اُولٰئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ

“Hem bilin ki, içinizde Allâh’ın elçisi vardır. Şayet O; birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size îmânı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.” (el-Hucurât, 7-8)

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu sûrede buyurulan nimetlerle, şu sûrette Cenâb-ı Hakk’a duâ ederlerdi:

اَللّٰهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْا۪يمَانَ وَزَيِّنْهُ ف۪ى قُلُوبِنَا وَكَرِّهْ اِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِد۪ينَ

“Allâh’ım! Îmânı bize sevdir, gönüllerimizi onunla zînetlendir! Bizi küfür, azgınlık ve isyandan nefret ettir! Bizleri din ve dünya için faydalı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle!”(Ahmed, III, 424; Hâkim, I, 686-687/1868; III, 26/4308)

İnsan, kulluk yolunda adım atıp ilerlemeye başladığında da benlik duvarından hemen kurtulamaz. Benlik bu kez de; «Ben yaptım. Ben oldum.» demek sûretiyle iddia belâsına çekmek ister.

«Benlik» ve «iddia» ise yol kesicidir, âdetâ;

MÂNEVÎ YOLUN KANSERİ

İblis, Bel‘am, Kārûn gibi nicesi vaktiyle üstün bir mevkî sahibiyken benlik ve iddiaya düşerek hüsrâna dûçâr olmuştur.

İbrahim Desûkî bu tehlikeden şöyle sakındırır:

“Ey kardeşim! Sakın kendi başına bir şey yaptım zannetme. Bil ki; oruç tuttuğunda onu sana Allah tutturmuş, namaz kıldığında onu sana Allah kıldırmış, bir iş yaptığında onu sana Allah yaptırmıştır. Takvâ derecesine ulaşmışsan Allah seni ulaştırmış, maddî-mânevî bir şeye mazhar olmuşsan Allah seni mazhar kılmıştır.

Ey oğulcuğum! İnsanların ve cinlerin ameli kadar amelin olsa bile «ben» demekten sakın! Zira Allah, «ben» iddiasında bulunanları acziyet içerisinde bırakır. Benlik dâvâsında isen maddî ve mânevî derecen düşer, bunu unutma!”

Hazret-i Mevlânâ, mâneviyat yoluna girenlerin kendilerinde fark ettikleri terakkî alâmetlerini, eve dolan güneş ışığına benzeterek, îkāz eder:

“Şayet pencereyi ve evi ışıkla dolmuş görüyorsan, sen ışığı onlara ait zannetme; zira aydınlatıcı olan güneştir.

Güneş, kendisinden akseden ışıklarla parıldayıp övünüp duranlara der ki:

Ey anlayışsız mağrurlar! Biraz sabredin; hele ben şu dağın veya şu deryanın arkasına varıp ufuktan bir çekileyim, o zaman hakikati anlarsınız.”

Eşya üzerine akseden güneş ışığı nasıl, o eşyaya ait değilse; bir mürşid-i kâmilin hizmetinde kazanılan dereceler de Hakk’ın bir nebî veya velî kuluna nasîb ettiği feyizdir. Bu şekilde bir nebî veya velînin aydınlığından istifâde edip de sonra elde ettikleriyle benlik dâvâsına kalkanların âkıbeti, tekrar karanlığa saplanmaktır.

Hazret-i Mevlânâ, bu hakikati başka misallerle de anlatır:

“Ateşte kızdırılmış bir demirdeki kızarıklığı ona ait sanma! Çünkü o, ateşin ona geçici olarak bir ışık ve hararet vermesinden ibârettir.”

“Kezâ tenin güzellik ve letâfeti de naz edip övünür; ama bilsin ki, asıl kudret ve kuvvet onun içinde gizlenmiş olan rûha aittir.”

İşte bu hakikati idrâk edip benlikten sıyrılabilenler; yani nefsin azgın pençelerinden kurtularak ölmeden evvel ölenler, bu hâllerinin bir mükâfâtı olarak cânanda dirilirler. Bu dirilikte Cenâb-ı Hak; onların akleden kalbi, gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve tutan eli olur. Kul, bu makamda büyük bir vuslat hâli yaşar. Hak’tan gayrıya nazar kılmaz. Yûnus Emre, vâsıl-ı ilâllah olduktan sonraki hâlin kendisini nasıl mest eylediğini ne güzel ifade eder:

Canlar cânını buldum,

Bu cânım yağma olsun!

Assı ziyandan geçtim,

Dükkânım yağma olsun!

Ben benliğimden geçtim,

Gözüm hicâbın açtım,

Dost vaslına eriştim

Gümânım yağma olsun!

Yûnus ne hoş demişsin,

Bâl ü şeker yemişsin,

Ballar balını buldum,

Kovanım yağma olsun!

Hazret-i Mevlânâ da aynı hakikati şöyle seslendirir:

“Pek çok han ve kervansaray terk etmek lâzımdır ki, insan bir gün kendi hakikî meskenine varabilsin!”

Fânî benlik kulübelerini terk edemeyip, enâniyet ve nefsâniyetin varoşlarında kaybolanların, rahmet ikliminden ve cennet köşklerinden ne kadar uzak olduğu, âyet-i kerîmede şöyle bir temsil ile beyan buyurulmuştur:

İĞNE DELİĞİNDEN GEÇMEK

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لاَ تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَآءِ

وَلاَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّٰى يَلِجَ الْجَمَلُ ف۪ى سَمِّ الْخِيَاطِ

“Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar için semânın kapıları açılmaz. Onlar; deve, iğne deliğinden geçmedikçe, cennete giremezler…” (el-A‘râf, 40)

Devenin, iğne deliğinden geçmesi; imkânsızlığı beyân eden bir teşbih yanında, işârî bir mânâyı da ilhâm etmektedir:

Kibir, gurur ve benlik iddiası peşinde olanlar; Allah yolunda kendi geçici benlik ve nefislerinden eriyip sâfî ruh olmadıkça, vahdet cennetine girmeye hak kazanamazlar.

Semânın kapısı; ancak şerîat hükümlerini ve tarîkat yollarını öğrenip de bir mürşid-i kâmilin terbiyesinde tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb ile gönüllerini şeytanın vasfı olan benlikten temizleyebilenlere açılacaktır.

Varlık duvarının yıkılışı, nasıl boyun eğerek, Hak karşısında tezellül ve hiçliği idrâk ettiren secdelerle hâsıl olursa; insandaki nefis ve benlik devesi de, ancak aşk, yokluk ve «لا» kılıcı ile yontulup, yani hiçlik hâline erdirilmek sûretiyle ıslah olur. Ancak bu sûretle, rahmet ve nimete nâil olmak için zarûrî olan imtihan iğnesinin çileli halkasından muvaffakıyetle geçebilir.

Yâ Rabbî! Bizleri benlik duvarını bertarâf ederek, hiçlik şuurunda secdelerle Sana yaklaşan, kesâfet ve kasâvetten kurtulup, lütfunla letâfete kavuşan enbiyâ ve asfiyânın hâllerinden nasipdâr eyle!..

Yâ Rabbî! Bize bahşeylediğin maddî-mânevî bin bir rızkının yanında, muhabbetini de rızık olarak nasîb eyle… Sen’i sevenlerin, «muhabbetullâh»a erenlerin sevgisiyle kalplerimizi doldur. Sana muhabbetimizi ve Sen’in bize muhabbetini ziyadeleştirecek ameller işlemeyi cümlemize nasip ve müyesser eyle! Sev, sevdir, sevindir İlâhî!

Âmîn!..