HACCIN MEBRÛR OLMASI İÇİN…

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2013 Ay: Ekim Sayı: 102

HACCA HAZIR MISIN?

Hazret-i Mevlânâ, hac mevzuunda hikmetli bir kıssa anlatır:

“Ümmetin büyüklerinden Bâyezîd-i Bistâmî, hac ve umre için Mekke’ye doğru süratle gidiyordu. Her gittiği şehirde oranın sâlihlerini araştırıyor;

«–Bu beldede basîret sahibi, gönül gözü açık kim var?» diye o şehrin ileri gelenlerine soruyordu. Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvelâ Hak dostlarını arayıp bulmanın zarûretine inanıyordu. Çünkü Hak Teâlâ;

«… Şayet bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorunuz!..»(el-Enbiyâ, 7) buyuruyordu. Musa -aleyhisselâm- dahî ledünnî ilme sahip Hızır’ı ziyaretle emredilmişti.

Bâyezid; hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhâniyeti vardı. Gözleri dünyaya âmâ, kalbi ise, güneş gibi idi, etrafına rahmet taşırıyordu.

Bâyezid, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona;

«–Ey kişi, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını (yani bedenini) nereye taşıyorsun?» dedi.

Bâyezid de;

«–Hacca gitmek niyetindeyim!» dedi.

Pîr sordu:

«–Ne götürüyorsun?»

Bâyezid cevap verdi:

«–İki yüz dirhem de param var.»

Bunun üzerine Pîr dedi ki:

«–Ey kişi! O dünyalığının bir miktarını Allah yolunda muhtaçlara, gariplere ve bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ve onların duâlarını al ki; rûhunun ufku açılsın! Ölümsüz bir ömre kavuş! İlk defa gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devam et!..

Çünkü Kâbe, Cenâb-ı Allâh’ın «hâne-i birr»idir. (Yani kulu îmânın kemâline erdiren ve Allâh’a yakınlaştıran bir rahmet mekânıdır.) Ziyaret edilmesi İslâm’ın şartlarından biri olarak farz olan bir beyttir. Lâkin insan kalbi, bir sır hazinesidir.

Kâbe, Âzeroğlu İbrahim’in binasıdır. Gönül ise, «Celîl» ve «Ekber» olan Allâh’ın nazargâhıdır.

Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf et! Taş-topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür. (Yani onun vesilesiyle Rabbine gönlünün daha yakın bir hâle gelmesidir.)

Cenâb-ı Hak; görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır.

Şunu iyi bil ki hac, îfâya mecbur olduğun bir emr-i ilâhîdir. Lâkin şuna da dikkat et ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını dengeleyemez!»

Bâyezid, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devam etti.”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri haccı edâ edişteki kalbî kıvam farkını şöyle ifade etmiştir:

“İlk hacca gidişimde; yalnızca «Beyt»i (yani Kâbe’yi) gördüm. İkinci gidişimde «Beyt» ile birlikte «Sahibi»nin de tecellîlerini seyrettim. Üçüncü gidişimde ise sadece «Beytin Sahibi»nin tecellîlerine nâil oldum.”

Bu ve benzeri güzel misallerle gönülleri istikametlendiren Hazret-i Mevlânâ, o mübârek topraklara gidecek olanlara yine şöyle buyurur:

“Hac vakti olunca Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret ve tavaf maksadı ile git! Hakk’ın rızâsından ayrılma! Bu maksatla gidersen, Mekke’nin hakikatini görmüş olursun!”

HACCIN HAKİKATİ…

Hac, İslâm’ın beş temel direğinin sonuncusu ve tamamlayıcısıdır. En son farz olan ibâdettir. İbâdetlerin teşrîi, hicretten bir buçuk sene evvel namazla başladı. Hicretin ikinci yılında oruç ve zekât farz kılındı. Hac ise, Mekke’nin fethinden sonra hicrî 9. yılda farz oldu.

Kâbe, cihanın kalbidir. Hac, cihanın kalbi olan Kâbe putlardan temizlendikten sonra farz oldu. Bu da haccı derin bir duyuşla edâ etmek isteyenlerin, kalplerini nefsânî fiil ve temâyüllerden temizlemelerinin zarûretine işaret etmektedir. Zira; «Hacda; refes, fısk ve cidal yoktur.» buyurulmakla gaflete götürecek her türlü davranışlardan ve gafletten kulun sakınması istenmektedir.

Hac bize Hazret-i İbrahim’den bir hâtıradır. Bu büyük peygamberin hayatı incelendiğinde, onun da kalbin Cenâb-ı Hak ile beraberliği husûsunda büyük bir fedâkârlık imtihanı verdiği görülecektir.

KALBİN ÜÇ İMTİHANI

Nitekim Allah -azze ve celle- Hazret-i İbrahim’i dost edinince, melekler taaccüplerini ifade ettiler:

“–Ey Rabbimiz! İbrahim Sana nasıl dost olabilir? Onun nefsi, malı ve evlâdı var. Kalbi bunlara meyyaldir…”

Bu suâlin cevabını, Hazret-i İbrahim, hayatındaki üç imtihan ile en güzel bir şekilde verdi.

Hazret-i İbrahim, tevhid mücadelesinde canını ortaya koydu. Kavminin putlarını paramparça ederek, ölümü hiçe saydı. Zalim Nemrut, dev bir ateş yaktırdı ve Hazret-i İbrahim’i mancınıkla ateşe attıracaktı. İbrahim -aleyhisselâm-’ın ateşe atılması an meselesiydi, melekler heyecanlandı. Bir kısmı Allah Teâlâ’dan Hazret-i İbrahim’e yardım etmek için izin istedi. Melekler, Hazret-i İbrahim’e bir arzusu olup olmadığını sorunca, Hazret-i İbrahim;

“–Dostla dostun arasına girmeyin!” buyurdu.

Daha sonra Cebrâil -aleyhisselâm- geldi:

“–Bana bir ihtiyacın var mı?” diye sordu.

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Sana ihtiyacım yok. O bana yetişir; ne iyi vekildir!” buyurdu.

Nitekim Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve sadece Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmesi üzerine, o daha ateşin içine düşmeden Allah Teâlâ, ateşe emretti:

“Ey ateş, İbrahim’in üzerine serin ve selâmet ol!..”(el-Enbiyâ, 69)

Bu emirle birlikte, İbrahim -aleyhisselâm-’ın düştüğü yer; bir anda gülistana döndü. Orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı.

Böylece Hazret-i İbrahim, insan gönlündeki üç tahttan; «Can, evlât ve mal» tahtlarından birincisini bertarâf etti. O, canından geçti, Cenâb-ı Hak ona, ateşler içerisinde gülistan bahşetti.

Hazret-i Mevlânâ; İbrahim -aleyhisselâm-’ın ateşte yanmamasını, kalbî kıvâmına ve mânevî gücüne izâfe ederek şöyle der:

“Ateş, İbrahim -aleyhisselâm-’a zarar vermez ve yakmaz. Kim Nemrut tabiatlı ise, ateşten o korksun!”

İnsanda hem Nemrut tabiatı olan nefs, hem de İbrahim tabiatı olan ruh vardır. İnsan, kendi mânevî bünyesindeki Nemrut’u bertarâf ederse; vücut iklimi, ruh için gülistan olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sende bir Nemrut var.

Nefis Nemrut’unu alt etmeden ateşe atılma, yanarsın. Atılmak istiyorsan önce İbrahim ol.”

Hazret-i İbrahim’in ateşe huzur ve teslîmiyet içinde gidişinde, varlığın hakikatini doğru bir şekilde idrâk etmiş olmasının sırrı vardır. Allah yolunda ateş, gülistanın ta kendisidir. Cenâb-ı Hakk’ın yolunda olunca, zahmetler rahmet olur, cefâlar safâ olur, dikenler gül kesilir. Es‘ad Erbilî -kuddise sirruhû- Hazretleri, ne güzel buyurur:

Aşk gülistanında dikenden korkulmaz.

Ben her dikenin üstünden yüzlerce gonca toplarım.

Dervişlik bostanında ıstıraptan zevk alırım.

Yastığımı dikenden yaparsam, rüyamda gülü görürüm…

Bunlar dâimâ Hakk’ın rızâsına göredir.

Mühim olan zâhire aldanmayıp, bâtındaki hakikati idrâk etmektir. Bu zıtlıklar, imtihan dünyasında temiz tabiatlar ile habis fıtratları birbirinden ayırt etmek gayesine mâtuftur.

Zaten dünyanın bir yanı gaflet dehlizi, diğer yanı irfan hazinesidir. Gafletin içerisi pişmanlık, irfanın içerisi ise huzur ile doludur. Bu meyanda Muhammed İkbal; hikmetli bir teşbih etrafında, bir gafilin pişmanlığını ve ârif bir gönlün de huzurunu şöyle ifade eder:

“Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen satırları ve o satırlardaki bütün harflerin arasında yattım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»

Yarı yanmış pervânenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:

«–Yanarak çırpınıştır, aşktır, vecddir, heyecandır ve gayrettir hayatı daha canlı yapan ve ulvîleştiren! Yine yanış ve çırpınıştır hayatı kanatlandıran!.. Yine yanış ve çırpınıştır sonsuzlara doğru mesafeler kat ettiren…»”

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Pervâne, ateşi nûr olarak görür. Ona atılıp yanar. Gönül de, ateşi nâr olarak görür. Ona atılarak nûru bulur. Kim Halîl’in suyundan gelmiştir? Onun meşrebindedir? Bunu göresin, anlayasın diye Cenâb-ı Hakk’ın böyle hikmetleri vardır.

Ben Firavun değilim ki, Nil suyuna (yani dünya hazlarına, dünya nimetlerine) doğru gideyim. Ben, Halil İbrahim meşrep olduğum için ateşe gidiyorum.

O ateş değildir. Duru saf bir sudur. Öbürü, yani dünya zevkleri ise hile ile su şeklinde gösterilmiş ateştir.”

Hazret-i Mevlânâ’nın bu temsilleri, şu hadîs-i şerîfin şerhi mahiyetindedir:

“Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle çevrilmiştir. Cehennem de nefse hoş gelen şeylerle çevrilidir.” (Buhârî, Rikāk, 28)

Hazret-i İbrahim’in ikinci imtihanı «evlâd»ı ile oldu. Çünkü evlât, insanın devam eden bir parçasıdır. İnsan; evlâtlarını, onların istikballerini vs. bahane ederek Hak yolunda canıyla, malıyla gayret etmekten uzak kalabilir. Bu sebeple; evlât husûsunda da, kalbin bir imtihandan geçmesi zarûrîdir.

Hazret-i İbrahim, Allâh’a verdiği sözü yerine getirmek için oğlu Hazret-i İsmail’i kurban etmeye götürürken melekler yine heyecanlandılar:

“–Bir peygamber, bir peygamberi kurban etmeye götürüyor!” dediler.

İsmail -aleyhisselâm- ise, babası Hazret-i İbrahim’e;

“–Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle; hemen kessin; can vermek kolay olur… Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile geciktirebilirsin… Benim üzüntüm, kendi elinle kurban ettiğin evlâdının acısını ve hasretini ömür boyu unutmamandır…

Baba-oğul, teslîmiyet okyanusunda yüzerlerken, Cebrâil -aleyhisselâm- yetişti. Bıçağı köreltti. Cennetten koçu indirdi.

Hazret-i İbrahim, ikinci imtihanında da muvaffak olmuştu. Bugün hac ibâdeti edâ edilirken, bu hâdisenin yaşandığı Mina’da şeytan taşlama ve kurban vecîbeleri îfâ edilmektedir.

Hazret-i İbrahim’in üçüncü imtihanı «mal» ile oldu:

Allah Teâlâ Hazret-i İbrahim’e sayılamayacak derecede koyun sürüleri ihsân etti. Cebrâil -aleyhisselâm-, insan sûretinde gelerek sordu:

“–Bu sürüler kimin? Bana bir sürü satar mısın?”

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Bu sürüler Rabbimin’dir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

« سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلَائِكَةِ وَالرُّوحِ »

İbrahim -aleyhisselâm- da;

“–Al hepsini! Senin; al, git!” dedi.

Cebrâil -aleyhisselâm-;

“–Ben insan değil meleğim, alamam.” dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-;

“–Sen meleksen, ben de Halîl’im (Allâh’ın dostuyum). Verdiğimi geri alamam.” dedi.

Nihayet İbrahim -aleyhisselâm-, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. Bereketin remzi oldu.

İbrahim -aleyhisselâm-; canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan geçirdi. Rabbine büyük bir teslîmiyetle râm oldu. Kulluğun mutlak noktasına erişti. Sûretten kurtuldu. Halîlullah (Allâh’ın dostu) oldu. Kendisine mâverâdan birtakım ufuklar açıldı. Acziyet ve hiçliğini daha yüksek bir idrâk ile anladı, ellerini Yüceler Yücesi’ne açtı ve yalvardı:

“Beni insanların haşrolunacağı günde mahcup etme! Ki o gün ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”(eş-Şuarâ, 87-89)

Hac işte bu remizler ile kalpte Cenâb-ı Hak ile beraberliğin tahsili içindir. Hac ibâdeti; tefekkür edildiğinde görülür ki, büyük bir nezâket terbiyesi;

ZARÂFET TÂLİMİ…

Çünkü mü’min bu ibâdet vesilesiyle; bir otu dahî koparamayacak, avlanmayacak, avlananlara avı bile göstermeyecek. Vücudundan bir kıl dahî koparmayacak.

«Refes»ten yani ayıp, boş, mâlâyânî kelâmlardan uzak duracak.

Fısk u fücurdan, yani Allâh’a itaatin hâricinde kalan her şeyden ictinâb edecek.

Cidalden; yani mü’min kardeşiyle geçimsizlikten, münakaşadan, onu incitmekten şiddetle kaçınacak.

Bunları sadece hac ibâdeti için yapmayacak, haccı ömre yayma gayesi ve gayretiyle hareket edecek.

Haccın bu kıvâma vâsıl olabilmesi için birinci şart:

HELÂL KAZANÇ İLE HAC…

Zaten bütün ibâdet ve hayırlar, helâl kazançla yapılmalıdır. Çünkü bu ibâdetlerin feyzi, bedenin beslendiği helâl gıdâ ile mümkündür. Bilhassa hac ve umre ibâdetinde helâl kazancın ehemmiyetini ifade eden şu hadîs-i şerif çok ibretlidir:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği parayla ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder, ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Sana ne lebbeyk ne de sa‘deyk! Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!»

Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve; «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse, semâdan bir münâdî şöyle seslenir:

«Lebbeyk ve sa‘deyk! Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günaha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»”(Heysemî, III, 209-210)

Helâl kazanç, hacca hazırlığın sadece bir parçasıdır. Hacca, kul haklarını ödeyerek, her türlü hayırlı infak ile gönüller alarak hazırlanmak îcâb eder. En mühim hazırlık ise; bu çok mühim ve uzun yola, takvâ azığı ile hazırlanmaktır.

Haccın rükünlerinden her biri hikmet ve remizlerle doludur.

KÂBE VE KALP

Başta bütün mü’minlerin gözlerinin nûru ve kalplerinin sürûru olan Kâbe, ehlullah hazerâtı tarafından insandaki kalp ile mukayese edilmiştir. Gönlü tecellîgâh-ı ilâhî hâline gelenler hakkında İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-’ınKâbe-i Muazzama’ya hitâben söylediği şu sözler çok câlib-i dikkattir:

“Sen ne büyüksün (ey Kâbe!). Senin şânın ne yücedir. Fakat gerçek bir mü’minin Allah katındaki şerefi senden de üstündür.”(Tirmizî, Birr, 85)

Abdülkādir Geylânî -kuddise sirruhû- Hazretleri ise bu yüceliğin şartını şöyle ifade eder:

“Gönül, ancak nefsânî arzulardan arınmış, Hakk’a râm olanlara Kâbe olur.”

Molla Câmî;

Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Âzer’est

Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber’est

Yani;

“Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük Allâh’ın nazargâhıdır.” buyurmuştur.

İslâm’ın bidâyetinden beri, bütün zorluklara, meşakkatlere rağmen insanlar uzaktan, yakından akın akın Kâbe’nin yolunu tutmakta. Günümüzde de elhamdülillâh bu rağbet artarak devam etmekte.

Hazret-i Mevlânâ bu iştiyâkı ne güzel tebcîl eder:

“Hacca gidenler içinde kırılmış ve dikenlerden yaralanmış ayaklarla yürüyenler bulunur. Çünkü sıkıntılardan, ıstıraplardan, acılardan neşeye, ferahlığa gizli yol vardır.”

Ancak bir mü’min kendini mîzâna vurmalıdır:

Allâh’ın evi olan Kâbe’ye bu kadar teveccüh ve arzu duyarken, ona el sürmek için nice maddî-mânevî fedâkârlıklar yaparken, acaba yanı başındaki mü’min kardeşinin gönlünü incitmekte midir? Kalpleri kırmakta mıdır?

Hazret-i Yûnus işte hacdan önce de sonra da kazanılması ve korunması gereken zarâfet ve nezâkete dikkat çeker:

Yûnus Emre der hoca,

Gerekse var bin hacca.

Hepisinden eyice

Bir gönüle girmektir!

Bu gibi ifadelerde, İslâm’ın bir rüknü olan haccın ehemmiyetini düşürme değil; bilâkis, ona çok daha yüksek bir kıvâm ile hazırlanılmasının telkini vardır.

Aksi hâlde, hac ibâdeti turistik bir geziden öteye geçmez. Haccın her rüknünü tefekkür buutlarıyla değerlendirmek îcâb eder. Şeytan taşlama ibâdetini tefekkür edelim:

HER YER CEMERÂT…

İbrahim, Hacer ve İsmail -aleyhimüsselâm- ağır bir ifsad karşısında şeytanı taşladılar. Böylece Cenâb-ı Hakk’a teslîmiyetlerini gösterdiler. Cenâb-ı Hak bize sadece hacda değil;

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

diyerek her zaman şeytanı taşlamamızı emretmektedir. Çünkü biz şeytanı taşlamaktan bir an gafil kalırsak, derhâl o bizi taşlamaya başlar. Zira onun bize düşmanlığı âyet-i kerîmede şöyle dile getirilmiştir:

(Şeytan) dedi ki: «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!»”(el-A‘râf, 17)

İnsan iç âleminde nefs ve dıştan saldıran düşmanı şeytan arasında, yani iki ateşin arasındadır. Fizikî olarak dünyada Cenâb-ı Hak bize; altta mağma, yukarıda güneş olmak üzere, iki ateş arasında huzurlu bir hayat ikrâm ediyor. Mü’min için huzurun anahtarı da nefsin arzularını bertarâf etmek ve şeytanın şerlerinden uzak durmaktır.

Bu da;

“İç âlemini temizleyen, felâha erdi.”(eş-Şems, 9) âyet-i kerîmesi fehvâsınca iç âlemini takvâ ile temizleme gayretiyle mümkündür. Bunun için amel-i sâlihlere sarılmak zarûrîdir. Bu gayretin neticesinde Cenâb-ı Hak da rahmetiyle tecellî edecektir.

Hac âyetlerinde, hacdan sonra da Allâh’ın zikrini unutmamak ve dâimâ âhireti göz önünde bulunduracak şekilde duâ hâlinde yaşamak tâlim edilmiştir.

Bu şâmil ve kâmil duâ ile, hacca gidecek kardeşlerimizin haclarının mebrûr olması için Rabbimiz’e niyâz edelim:

“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik nasîb eyle; âhirette de iyilik, hasene nasîb eyle… Bizi ateş azâbından koru!”

Âmîn!..