Gönüllerin Fethi

Ebedî Fecre

Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Mayıs, Sayı: 243

İRŞAD FATİHLERİ

Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanıydı. Dımaşk vâlisi hilâfet makamına şu mealde bir mektup yazdı:

“Şam ehli çoğalmakta, şehirleri doldurmakta ve kendilerine Kur’ân’ı ve dîni öğretecek muallimlere ihtiyaç duymaktadır. Ey mü’minlerin emîri, onlara Kur’ân öğretecek muallimler göndererek bana yardım edin.”

Hazret-i Ömer, bu talep üzerine, ensardan Kur’ân’ı iyi bilmeleriyle temâyüz eden; Übey bin Kâ‘b, Ubâde bin Sâmit, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Muaz bin Cebel ve Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhüm-’ü çağırdı ve onlara;

“–Şam’daki kardeşleriniz, benden kendilerine Kur’ân-ı Kerim ve dîni öğretecek irşâd ehli istiyor. Aranızdan üçünüzü belirleyin, Allah size merhametiyle muâmele eylesin. Eğer belirleyemezseniz kur’a çekelim.” dedi.

Onlar dediler ki:

“–Kur’a çekmemize ihtiyaç yoktur. Zira birimiz (Ebû Eyyûb) çok yaşlıdır. Diğerimiz (Übey) de hastadır. Geri kalan bizler bu vazifeye hazırız.”

Hazret-i Ömer onlara tâlimatlar verdi. Her birinin Şam bölgesinde, halkı müsait birer şehirde yerleşmesini istedi.

  • Ubâde -radıyallâhu anh- Humus’ta,
  • Muaz -radıyallâhu anh- Filistin’de,
  • Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da Dımaşk’ta muallimlik yaptılar.

Hazret-i Muaz, vebâdan şehîd oldu. Diğer iki sahâbî de son nefeslerine kadar bu vazifeye devam ederek, halkı irşâd ettiler. (İbn-i Sa‘d, Tabakāt, II, 307-308)

Beldeler; kılıç ve ordularla değil, işte böyle irşâd ehlinin gayretleriyle gönül gönül fethedildi.

Tıpkı Yesrib’in Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın kapı kapı dolaşarak yaptığı irşâd ile Medine’ye dönmesi, Kur’ân ile fethedilmesi gibi…

Tıpkı Habeşistan’ın Câfer-i Tayyâr’ın tebliğiyle, Yemen bölgesinin Muaz ve Hazret-i Ali’nin irşâdıyla İslâm ile müşerref olması gibi…

Sahâbe; nâil olduğu Kur’ân ve İslâm nimetinin şükrünü, o nimeti diğer insanlara da ulaştırmak sûretiyle edâ etme şuuruna sahipti. Bu hususta, sonsuz bir şevk ve enerjiyi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le âhirette de beraber olmak aşkından alıyorlardı. Bu sebeple asla bezginlik, yorgunluk ve bıkkınlık göstermiyorlardı. Karşılaştıkları hiçbir zorluğa ve çileye aldırmıyorlardı.

Bu hâdisede kendisinden «çok yaşlı» diye bahsedilen Ebû Eyyûb Hazretleri, bu tarihten 30 sene sonra İstanbul’u muhasara eden orduya katıldı. Seksen belki de doksan küsur yaşındaydı. O yaşta bir kişinin ordudaki vazifesi elbette ki kılıç sallamak değildi. Yeni nesillere en güzel şekilde örnek olmak, onları irşâd etmekti.

Nitekim İstanbul muhasarası esnasında hastalanıp durumu ağırlaşınca, kendisinin en ileri noktaya defnedilmesini şu sözleriyle vasiyet etti:

“Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp (daha fazla ilerleyemez olduğunuzda) beni oraya, ayaklarınızın o ulaştığı yere defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416)

Rivâyete göre bu isteğinin sebebini de şöyle açıkladı:

“Çünkü ben, Peygamberimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:

«Konstantiniyye surları önünde sâlih bir zât defnolunacaktır.»

İşte ben, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in işaret buyurduğu kimse olmak isterim.” (İbn-i Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 337)

Onları heyecanlandıran bir müjde de şu hadîs-i şerif idi:

“Ashâbımdan herhangi bir kimse herhangi bir bölgede vefât ederse, kıyâmet günü o belde halkı için bir lider ve nûr olarak mahşer yerine getirilir.” (Tirmizî, Menâkıb, 58)

Şair, İstanbullular için ne güzel söylemiştir:

Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nîmet-i Bârî,

Rasûl-i Ekrem’in yâri, Ebâ Eyyûb el-Ensârî!..

CİHÂNIN DÖRT BİR YANINA…

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Vedâ Hutbesi’nde dinleyen sahâbe-i kirâmın sayısı 120.000’dir. Gelemeyenlerle bu sayı 150.000’lere ulaşır. Bu sahâbîlerden Mekke ve Medine’de medfun olanların sayısı 20.000’i bulmaz. Geriye kalan yüz bini aşkın sahâbî, dünyanın dört bir yanına gitti ve İslâm’ı tebliğ için gurbet ellerde gayret etti.

Sahâbe-i kirâmın tebliğ aş­kıyla yeryüzüne nasıl da­ğıldıklarına bir misal olarak, Peygamber Efendimiz’in amcası olan Hazret-i Abbas’ın oğulları zikredilir:

“Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-’ın oğullarından;

  • Abdullah Tâif’te,
  • Ubeydullah Medine’de,
  • Fâdıl Suriye’de,
  • Mâbed ve Abdurrahman İfrîkıyye’de (Tunus civarında),
  • Kusem Semerkant’ta ve
  • Kesîr, (Kızıldeniz kena­rındaki) Yenbû’da medfundur.” (Kettânî, Terâtib [Hazret-i Peygamber’in Yönetimi], III, 195)

Bu sebepledir ki; Çin’den Mağrib’e kadar dünyanın dört bir yanında, sayısız sahâbî makam ve meşhedi vardır.

Sahâbenin bu vazifesini, onlara ihsân üzere tâbî olan tâbiîn ve sonraki nesillerden Hak dostları da hassâsiyetle üstlendiler.

Bilhassa Yesevî dervişleri, Anadolu ve Balkanların İslâm ile müşerref olmasında büyük hizmet îfâ ettiler.

Yine Osmanlılar, fetihlerin akabinde, Anadolu’nun temiz halkını; Bosna, Arnavutluk gibi beldelere iskân ettiler. Oradaki nasipli milletler, İslâm’ı tam mânâsıyla yaşayan halkın güzel ahlâkını görerek hidâyete erdiler.

Zira gönüllerin fethinde en müessir yol;

HÂL İLE TEBLİĞ…

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-;

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurmuştu.

Kendisine;

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan davetçi olmak nasıl olur?” dediler.

Dedi ki:

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in devrinde bunun nice tatbikatı görüldü.

Medine’de bir hapishâne yoktu. Bedir esirlerini, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; sahâbe efendilerimizin evlerinde barındırdı. Onlara ikramda bulunmalarını emretti. Esirler, kendilerine gösterilen hüsn-i muâmele karşısında mahcup oluyorlardı. Çünkü Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâlimâtını yerine getirmek isteyen mü’minler; kıymetli yiyecekleri esirlere verip, kendileri bulduklarıyla iktifâ ediyorlardı.

Esirlere insanca muâmele Bedir’den dönüşte başlamıştı. 150 kilometrelik dönüş yolculuğunda; sahâbîler ile esirler, mahdut sayıdaki bineklere münâvebeli olarak binmişlerdi.

Bu örneklik karşısında Bedir esirlerinin birçoğu müslüman oldu.

Aslen bu güzel davranış, şu âyet-i kerîmenin hayata geçirilmesidir:

Cenâb-ı Hak buyurur:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34)

Müteâkip âyetler; bu hasleti sergilemenin kolay olmadığını, ancak güzel ahlâktan ve sabırdan nasipli insanların bunu başarabileceğini bildirir.

Bu nasiplilerden biri elbette Hazret-i Ali’dir:

KILICI KININA KOYDURAN TÜKÜRÜK…

Rivâyete göre;

Hazret-i Ali, bir gün harp meydanından bir kâfir ile cenk ederken, bu kişi bir hadsizlik ederek, onun mübârek yüzüne tükürdü. Bu davranış üzerine; Hazret-i Ali, rakibini derhâl bertaraf edebilecek iken, kılıcını kınına koydu ve onu salıverdi.

Münkir adam şaşırmıştı. Tam hak ettiği darbeyi vurabilecekken, bu yiğit kendisini niçin affetmişti? Dayanamayıp bu davranışın sebebini suâl etti.

Hazret-i Ali şu cevabı verdi:

“–Ben o tükürüğe kadar, seninle Allah için cihâd ediyordum. Lâkin sen o çirkin davranışı yapınca, işin içine nefsimin karışmasından, seni, Allah rızâsı değil de, kendi gazabım sebebiyle bertaraf etmekten çekindim. İşte bu sebeple kılıcımı senden çektim!”

Bu müstesnâ incelik ve hassâsiyet üzerine, münkirin kalbindeki kasvet dağıldı ve hidâyetle nasipdâr oldu. Bir kere daha maksat hâsıl olmuş oldu. Bir gönül daha fethedilmişti!..

Nitekim;

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmeye gelen nice münkir, O’nun af ve merhamet ile muâmelesi karşısında müslüman olmuştur.

CİHAD, GÖNÜL FETHİDİR

İslâm’da cihâdın emredilmesini; İslâm düşmanları, dînimizin kılıç yoluyla yayıldığı iftirasıyla çarpıtmışlardır.

Hâlbuki;

İslâm’da kılıç; zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir demir parçasıdır. Cihad; toprağı kanla sulamak değildir. Esas fetih, gönüllerin fethidir.

İslâm fütuhâtının kısa bir sürede muazzam bir süratle ilerlemesinin sebeplerinden biri; fethedilen bölgelerdeki halkın, müslüman idarecilerin adâlet ve merhametinden memnun olmasıydı. Çoğu defa, gayr-i müslim tebaa, müslüman fatihleri, kendi zâlim idarecilerine tercih ediyordu.

Fatih’in İstanbul muhasarası devam ederken, Bizanslılar Ayasofya’da bir toplantı düzenlediler ve orada Katolik Roma’dan yardım istemek teklif edildi. Bu teklife karşı çıkan Bizans asillerinden Notaras;

“İstanbul’da kardinallerin şapkasını görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..” dedi.

Tarihte; İskender, Attilâ, Hülâgû, Napolyon, Hitler ve Stalin gibi birtakım hükümdarlar, kısa zamanda büyük istîlâlar gerçekleştirdiler. Lâkin, bu istîlâlar insanlığa kan ve gözyaşından başka bir şey getirmediği gibi, asla İslâm fütuhâtı gibi kalıcı da olmadı. Hâkimiyetleri kısa bir süre içinde hâk ile yeksân oldu. Geriye zulümlerinin acı hâtıraları kaldı.

Müstemlekeci / sömürgeci devletler maddî güçlerine istinâd ederek, Afrika ve Asya’da nice zulümler işlediler. Bîçâreleri gemilere, balık istifi doldurup, en ufak bir itirazda bulunanları ve hastalananları okyanusa attılar. Sağ kalanları götürüp Amerika’daki çiftliklerinde köle olarak çalıştırdılar.

İki senedir devam eden İsrail’in Gazzeli kardeşlerimize uyguladığı soykırım da, tekrar göstermiştir ki, ehl-i küfrün, savaş hukukundan nasîbi yoktur.

HARP HUKUKU

Cihâna harp hukukunu Allah Rasûlü öğretmiştir.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- orduyu savaşa gönderirken, ashâbını şu sözlerle îkaz buyurmuştur:

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile) çocukları, mâbedlere çekilip ibâdetle meşgul olan kişileri, kadınları, yaşlıları, savaş hâricinde olan kimseleri öldürmeyin. (Ayrıca) kiliseleri yakıp yıkmayın, ağaçları kökünden kesmeyin.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, harpte bile merhamet ve şefkat tevzî etmiştir.

Meselâ Bedir Harbi’nde müşrikler; harpten bir gün evvel gelip, Allah Rasûlü’nün kuyusundan su almak istediler. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara müsaade etti. (İbn-i Hişâm, II, 261)

Câhiliyyede yapılan hunhar savaşlarda, ele geçirilen esirler; bir yere bağlanıp ok atılarak, işkence edilerek katledilirdi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu da yasaklamıştı.

Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-, müslüman bir kumandanın bunu uyguladığını duyunca;

“Hazret-i Peygamber’in hedef olarak dikip adam öldürmeyi şiddetle menettiğini bizzat kendisinden dinledim. Allâh’a yemin ederim ki ben bir tavuğu dahî hedef edinip öldürmem!” dedi. Bunu öğrenen kumandan, yaptığına tevbe ederek, keffâret için 4 köle âzâd etti. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 119)

Yani İslâm; hayvanâta dahî hukuk getirdi, rahmet getirdi.

Yine câhiliyyede, savaştan sonra da ölülere «müsle» yapılırdı. Yani ölülerin uzuvları parçalanır, bedenine hunharca hakaret edilirdi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu vahşî uygulamayı da yasakladı.

Gerçek insanlık, ancak İslâm’dadır. Hümanizm dedikleri ise, içi boş bir mavaldan ibarettir.

Filistin’de yıllardır, son iki senede ise çok kesîf bir şekilde görüyoruz ki, ölen müslüman olunca, insanlığın kılı dahî kıpırdamıyor. Bütün insan hakları beyannâmelerinin, savaş sözleşmelerinin, soykırım tedbirlerinin hepsi yalan ve martavaldan ibaret…

Mehmed Âkif’in dediği gibi:

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insân, onu kardeşleri yerdi!..

Tarih boyunca hak ve bâtılın, hilâl ve haçın mücadelesinde hep İslâm tarafında adâlet, merhamet ve insaf sergilenirken; karşı tarafta zulüm, vahşet ve dehşet görüldü.

HAK ve BÂTIL

Hayber’in fethinden sonra, oradaki yahudiler, topraklarında yarıcı olarak bırakıldı. Kendilerine gösterilen insaflı muâmele karşısında;

“–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” itirafında bulundular. (Muvattâ, Müsâkât, 2)

Hazret-i Ömer zamanında Kudüs fethedildiğinde, gayr-i müslimlere emân verildi. Hıristiyanlar, yahudilerin Kudüs’e girmesine izin vermezken, müslümanlar buna izin verdi.

Rivâyete göre Kudüs piskoposu ağlıyordu. Dindaşlarının mağlûbiyetine ağladığını zannederek tesellîye çalıştılar. Şu cevabı verdi:

“Ben dindaşlarımın yenildiğine ağlamıyorum. Devir devir galibiyet ve mağlûbiyetler tarih boyunca yaşanmıştır. Fakat tesis ettiğiniz adâleti, merhamet ve hakkāniyeti görünce, anlıyorum ki; sizinki gelip geçici bir işgal değil, hiç sona ermeyecek bir gönül hâkimiyetidir. İşte buna ağlıyorum.”

Haçlılar 1099’da Kudüs’ü işgal ettiklerinde, şehirde bir tek müslüman ve yahudi bırakmadan korkunç bir katliâm yaptılar.

Salâhaddîn-i Eyyûbî; 1187’de Kudüs’ü geri aldığında ise, müslümana yakışanı yaptı, affetti, merhamet sergiledi.

Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul’u fethedince, Ortodokslara emânnâme verdi. Patriği himâye etti. Osmanlı coğrafyasında asırlarca; Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp ve benzeri gayr-i müslim topluluklar, huzur içinde, din serbestîsi içinde yaşadı.

Yaklaşık tarihlerde Katoliklerin geri aldığı Endülüs’te / İspanya’da ise, bir tek müslüman bırakılmadı. Nicesi din değiştirme tazyik ve işkenceleriyle katledildi. Kuzey Afrika’ya geçirilmek vaadiyle kandırılıp, nicesi Akdeniz’de boğuldu.

Osmanlı denizcileri; o zaman imkânları ölçüsünde din kardeşlerinin kurtarılmasına yardım ederken, katolik hıristiyanların zulmüne uğrayan ve sürgün edilen yahudileri de, Kemal Reis gemilerle kurtardı ve İstanbul’a getirdi. Müslüman halk; “Bunlar mazlumdur.” diyerek onlara merhamet ve alâka gösterdi.

Heyhât! Tarih boyunca müslümanlardan yardım gören yahudiler, bugün müslümanlara ağır zulümlerle mukabelede bulunuyorlar!.. Tıpkı kendisine yardım edene bile;

“–Ne yapayım! Benim tıynetim bu!” diyerek zehirli iğnesini saplayan bir akrep gibi!..

Tarih tekerrür ediyor. Zamanımızda da bâtıl, zulümlerine devam ediyor. Bu acı manzara karşısında, îman kardeşliğimiz imtihan ediliyor. Lâkin nice dersler de ortaya çıkıyor:

GAZZE’DEN DERSLER

İlk ders, eğitim husûsundadır:

  • Batıyı taklit eden, dünyevî eğitim sistemlerinde yetişenler bu zulmü ya destekliyor, ya ona bîgâne kalıyor.

Öyleyse;

Bizim evlâtlarımızı, mazlumların hâline karşı bu duyarsız, bîgâne, abus ve nâdan kişilere dönüşmekten muhafaza etmemiz zarûrîdir. Evlâtlarımıza; İslâm kardeşliğinin îcaplarını hissedecekleri, şuurlu, uhrevî bir eğitim vermemiz elzemdir.

Evlâtlarımızın Kur’ân tahsilini ihmal edersek, onlara İslâm karakter ve şahsiyetini mîras bırakamazsak, -Allah muhafaza- onlar da birer zâlim veya zâlim destekçisi olurlar. Bunun vebâlini biz de yükleniriz.

Zulüm karşısında kardeşlerimiz için elimizden geleni yapmakla mükellefiz:

  • Kardeşlerimize maddî yardım edebildiğimiz ölçüde edeceğiz. Onların başına gelenleri, kendi evlâtlarımızın başına gelmiş gibi düşüneceğiz.

Filistin’e ulaştıramıyorsak, oradan hicret edenlere sahip çıkacağız.

  • Bâtıla, İslâm düşmanlarına; bir kuruşumuzun dahî destek olmaması için, âzamî dikkat sergileyeceğiz. Boykotu hassâsiyetle sürdüreceğiz.
  • Elimizden bir şey gelmese de, duâ edeceğiz. Onları dâimâ kalbî duâlarımızla hatırda tutacağız. Orada bir mâtem yaşanırken; bundan bîgâne kalıp, haddi aşacak şekilde neşelenmeye, gülüp eğlenmeye hakkımızın olmadığını idrâk edeceğiz.

Bunca zulüm ve şenaatten geriye bir tek fayda, bunca şerde bir tek hayır tecellî ediyor ki, o da şudur:

Bütün dünya; Gazzeli mü’minlerin sergilediği izzet, haysiyet ve şeref karşısında hayranlığını gizleyemiyor. Onlara bu duyguyu, bu metâneti veren İslâm’ı araştırıyor. Kendi din, millet ve idarelerinin bîgâne tavrını sorgulayanlar, bu vesileyle İslâm’a koşanlar oluyor.

Bu da, Recî ve Bi‘r-i Maûne hâdiselerinde şehîd olan sahâbîlerin, son anlarındaki metin ve huzurlu hâlleriyle, kendilerine öldürmeye gelenlerden kimilerinin hidâyetine vesile olmalarına benziyor.

Meselâ bu Recî Vak‘ası’nda baskın yapanlar arasında bulunan Cebbar bin Sülmâ, şu hâdiseyi anlatır:

“Müslümanlardan, beni İslâm’a davet eden Âmir bin Füheyre’ye mızrağımı sapladım! Mızrağımın göğsünü delip geçtiğini gördüm! O ise bu hâldeyken;

«–Vallâhi kazandım!» diyordu.

Kendi kendime;

«–Neyi kazandı ki?!. Ben onu öldürmüş değil miyim?!.» dedim. Bu sırada cesedi semâya yükseldi ve gözden kayboldu. Şâhit olduğum bu hâdise, müslüman olmama vesile oldu.” (İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349)

İLÂHÎ YARDIMIN YOLU

Mesut âkıbet dâimâ müttakîlerin olacaktır. Zâlimler ise, yaptıkları zulmün karşılığı olan azâba dûçâr olacaklardır.

İbn-i Haldun’un ifadesiyle;

“Geçmiş hâdiseler, gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Tarihe baktığımızda Firavun, Nemrut ve Buhtunnasr gibi zâlim hükümdarları görüyoruz. Bu bebek kātillerinin ilâhî intikama uğramaları çok gecikmemiştir.

  • Nemrut, bir topal sineğe mağlûp olmuş,
  • Firavun, Kızıldeniz’de boğulmuş,
  • İskender, rezil sefâhatlerin neticesinde genç yaşta ağır hastalıkların pençesinde, -bir rivâyete göre- bir fâhişe tarafından zehirlenerek ölüp gitti.

Zaman değişse de, ilâhî kaderdeki akış değişmez. Günümüzdeki bebek kātilleri de, ilâhî intikama uğrayacaklardır. Zira Cenâb-ı Hak;

عَزيزٌ ذُو انْتِقَامٍ

“Güçlü ve izzet sahibi olup (mazlum adına zâlimden) intikam alan / müstehak olanı cezalandırandır.” (Bkz. Âl-i İmrân, 4; el-Mâide, 95; İbrâhîm, 47)

Meselenin bize bakan tarafında ise unutmamalıyız ki;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ

(Yâ Rabbî!) Ancak Sana kulluk ederiz.” düsturunu ne kadar yaşayabilirsek;

وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

“Ancak Sen’den yardım dileriz.” (Bkz. el-Fâtiha, 5) beyânıyla işaret edilen ilâhî lütuflara o kadar nâil olabiliriz.

Yani;

İslâm dünyası, toplu hâlde bir takvâ hayatı yaşarsa, Allâh’ın yardımının geleceği muhakkaktır.

Bedir’den itibaren, tarih boyunca dâimâ nice sayıca az ve imkân bakımından zayıf topluluk, sayıca kalabalık ve silâh bakımından güçlü orduları bertaraf etmiştir.

  • Malazgirt böyledir.
  • Mohaç, Kosova ve nice muhteşem zaferlerimiz böyledir.
  • Çanakkale, Millî Mücadele ve 15 Temmuz böyledir.

İlâhî yardımın tecellîlerine iki misal verelim:

Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul’u muhasara ettiğinde, Haliç’e zincir gerilmişti. Deniz yoluyla İstanbul’a yardım ulaşıyor, muhkem hisarları aşmak imkânsız görünüyordu. Fatih, Allâh’ın yardımıyla bir hamle yaptı:

Gemileri insan gücüyle Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar tepelerden aşırıp Haliç’e indirdi. Bizans, Haliç’te Osmanlı kadırgalarını gördüğünde şaşkına döndü. Moralleri bozuldu.

Bir diğer misal:

İslâm âleminde vahdeti sağlamak için Mısır’ı zaptetmek üzere sefer eden Yavuz Sultan Selim Han, Sînâ çölünü o günün imkânlarıyla sadece 13 günde aştı.

Ondan yaklaşık üç asır sonra Napolyon da o çölü aşmaya çalıştı, lâkin başaramadı. Birçok askeri susuzluktan çıldırarak birbirini vurdu.

Tabiî ki bu ilâhî yardımın ilk şartı, nesilleri bu kulluğu yaşayabilecek bir şuur ve kıvamda yetiştirmemizdir:

Yavrularımızı yabancılaştıran bozuk bir eğitimden muhafaza etmeliyiz. Onların sadece dünyevî tahsilini düşünmek hatasına düşmemeliyiz. Dünyevî, meslekî tahsil ile; uhrevî, Kur’ânî tahsili mezcetmeliyiz. Hattâ uhrevî tahsili, daha da ağır basacak şekilde kuvvetlendirmeliyiz.

Cenâb-ı Hak; başta kendi kalplerimizi tasfiye ederek, kalb-i selîme ulaşmamızı nasip buyursun. Evlâtlarımızın, nesillerimizin kalplerinin selâmetini muhafaza edebilmemizi müyesser eylesin.

Rabbimiz, sahâbe ve ecdâdımızdaki hidâyetlere vesile olma şuur ve azmini bizlere de lutfeylesin.

Âmîn!..