Güzel Bir Kul Olabilmek

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Eylül Sayı: 19

ÖMRÜN HİKMETİ

Üç aylar…

Bu mübârek aylardaki günler ve geceler, Hakk’a yaklaşmanın mühim fırsatları.

Cenâb-ı Hak; bazı ayları, bazı aylardan fazîletli kılıyor ve bazı ayların içine de kandil geceleri dediğimiz mübârek geceler bahşediyor. Tâ ki kullar, bu gecelerde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etsin, O’na yaklaşsın, O’nun sonsuz rızâsını elde etsin. Tâ ki ilâhî affa nâil ve neticede cemâlullah tecellîlerine mazhar olsun…

Bu tecellîlere mazhariyetin birinci şartı, tevhîdin kalbe oturmasıdır. İkincisi de tevhîd üzre abdiyyet, yani kulluktur.

Zaten bize verilen ömrün hikmeti de bu:

Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul olabilmek, kullukta bir seviyeye ulaşabilmek.

İnsanlar arasında en büyük derece olan peygamberlik de hep bu abdiyyet/kulluk içinde Hak vergisi ilâhî bir rütbe olmuştur. Dolayısıyla bütün mü’minlere şart:

GÜZEL BİR KULLUK

Güzel bir kul olabilmek nedir?

Hayatımızın her safhasına İslâm’ın güzelliklerini yansıtabilmektir. İslâm’ı hayatımızın hiçbir safhasında unutmamak; meselâ ticarî hayatta unutmamak, aile hayatında unutmamak, beşerî münasebetlerde unutmamaktır. İbâdetlerimizi ilâhî bir vecd, istiğrak ve coşku hâlinde îfâ edebilmektir.

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere Kur’ân’daki ilâhî tâlimatları, hep güzel kul olabilmemizin yolunu ve düsturunu göstermektedir. Nitekim İsrâ Sûresi’nin 22’nci âyetinden 40’ıncı âyetine kadar geçen ilâhî beyanlara baktığımızda bu gerçeği görmekteyiz. Bahsettiğimiz âyetlerde Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in şahsında, bütün ümmete tembihlerde bulunuyor, mesajlar veriyor. Bu mesajların en temel özelliği de, bütün hak dinlerde aynı olmasıdır. Yani insanlığa gönderilmiş olan dinlerde toplumların sosyal yapısına göre teferruatlarda farklılıklar bulunabilir. Fakat buradaki mesajlar, bütün hak dinlerde aynı olmuştur.

İLÂHÎ MESAJLAR

Cenâb-ı Hak buyurur:

وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا
اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا
فَلَا تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَر۪ٖيمًا

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine «Üf!» bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!..” (el-İsrâ, 23)

Âyetteki birinci mesaj:

Yalnız Allâh’a kulluk. Hiçbir fânîye kul olunmayacak yalnız Allâh’a kulluk yapılacak ve ancak O’na teslim olunacak, O’ndan mağfiret dilenecek, O’na ibâdet edilecek…

İkinci mesaj:

Anne-babaya iyi davranmak. Dünyaya gelişe bir sebep ve vesile olmuş olan anne-babaya güzel muâmele. Cenâb-ı Hak;

“Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlandığı veya ihtiyarladığı zaman, sakın ha onlara üf deme!” buyuruyor

Demek ki insan yaşlandıkça bir çocukluk devresine giriyor. Güç, kuvvet kesiliyor. Nasıl vücut güç-kuvvetini kaybediyorsa, zihnî melekeler de zaman içinde gücünü kaybedebilir. Bu durumda anne-baba, üf dedirtmeye müsait çocuksu bir hareket yapabilir.

Fakat böyle bir anda ilâhî mesaj gayet açık:

«Sakın ha onlara üf bile deme!»

ÜÇ BEDDUÂ

Kâ‘b bin Ucre -radıyallâhu anh- rivâyet eder:

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bizden, minbere yakın oturmamızı isteyince, minberin tam önünde topluca oturduk. Bir basamak çıktı; «Âmîn!» dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine «Âmîn!» dedi. Bir basamak daha çıktı. Yine «Âmîn!» dedi.

Minberden indiğinde;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bugün biz, Siz’den daha önce işitmediğimiz yeni bir şey işittik.” dedik.

Bunun üzerine buyurdu ki:

“–Minberde iken Cebrâil geldi.

Bana birinci basamakta iken;

«–Ramazân-ı şerîfe erişip de bağışlanmayan rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.

İkinci basamağa çıktığımda;

«–Yanında Sen’in adın söylendiği hâlde Sana salât ve selâm getirmeyen rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.

Sonra üçüncü basamağa çıktığımda;

«–Ana-babasının yaşlılığına erişip de veya bir tekinin ihtiyarlığını görüp de, cenneti kazanamayan kişi rahmetten uzak olsun!» dedi.

Ben de; «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)

Bu hadîs-i şerifte Cebrâil’in Allah’tan getirdiği üç tane îkaz var:

ÜÇ ÎKAZ

İlki, baştan sona ilâhî rahmet, bereket, merhamet ve af dolu olan Ramazân-ı şerîfi, bağışlanmamıza vesile olabilecek güzelliklerle en iyi şekilde değerlendirebilmek.

Diğeri, Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in kıymetini iyi idrâk edebilmek. Peygamber Efendimiz ki, Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’e çok büyük bir lutfudur. O yegâne örnek, üsve-i hasene…

İnsanoğlunun başından ne kadar problem geçecekse veyahut da büyük mükâfatlar yaşanacaksa, hepsinin bir benzeri Efendimiz’in başından geçmiş. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, ümmetine çok müşfik, çok merhametli bir Peygamber.

O’na mukabil borcumuz çok. Bunların en büyüğü de, hiç şüphesiz O’na candan selâm ve salevât-ı şerîfe…

Hadîs-i şerîfin üçüncü mesajı ise, anne ve babalarımıza onlar yaşlandığında nasıl muâmele edeceğimiz hakkında. Onlara hizmet ve itaat şart. Ancak anne-babaya itaat, Allâh’a itaate mânî oluyorsa, o zaman orada itaat olmaz.

Çünkü her şeyden önce birinci şart, Allâh’a itaat…

Fakat Allâh’a âsî olan anne-babalara da tavrımızın, her şeye rağmen mâruf yani iyilik ve ihsân üzere olması gerektiği de yine Cenâb-ı Hakk’ın emridir.

Cenâb-ı Hak, anne-babaya olan iyi davranmanın mahiyetini şöyle bildiriyor:

“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: «Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi Sen onlara (öyle) rahmet et!..» diyerek duâ et!” (el-İsrâ, 24)

Yani hem ihtiyar ve âciz anne-babaya bakılacak hem de onlara bir vefâ borcu olarak kendilerine duâ edilecek. Bu şekilde Allâh’ın rahmeti ve rızâsı kazanılmış olacak.

Dünyaevine girenler, bilhassa şu iki hususta dikkatli olmalılar:

a. İhtiyar anne-babalarına hürmet ve saygıda kusur etmeyecekler,

b. Güzel, sâlih ve sâliha bir nesil yetiştirmeye gayret edecekler.

Evliliğe adım atan her gencin en mühim vazifeleri bunlar. Nihayetinde onlar da bir gün aynı hâli yaşayacaklardır.

GENÇLİK VE GÜZELLİK GEÇİCİ

Cenâb-ı Hak, hayatın merhalelerinden bahsediyor. Bütün bir ömrü şöyle hülâsa ediyor:

“Kime uzun ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?) (Yâsîn, 68)

İnsan önce âcizlikle dünyaya geliyor. Anne-babanın kollarında ve şefkatinde büyüyor. Burada anne-babanın da mühim bir rolü var. Onların ömrünü hayır-hasenâtla doldurması lâzım.

Cenâb-ı Hak, insana gençlik yıllarında güç ve kuvvet veriyor. Sonra gücü, kuvveti ve bu yaratılışı tersyüz ediyor. Yavaş yavaş bel bükülüyor, vücuttaki, birtakım mekanizmalar, cihazlar gücünü kaybettiği gibi zihnî melekeler de gücünü kaybedebiliyor, dolayısıyla tahammül azalıyor.

Bu hakikati devamlı olarak tecellî ettiren Cenâb-ı Hak soruyor:

«Akıl erdirmez misiniz? Yolculuk nereye?»

RAHMET KAPISI: TEVBE

Mesele yolculuğumuzu idrâk edip sâlih bir kulluk yapabilmek. Rabbimiz, bu meyanda şöyle buyurur:

“Rabbiniz, sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz sâlih olursanız; şunu bilin ki, Allah kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 25)

Cenâb-ı Hak, kalplerdekini en iyi bilendir. O, kullarına «şahdamarından daha yakın» olduğunu haber veriyor. (Kāf, 16) «Kişi ile kalbinin arası»na gireceğini bildiriyor. (el-Enfâl, 24)

Bütün hissiyâtımızı Allah, bizden daha iyi biliyor. Fakat dâimâ bize rahmet kapılarını açıyor ve kurtuluş yollarını gösteriyor. Bizden istediği, kötülüklerden yüz çevirerek tevbe edebilmemiz.

Ancak tevbenin de lâfla olması kâfî değil. Tevbe, kötülüklerden yüz çevirmek, yani kötülüklerden nefret etmekle başlar. Böyle bir tevbe, yani tevbe-i nasuh dediğimiz çok samimî bir tevbe, bütün rahmet ve cennet kapılarının yegâne anahtarıdır.

Ancak Cenâb-ı Hak, tevbe ederken şeytanın bizi kandırmamasını istiyor:

Şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33) buyuruyor.

Yani tevbe lâfızda kalmamalı. Kalpte de tecellî etmeli.

Bundan sonra diğer bir ilâhî mesaj:

SOSYAL VAZİFELERİMİZ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver!” (el-İsrâ, 26)

Demek ki ilk bakmakla mükellef olduğumuz, mecbur olduğumuz, bakmaya mahkûm olduğumuz en başta, akrabamız.

Ondan sonra yoksullar; sonra da yolda, meşakkatte ve müşkül durumda kalmış olanlar geliyor.

Yani Cenâb-ı Hak, kendimizin dışındakilerden bizi mes’ul tutuyor. O, bize mülkü emânet olarak veriyor. Gerçekte ise mülk, Allâh’a ait. Kul, bir veznedar, bir tasarrufçu ve bu tasarrufundan da mes’ul. Demek ki varlıklı kul, yoksulun emânetçisi. Yoksula bakmakla mükellef. Ona bîgâne kalamaz.

Cenâb-ı Hak;

“Gereksiz yere de saçıp savurma!” (el-İsrâ, 26) buyuruyor.

Yani;

«Mülk emânet olduğu için, kendine ait bir lüks yaşayışın da olmasın. Yoksulu gör, zulüm altındakileri gör, muhtaçları gör. Onlardan ibret al.» diyor.

Saçıp savuranlar hakkında da;

“Onlar, şeytanın arkadaşlarıdır. Şeytan da çok nankördür.” (el-İsrâ, 27) buyuruyor.

Peki burada neyi ölçü alacağız?

Topluma baktığımız zaman, eline imkân geçenler; «Mal benimdir.» diyor, istediğine göre harcıyor. «Bir daha dünyaya gelmeyeceğim.» diyor, har vurup harman savuruyor. Nefis aldatmacasına kapılıyor.

Oysa ölçü, peygamberlerin ve sahâbenin ölçüsü.

Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği peygamberler arasında çok müşkül durumda olan da mevcuttur, çok varlıklı olan da. Fakat varlıklı peygamber, asla kalbini kasa yapmamış ve servetini dâimâ kalbinin dışında taşımıştır. Malının esiri olmamış, onu emânet olarak ilâhî rızâya uygun şekilde kullanmayı bilmiştir.

Ecdâdımız Osmanlı’ya baktığımızda onlar da ilk üç asır böyle bir istikamette yaşamışlardır. Yani Osmanlı, Allâh’ın servetini kullanmayı bildi ve Cenâb-ı Allah da onları üç asır içinde 24 milyon kilometrekareye hâkim kıldı.

Mühim olan Allâh’a kul olabilmek ve mülkün kimin olduğunun farkına varabilmek. Onun için şeytanla bir müştereklik/ortaklık olmaması şart. Çünkü şeytanla müştereklik, cennete girmeye en büyük engeldir. Bu engele takılmak da ne büyük bir hüsrandır.

GÖNÜL ALICI BİR SÖZ

Mülk de biz de Allâh’a aitiz. Bu sebeple hem malımızla hem de kendi güzel hâlimizle gariplerin gönüllerini alıcı olmalıyız. Bu noktada Cenâb-ı Hak, bir incelik ve zarâfet bildiriyor:

“Eğer Rabbinden umduğun, beklemekte olduğun bir rahmet için onların yüzüne bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28)

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in yanına garipler, yalnızlar, kimsesizler gelirdi. Kendilerine verilecek bir şeyler veya bir sadaka beklerlerdi. Bazen Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in elinde verecek hiçbir şey olmazdı. Zaten çok zaman kendisi de aç olarak gezerdi. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; elinde verecek bir şey olmadığında yoksulların o isteklerine karşı utanır, bir şey veremediği için yavaşça yüzünü belli etmeden yan tarafa çevirirdi. Bunun için Cenâb-ı Hak îkāz etti:

“Hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı birkaç söz söyle!”

Yani: «Yüzünü çevirme, onları teselli et!»

Böylece Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, elinde maddî imkân olmadığı anlarda bile tebessüm ve tatlı ifadeleriyle hep infak hâlinde yaşadı.

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-; hayatın her türlü ahvâli karşısında dâimâ kucaklayıcı, huzur verici, dengeli ve teselli edici idi. Meselâ, Hendek Harbi’nde müslümanlar ağır bir imtihan geçirdiler. O kadar zor anlar yaşadılar ki; “Allâh’ın yardımı gelmeyecek mi?” diye içlerine şüphe düştü. O zaman Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurdu.

Sonradan Mekke fethi gibi büyük ve ihtişamlı bir zafer kazandığında da aynı hâl içindeydi. O, bir devenin üzerinde secde hâlinde Mekke’ye giriyordu. Zafer işaretleri yapmıyordu. Etrafına yine;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu.

Çünkü bu dünyadaki başarı ve mükâfatların hepsi izâfî. Ne kadar zafer varsa, hepsi Allâh’ın yardımıyla tecellî etmiştir.

Bu sebeple kul, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olmalı; malî, kavlî ve fiilî davranış olarak devamlı infak hâlinde bulunmalı, mütevâzı ve mütebessim yaşamalı.

İslâm’ın güleryüzünü çehresinde yansıtmalı.

Böylece içtimâî çevrede her zaman gönül alıcı ve gönül yapıcı olmalı. Bugün çatırdayan aileler altında ezilen bir nesil, sokakların insafına terk edilenler, narkotikte eriyenler ve fuhşun girdabında yok olanlar karşısında bizler de mes’ul değil miyiz?

Molla Câmî ne güzel ifade buyurmuş:

“Bir gönül al ki, hacc-ı ekber olsun.”

Kâinatta insanın inşa ettiği tecellîgâh Kâbe’dir. Fakat insan kalbi de Cenâb-ı Hakk’ın inşa ettiği bir tecellîgâhtır. O bakımdan en büyük ibâdet, gönül almaktır. En büyük felâket de gönül yıkmaktır.

Hazret-i Mevlânâ bu hususta da şöyle buyuruyor:

“Merhem ol, sakın diken olma!”

NE CİMRİLİK NE İSRAF

Merhem olmanın ilk adımı, paylaşmaktır. Sahip olduğumuz ilim, mal-mülk, hattâ güleryüz misâli neyimiz varsa, bunlarla çevremizdekilere merhem olabilmeliyiz. Bunun en güzel yolu, cimrilik ve israftan kaçınmaktır. Cenâb-ı Hak buyurur:

“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.” (el-İsrâ, 29)

Hep kendine göre yaşamak yok. Etrafa bîgâne kalamayız. Cimrilik de israf da bu sebeple men edilmiştir. Çünkü israf, kendine harcama; cimrilik, kendine biriktirmedir. İkisinin de içtimâî yönü yoktur, diğergâmlık tarafı mevcut değildir. İki vasıf da insanın hodgâmlığıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, hodgâm bir kul istemiyor, diğergâm bir kul istiyor. O hâlde israf da etmeyeceğiz, cimri de olmayacağız. Devamlı infak sahibi olacağız. İnfakta ölçü nedir? Bunu Cenâb-ı Hak şöyle îzah ediyor:

…(Rasûlüm!) Hayr u hasenât yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını!..” (el-Bakara, 219)

İKİ AYRI İMTİHAN

Dengeyi çok iyi kurmak lâzım. İktisadî meselede Cenâb-ı Hakk’ın bir îkāzı var:

“Rabbin; dilediğine rızkı bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır. Onları çok iyi görür.” (el-İsrâ, 30)

Her iki durum, yani bolluk da darlık da bir imtihandır. Bunlar acaba kulu cennet yolcusu mu yapacak, -Allah korusun- cehennem yolcusu mu? Kul her iki durumda da Rabbine kulluk ve rızâ hâlinde mi olacak, isyana mı bulaşacak?

Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in bazen hiçbir şeyi bulunmadığı, yani evinde sudan başka bir şey olmadığı zamanlar oldu. Bazen de ganîmetler geldi ve Mekke ile Medine’nin en zengini olduğu zamanlar oldu. Her iki hâlde de O, dünya malına değer vermedi, onu Allah yolunda gerektiği şekilde tevzî ve infâk etti.

Varlık bir baht işi. Cenâb-ı Hak, dilediğine veriyor, dilediğine de vermiyor; o da baht işi. Vermesi de imtihan, vermemesi de imtihan. Kul her iki hâlde de Cenâb-ı Hak’tan râzı olacak, verdiği zaman israf etmeyecek, şükredecek, infâk edecek. Vermediği zaman da; «Sabredenleri müjdele!» (el-Bakara, 155) âyeti sırrınca yaşayacak. İnce bir sabır imtihanından geçecek.

Zaten âyet-i kerîmede ne buyuruluyor:

“O gün; ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)

 Yani mal-mülk, evlât her şey burada kalacak. Dolayısıyla hayatı tamamen bunlara dayalı bir anlayışla şekillendirmek, neticede insanı müflis etmektedir.

MALÎ ENDİŞE VE CİNAYETLER

İslâm’dan önceki devre câhiliyye devri diyor ve onu temsil eden insanlara yaptıkları dolayısıyla haklı olarak kızıyoruz. O zaman geçim endişesi ve başka sebeplerle onlar çocuklarına kıyıyorlardı. Allah;

“Geçim endişesi ile çocuklarınıza kıymayın; onların da, sizin de rızkınızı Biz veriyoruz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.” (el-İsra, 31) diye evlât cinayetini yasakladı.

Ayrıca Cenâb-ı Hak;

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9) beyânıyla çocuk cinayetinin âhirette büyük bir hesabı ve azabı olduğunu bildirdi.

Bugünkü devre ne diyeceğiz?

Câhiliyye devrinde kız çocuğu diri diri gömülüyordu. Bugün daha analarının karnındaki milyonlarca çocuk, kürtaj kasaplarının elinde parçalanıyor. Daha dünyaya göz açamadan… Annenin gözü önünde; kolu, bacağı, kafası kesiliyor. Anne de bunu, dünyada rahat yaşayayım, diye fedâ ediyor. Belki yarın o fedâ ettiği çocuk hayatta kendisine baston olacaktı… Bu kürtaj cinayeti yanında savaşlarda kirli emeller uğruna acımasızca katledilen sayısız yavrucağızlar da ayrı bir insanlık dramı…

Hâsılı bugün âdetâ yeniden hortlayan bir câhiliyye devrindeyiz.

Bu itibarla bilhassa şu aralar kendimizi Hakk’a lâyık güzel bir kul olup olamadığımız bakımından mîzân etmeliyiz. Acaba yaşanan felaket ve dramlarda bizim ne gibi kusurlarımız var? Toplumların huzur ve sekîneti için nasıl bir kulluk kıvâmında olmalıyız? İşte bu ve benzeri gönül muhasebeleri ile bugün bütün İslâm dünyasına çokça duâ edelim. Vatanımız ve milletimiz hakkında özellikle seher vakitlerinin feyizli ikliminde Rabbimize bol bol ilticâ edelim.

Allah memleketimize zevâl vermesin. Savaş kıvılcımlarını ülkeler ve masumlar daha fazla perişan olmadan rahmet bulutlarıyla söndürsün. İçinde bulunduğumuz mübârek üç aylar hürmetine dünyaya inâyet ve huzur nasîb eylesin. Bizleri de dâimâ insanlığa faydalı, rahmet ve bereket tevzî eden güzel kullarından eylesin.

Âmîn!..