Gören de Kalp, Hisseden de Kalp, Seyreden de Kalp

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Ekim- Sayı: 37

Efendim, Hac Sûresi’nde beyan buyrulan “…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc, 46) âyet-i kerîmesinde, “görmek” fiilinin kalbe izâfe edilmesinin hikmetini izah eder misiniz?

Bu kâinatta zerreden kürreye kadar var edilen her şey, ilâhî bir sanat harikası ve ilâhî kudretin bir vitrini olarak yaratılmıştır. Nefsânî arzularını bertaraf edebilen kimseler için bu vitrinler, kula acziyetini tattırarak Allâh’a yaklaştıran ilâhî bir lutuftur. Bu lutufları gören ve idrâk eden ise hakîkatte göz değil, hissiyâtın merkezi olan kalptir.

Âyet-i kerîmede:

(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basîretler (kalp gözleri) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendinedir…” (el-En’âm, 104) buyrularak aslında görenin, kalp olduğu vurgulanmaktadır. Zira “…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc, 46) âyeti de, bu hakîkatin diğer bir ifâdesidir. Dolayısıyla gören de kalp, hisseden de kalp, seyreden de kalptir. Göz, kalp için ancak bir vâsıtadır, âdeta bir gözlük hükmündedir.

Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in;

“…İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O sağlam ve sâlih olursa beden bütünüyle iyi, o kötü olursa beden de tamamıyla kötü olur.” (Buhârî, Îmân, 39) buyurarak kalbi tarif etmesi, kalbin insan üzerinde ne muhteşem bir tesir icrâ ettiğinin en güzel bir delilidir.

Nitekim gönül dünyaları farklı olan ve fakat aynı yere bakan iki insanın gördükleri şey çok farklıdır. Çünkü insanın gördüğü, daha ziyâde gönül âleminin yansımasıdır.

Bunun en güzel misâlini Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile Ebû Cehil’de görmek mümkündür. Nitekim her ikisi de Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in güneşleri kıskandıran nûr menbaı sîmâsına bakmış, bunun neticesinde; Allah ve Rasûlullah âşığı olan Hazret-i Ebû Bekir’in gönlünden diline;  “Aman yâ Rabbî, ne kadar da güzel!” ifâdeleri dökülürken, bunun zıddına Ebû Cehil o mübârek yüzde kendi kalp körlüğünün akislerini seyrederek O’ndan uzaklaşma bedbahtlığına düşmüştür.

Çünkü yüksek ruhlar, her zaman hakîkat-i Muhammediyye’den akseden feyiz ve rûhâniyet ile gıdâlandıkları gibi, habîs (kötü, fenâ) ve fâsık ruhlar da habâsetle (kötülük ve fenâlıkla) tatmîn olmuşlardır.

Mecnûn’un aşkından çöllere düştüğü Leylâ’yı görenlerin söyledikleri:

“–Mecnun bunun nesini sevmiş?” ifâdelerine, Mecnûn’un vermiş olduğu şu cevap da, görenin aslında kalp olduğunun bir diğer delilidir:

“–Siz ona bir de benim gözümle bakın!”

Zira Cenâb-ı Hakk’ın emrine kibrinden dolayı itaatsizlikte bulunarak huzurdan kovulmuş olan şeytanın gözü de, Âdem -aleyhisselâm-’a bakınca onun çamurunu, yani zâhirî sûret tarafını görmüş, ondaki ahsen-i takvîm sırrına gâfil kalmış ve ondaki yüceliği idrâk edememiştir.

Bu gerçek dolayısıyla, gününü gaflet bataklıklarının türlü rezillikleri içinde hebâ eden bir sarhoşun gözü, kalp âleminin sarhoş olması dolayısıyla sadece içki şişesini ve meyhaneyi görür.

Yine kalp âleminin rotası maddiyâta odaklanmış, merhamet mahrumu ve muhteris bir insanın gözü, sadece maddî ve nefsânî menfaatlerini görür.

Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak için vesîle arayan, şefkat ve merhamet ummânı bir mü’minin kalp gözü ise sadece Allah ve Rasûlü’nün râzı ve hoşnud olacağı şeyleri görür. Dâimâ kâinattaki ilâhî tecellîleri seyreder. Bunun neticesinde her gördüğü, kendisine Allâh’ı hatırlatan bir vitrin olur.

Bu meyanda; “Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için, Allâh’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (el-Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesinin sırrına eren ârif ve âşık bir mü’minin gönül gözü de her şeyde O’nu görür, O’nu duyar, O’nu söyler.

Bu âşıklardan biri olan şâir Fuzûlî, rahmet ve bereket vesîlesi olan suyun hikmetini kalp gözüyle okuyup onunla âlemlere rahmet Peygamber Efendimiz’e bir gönül yolculuğuna çıkmış ve meşhur Su Kasîdesi’ni yazmıştır. Böylece o, çöl için su ne ise, âlem için de Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in o demek olduğunu gâyet ince ve zarîf bir üslûpla dile getirmiştir.

Gönlü Peygamber muhabbetiyle dolu şâir Fuzûlî, huzur, ferahlık ve bereket tevzî ederek akıp giden suda, Hazret-i Peygamber’e vuslat arzusuyla çırpınan âşıkların hicrânını seyrederek şöyle der:

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

“(O rahmet Peygamberi’nin) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübârek) toprağına ulaşayım diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu baş(lar)ını taştan taşa vurarak âvâre (ve meclûb bir şekilde) akmaktadır.”

Yerden güller bitmesine şaşılmaz. Zira o yere nice gül endamlılar gömülmüştür. Lâkin gül bahçesini sulayan bahçıvanı gördüğünde ise onun boşuna zahmet çektiğini ve bu âlemde Efendimiz gibi bir gül goncasının bir daha açılmayacağını şâirimiz şöyle ifâde eder:

Suya virsün bağbân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gül-zâre su

“Bahçıvan, gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! Zira, bin tane gül bahçesi de sulasa, (Yâ Rasûlallâh, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!..”

Şâyet ömrü vefâ etmeyip Hazret-i Peygamber’e vuslat şerefine erişemediği takdirde de, ehl-i muhabbet gönüllere şu vasiyette bulunur:

Dest-bûsı ârzûsuyla ölürsem dûstlar

Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su

“Ey dostlar! Şâyet ben Hazret-i Peygamber’in elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan bir testi yapın (ve) onunla (O yüce) sevgiliye su ikrâm edin!. (Belki böylece O’nun elini öpmek ve şefâatine nâil olmak nasîb olur.)

Fuzûlî, Allâh Rasûlü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in maddî ve mânevî şifâ menbaı olduğunu ve O’na gönülden dost olanların nasıl bir nîmete erişeceklerini beyân etmek üzere de şöyle der:

Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât,

Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su…

(Eğer Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in dostu olan kimse, yılan zehri içse, o zehir, kendisi için bir hayat suyu olur. Lâkin O Peygamberler Sultânı’na hasım olan kimse, su bile içse, o su kendisine bir yılan zehri kesilir.)

Velhâsıl mü’min, gönlünü Allah ve Rasûlullah aşkıyla doldurmalıdır. Nitekim ancak o zaman gönüller gerçek basîret ve idrak sahibi olur. Âyet-i kerîmede ifâde buyrulan hakkı görebilmenin hikmeti tecellî eder. Neticede insan, Allah Teâlâ’nın ve âlemlere rahmet olan Efendimiz’in indinde bir kıymet ve şeref kazanır.

Cenâb-ı Hak gönlümüzü yüce zâtının, Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in ve Ehl-i Beyt’in muhabbetiyle nurlandırsın. Allah ve Rasûlullah âşıklarının gönül dokusundan hisse alarak daima hakkı ve hayrı görebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.

Âmîn…