Gönül Dergâhından Hikmetler 15

Yıl: 2016 Ay: Eylül Sayı: 120

Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde şöyle bir hâdise nakleder:

“Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi. «Bu para ile işinize yarayanı alın!» dedi. Dört kişiden biri; «Bu parayı engür’e verelim.» dedi.

Öbür arkadaşı Arap idi. «Aksilik etme! Ben engür istemem, ineb isterim!» dedi.

Onlardan birisi Türk idi. «Ben ineb istemem, üzüm isterim.» dedi.

Rum olan bir başkası; «Bırakın bu lâfları! Bu para ile istafil alalım.» dedi.

Derken dört kişi birbirleri ile çekişmeye başladılar. Çünkü isimlerin mânâlarından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirleri ile boş bir münakaşanın içerisine girmişlerdi. Çünkü bilgiden mahrum, bilgisizlikle dolu idiler.”

İnsan, kelimelerle düşünür, lisân ile tefekkür ufkunu genişletir. Bu hikmete binâendir ki Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’ı yarattıktan sonra, onu meleklerin gıpta edeceği bir kıvâma eriştirmek için, kendisine eşyânın isimlerini tâlim buyurmuştur.

Çünkü her kelime, insanın gönül dünyasını şekillendiren bir yapı taşı mesabesindedir. Her kelime, insana anlatılmak istenen maksadın zihin dünyasında resmedilmesidir. Dolayısıyla kelimelere yüklenen mânâlar değiştikçe, gönüller ve zihinler farklılaşmaktadır.

Mevlânâ Hazretleri yukarıdaki kıssasına şu sözlerle devam eder:

“Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki:

«Ben bu para ile hepinizin istediğini alırım. Hiçbir art düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız, istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de murâdınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.»

Yazık ki; Türk, Rum, Fars ve Arab’ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.”

Çünkü aslında hepsinin kullandığı lafızlar farklı olsa da, ifâde ettiği mânâ tekti. Nitekim “istafil” Rumca, “ineb” Arapça, “engür” Farsça üzüm demekti. Yani dördünün de istediği, aslında aynı şeydi.

Demek ki aynı dili kullanabilmek, birbirini anlayabilmek, uzlaşabilmek ve kardeş kalabilmek, çok mühim hasletlerdir. Aynı yolun yolcuları, sırf farklı dil ve üslûplar kullanmaları sebebiyle bâzen anlaşmazlıklara düşebilirler. Bu itibarla bir toplumu birbirine düşürmek isteyenlerin kurdukları en tehlikeli tuzaklardan biri de o toplumun diliyle oynamaktır.

Nitekim günümüzde de İslâmî literatürde müsbet mânâsı bulunan bâzı kelime ve mefhumların, bir kısım çevrelerce menfî mânâlara çekilmek istendiğini, kendi menfaatleri ve idealleri doğrultusunda bu kelimeleri istismâr ettiklerini görmekteyiz. Bununla hedeflenen, aslında gönüllerdeki İslâmî hassâsiyetlerin zayıflatılmasıdır. Fakat kimsenin dînî kelime ve mefhumları itibarsızlaştırmaya hakkı yoktur.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler)…” (el-Mâide, 13)

Din, dilde yaşar ve yaşanan dile gelir. Meselâ, zihin ve gönül dünyamızda “cemaat” kelimesi, Allah rızâsı için bir araya gelen güzîde bir topluluğu ifâde etmektedir. Müslüman aslâ ferdiyetçi, hodgâm ve bencil olamaz. Mü’min, mutlakâ İslâm cemaatinin bir mensubu, müdâvimi ve mütemmimi olmak zorundadır. Nitekim Fâtiha Sûresi’nde hep tekrarladığımız;

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ

“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Sen’den yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) niyâzı da mü’minlere “cemaat” şuurunu telkin etmektedir.

Mesela cemaatle kılınan namaza yirmi yedi misli ecir verilmektedir. Cuma ve bayram namazları ferdî olarak kılınamaz. Yine hac, mü’minlerin ictimâî bir kongresi durumundadır.

Diğer taraftan bir mü’minin, kendisi dışındakilerden de mes’ûl olması, bu mes’ûliyet duygusuyla dâimâ vakıfların kurulması, ictimâîleşmenin bir yansımasıdır. Bu yönüyle cemaatler, toplum için birer rahmet vesilesidir. Fakat bunun aksine cemaatler, fesat çıkarmak maksadıyla kuruluyorsa, bu merduttur ve Allâh’ın gazabını çekecek bir hâdisedir.

Yine “imam” kelimesi, o cemaate söz, fiil ve davranışlarıyla önder olan kimseyi ifade eder. Mü’minlerin imâmı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Îmanlı yüreklerin takip ettikleri gönül, Habîbullah Efendimiz’dir. Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlık için, yegâne üsve-i hasenedir. Kendisine “İmâmü’l-Harameyn” denir. Yani en mukaddes iki mekânın önderi olduğu bildirilir.

Diğer taraftan Cenâb-ı Hak:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا

“…Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu üzere, hem takvâ üzere yaşamamızı hem de takvâda örnek teşkil edecek bir önderlik sergilememizi telkin buyurmaktadır.

Nitekim Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de, vakfettiği camisinde imamlık yapacak kimselerin, اَصْلَحْ (çok sâlih) ve اَرْشَدْ  (toplumu irşâd edici) olmasını vasiyet etmiştir. Günümüzde bu kelimenin bazılarınca istismâr edilmiş olması, onun aslî mânâsını değiştiremez.

Yine “hizmet” kelimesi, Allah rızâsı için yapılan her türlü çalışmayı ifade eder. Nefsin ve şeytanın hizmetkârı olmak, aslâ hizmet olarak adlandırılamaz. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allâh’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye, 23)

Yine “cihâd” mefhumu, Allâh’ın verdiği her türlü imkânı yine O’nun yolunda sarf edebilmenin adıdır. Meselâ tebliğ hizmeti, aynı zamanda “büyük bir cihâd”dır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52)

Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihâd” emrinin, henüz mü’minlerin müşriklerle mücâdele edecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktadır ki, o da, Kur’ân-ı Kerîm’in yaşanarak tebliğ edilmesidir. Zira o dönemde mü’minlerin hiçbir maddî gücü yoktu. Ellerinde yalnız Allâh’ın kelâmı vardı. Onlar sadece Kur’ân’ı öğreniyor ve onu yaşayarak tebliğ ediyorlardı.

***

Bir mütefekkir şöyle der:

“Bir milleti değiştirmek istiyorsanız önce kelimelerini değiştirin!”

Bugün aziz milletimize yapılan en büyük kötülüklerden biri de, İslâmî kimliğe sahip bu gibi kelimelerin mânâlarıyla oynamak olmuştur.

Nasıl ki yakın tarihimizde, “sadeleştirme” adı altında, bin yıldır Türkçemize mâl olmuş bulunan Kur’ân kültüründen gelen kelimeler dışlanarak yerine uydurma ve nesebi gayr-i sahih kelimeler ikāme edilmek istenmişse, bugün de İslâmî kelime ve mefhumların mânâları çarpıtılmak sûretiyle, aynı cinâyetin bir benzeri işlenmeye çalışılmaktadır.

Memleketimizde bir zamanlar “şerîat, tarîkat, şeyh, tekke, mürşid, mürit, zikir, cihad” gibi dînin özünden neş’et etmiş kelimeler, menfî mânâlar yüklenerek âdeta zihinlerde mahkûm edilmişti. Bugün de -yukarıda birkaç misalini verdiğimiz kelimeler- sırf onları kötü emellerine âlet ederek istismar eden bir zümre yüzünden karalanmaktadır. Hâlbuki o kelimelerin muhtevasına giren, gayet düzgün, istikâmet sahibi kesimler de mevcuttur. Dolayısıyla sapla samanı karıştırmamak gerekir. Kötü örnekleri var diye iyilerini ayrı tutma hassâsiyeti gözetmeden bütünü reddetmek, ya gâfilâne ya da art niyetli bir anlayıştır.

Bir misâl kabilinden zikretmek gerekirse, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ihlâs ve takvâ ile kurulan Kuba Mescidi’nde namaz kılması, buna mukâbil, münâfıkların nifak ve fitne temelleri üzerine kurduğu Mescid-i Dırar’ı da yıkması emredilmiştir. Dıştan bakınca bunların her ikisi de mesciddir, ancak içten bakınca aralarında doğu ile batı, cennet ile cehennem kadar fark vardır. Zira Kuba, mü’minleri bir cemaat olarak ilâhî huzurda birleştiren bir mescid iken, Dırar Mescidi münâfıkların İslâm ümmeti arasına nifak sokmak için yaptıkları bir yapıdır.

Nitekim âyet-i kerîmelerde bu hâdise şöyle nakledilmektedir:

(Münafıklar arasında) bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûl’üne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik, diye mutlakâ yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (et-Tevbe, 107)

“Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur…” (et-Tevbe, 108)

Bugün de fitne-fesat ehli aynı oyunu; hizmet, himmet, cihâd, cemaat, imam, sohbet, hicret vb. kavramlar üzerinde oynamaktadır. İslâmî kavramlar olarak hayat bulan kelimelerin, gönüllerdeki ulvî mânâları kirletilmemeli ve bu hususta ayırt edici ve hassas davranılmalıdır.

Yüce Rabbimiz; vatanımız, milletimiz ve ümmet-i Muhammed üzerinde tuzak kurmak isteyenlere fırsat vermesin. Maddî-mânevî değerlerimize sahip çıkma hususunda bizlere ve nesillerimize yüksek bir şuur, idrâk, firâset ve basîret ihsân eylesin.

Âmîn!..