Ebedî Fecre
Yıl: 2014 Ay: Ekim Sayı: 116
BAYRAMDAKİ HİKMET
Dünya hayatı, âhireti kazanmak için ihsân edilmiş bir sermayedir. Ömür; gayret, kulluk ve hizmet zamanıdır.
Meşhur ifade ile;
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 412)
Yine dünya hayatını; havf ve recâ, yani korku ve ümit arasında son nefese kadar gevşemeden, şımarmadan sürdürmek îcâb eder. Çünkü son nefes, mahşer, hesap ve Sırat gibi dehşetli geçitlerden nasıl geçeceği belli olmayan bir insanın; mutlak bir sevinç ve ferah hâline girmesi aldanıştan ibaret olur.
Rabbimiz, bu hakikate rağmen bizlere senede iki sevinç zamanı, iki bayram lutfetmiş:
Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı…
Dünyanın sa‘y ü gayret zemini, çalışma ve kazanma mekânı olma hakikatine mütenâsip olarak, bu bayramlar da şartlı olarak tecellî etmiştir. Bir mesâî yahut fedâkârlığa mükâfat olarak ikrâm edilmiştir.
Asıl itibariyle, eğitim ve iş dünyasının izin ve fâsılaları da böyledir. Yoğun gayret sezonlarının akabinde bir ferahlık ve yeni bir dinçlik kazanmak için kısa bir fâsıla verilir. Eğitim dünyasında da fâsılalar, yoğun ders dönemini başarıyla tamamlayan talebenin ailevî ve sosyal ihtiyaçlarını temin etmesi ve zihnini yeni bir döneme hazırlaması için verilir. Muvaffak olamamış talebeyi ise, bir fâsıla değil, telâfi ve ikmal kursu bekler…
Mânevî hayatın bayramları da bir takvâ imtihanından sonra gelir.
Meselâ Ramazan Bayramı, Ramazân-ı şerîfin sonunda ikrâm edilir.
Ramazân-ı şerif; helâllerde dahî bir riyâzat mevsimidir. İbâdet ü tâatle, Kur’ân-ı Kerim ile derinleşme zamanıdır. Bütün âzâya tutturulan oruçlarla, terâvihlerle, infak ve tasadduklarla, Kadir Gecesi’ni idrâk edebilmek için daha bir ehemmiyet verdiği gece namazlarıyla, iyice rakikleşen mü’min; mübârek ayın hitâmında, Ramazân-ı şerif bayramına erer. Bu bayram, takvâ tahsilinin şahâdetnâmesi hükmündedir. Bu sevinç günleri, Ramazan’da kazanılanları bir dahaki Ramazân’a taşıyabilme gayretinin de şevkli bir besmelesi olmak üzere ikrâm edilmiştir.
Bu bayram, aynı zamanda; Ramazan ikliminde kazanılan merhamet, şefkat, kardeşlik, fedâkârlık ve benzeri hasletleri hayata geçirmenin de ilk günleridir.
Ramazan Bayramı’nda kardeşliğin sevinci yaşanır. Kardeşler aranır, bulunur, hâl ve hatırları sorulur. Herkes birbirinin dert ortağı olur. Sevinçler birlikte yaşanır, sıkıntılara birlikte derman olunur.
Ramazân’ın da, sonunda ikrâm edilen bayramın da gayesi; hayat boyu takvâ, rûhâniyet ve kardeşlik irtibatının hayata geçirilmesidir.
Rabbimiz’in lutfettiği ikinci bayram ise;
KURBAN BAYRAMI
Evvelâ tefekkür etmeliyiz?
Bu bayramın ismi niçin kurbandır?
Cevap bizi Hazret-i İbrahim’in hayatını tefekküre götürür. Cenâb-ı Hak; âyet-i kerîmede, Hazret-i İbrahim’in hayatının da bizim için üsve-i hasene / güzel örnek olduğunu bildirmektedir.
Hazret-i İbrahim; malıyla, canıyla ve evlâdıyla imtihan edilmiş ve bu imtihanlardan muvaffakiyetle çıkabildiği için halîlullah / Hakk’ın dostu olma şerefine erişmiştir.
◆ Can imtihanında; fedâ-yı cân ederek, tevekkül ve rızâ hâlinde ateşe dalmış, gülzâra kavuşmuştur. Can verdi, can buldu.
◆ Mal imtihanında; cömertliğin verdiği sevinç ve huzurla infâk etmiş, Halil İbrahim bereketine nâil olmuştur.
◆ Evlât imtihanında; teslîmiyet ve muhabbet imtihanını kazanarak, ilâhî kurban ikrâmına mazhar olmuştur. Fânî tahtlar yıkıldı, kalp; ilâhî nazarların mazharı oldu.
Biz de, mal, can ve evlât imtihanlarından muvaffak çıkabilirsek; işte ancak o zaman gerçek bayramlara erişebiliriz.
Kurban fedâkârlığın neticesidir. Muhabbetin kantarı da fedakârlıktır. Muhabbetimiz ne kadar? Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbetimiz bize ne kadar dîni yaşamayı ve yaşattırabilmeyi kazandırıyorsa, fedâkârlığımız o kadardır. Malımızdan ne kadar fedakârlıktaysak; canımızı, enerjimizi, zamanımızı, imkânlarımızı Allah yolunda, O’nun dîninin hizmetinde ne kadar sarf edebiliyorsak; muhabbetimiz o kadardır.
Fedâkârlığımız ne kadar ise, bize gökten inecek ilâhî yardım da o kadar olacaktır.
Bizim ömürlerimiz, malımız, canımız ve bütün imkânlarımız da Hazret-i İbrahim gibi, Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, Allah yoluna adanmış olmalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. (Onlar) Allah yolunda savaşarak öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da verilen gerçek bir vaaddir. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse O’nunla yaptığınız alışverişe sevinin. Bu en büyük başarıdır.
(Bu alışverişi yapanlar), tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allâh’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!” (et-Tevbe, 111-112)
İşte Allah için bu fedâkârlıklar içerisinde yaşayacağız ki; sonunda sevinilecek alışverişlere, müjdeli bayramlara erişelim…
Can ve malı Allah yolunda kurban etmenin en güzel misallerinden biri kahraman ecdâdımızdan Sultan Murad Han’dır:
MURAD HÜDÂVENDİGÂR
Sultan Murad 8 Ağustos 1389’da Kosova Ovası’na girdiği gece Berat Gecesi idi. Tozu dumana katan bir fırtına vardı. Murad Han; iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duâyı yaptı:
“Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, mâsum askerlerimi cezalandırma!..
Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı tebliğ etmek için geldiler!..
Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin!.. Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurban olsun!..
Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Beni gazi kıldın. Sonunda da lutfen ve keremen şehîd eyle!
Âmîn!..”
Sultan’ın duâsı kabul oldu; Kosova zaferinin ardından, sultan da bir sûikast neticesinde şehâdet şerbetini içerek, Hak yoluna adadığı canını, Rabbine kurban eyledi.
Bizler İslâm’ı tebliğ ve temsil dâvâsında; bu adanmışlığı, bu fedâkârlığı, bu samimî kurban oluş hissiyâtını yaşayabiliyor muyuz? Ecdâdımızın muhteşem zaferlerine, bayram sevinci yaşatan fetihlerine hayranız. Fakat aynı neticeler için, gayret ve fedâkârlıklarda benzer olmak îcâb etmez mi?
Bu gayret ve fedâkârlıklara bizi sevk edecek bir vazifemiz de;
ŞÜKÜR TEFEKKÜRÜ
Hazret-i İbrahim’e inen koç, Allâh’ın bizlere yağdırdığı nimetleri ve ikramları da tefekkür ettirmelidir. Etiyle, sütüyle, derisiyle bize hizmet eden mahlûkat; yeryüzünde tasarrufumuza âmâde kılınmış bitkiler, ağaçlar, sular, nehirler, dağlar… Bütün bu nimetler niçin bizim hizmetimize sunulmuş, âmâde kılınmıştır? Biz bunca ihsânın şükrânesi olarak hangi fedâkârlıkları yapıyoruz?
İnceden inceye düşünelim:
Zulümler, katliâmlar, bombalar karşısında canhıraş bir şekilde hudutlarımıza sığınan, şehirlerimize göçen Suriyeli kardeşlerimize gönlümüzü ve imkânlarımızı fedâkârca açabiliyor muyuz?
O hicrete mecbur kalan kardeşlerimize ensâr olabiliyor muyuz?
Esef edilecek bir hâdisedir ki;
Bazı nâdanlar; bugün ülkemize gelmek zorunda kalan bu Suriyeli muhâcirlerden rahatsız olmakta. Rahatlarının en ufak bir seviyede bozulmasına tahammül edememekte. Fedâkârlıktan kaçınmakta…
Hâlbuki mazluma kucak açmamız, himaye etmemiz en büyük bir vicdan borcumuzdur.
Bu vicdan borcumuza gafil kalmak, ne büyük bir merhametsizliktir.
Merhamet ki, bir müslümanın tabiat-ı asliyyesidir. Merhamet; sende olanı, kendisinde olmayana ikram etmendir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Diğer taraftan bu kardeşlerimizin bizim yardımımıza muhtaç hâle gelmeleri aslında bizim için bir mânevî fırsattır.
Kardeşliğin imtihanını yaşamak ve bunda muvaffak olarak büyük ecir ve sevap kazanmak imkânıyla karşı karşıyayız. Nitekim Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hiçbir gölgenin olmadığı mahşer gününde, Arş’ın gölgesi altında gölgelenecek yedi sınıf insandan birini şöyle tarif etmiştir:
“Birbirlerini Allah için seven, (zor zamanlarında birbirlerinin dert ortağı olan), buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan din kardeşleri…” (Buhârî, Ezân, 36)
Din kardeşliğimizi tefekkür edelim:
Bu tarife girebiliyor muyuz?
Tefekkürde derinleşmek… Şükrünü edâ için arayış ve gayret içinde olmak… Nimetleri paylaşma ve ikrâm etme iştiyâkı içinde olmak…
Bu vazifelerimizi edâ edebilirsek, dâimâ fedâkârlık ve takvâ içinde hayatımızı sürdürebilirsek, bizim için en büyük bayram, Allâh’ın lutf u inâyetiyle; son nefes bayramı olur.
Son nefesi, müslüman olarak verebilmek, çok büyük bir bayramdır. Çünkü insan son nefesi kaybederse bir daha telâfi imkânı bulamaz. Bütün ömrün gayesi, son nefes bayramına erişebilmektir. Fırtınalarla ve girdaplarla dolu hayat denizinde, insanın en büyük saâdeti, sâhil-i selâmete çıkmak, yani son nefes bahtiyarlığına erişmektir.
Ubeydullah Ahrâr –rahmetullâhi aleyh- anlatıyor:
“Bir aziz zât, dünyadan ayrıldıktan sonra Nakşibend Hazretleri’ni rüyasında görmüş ve ona;
«–Ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?» diye sormuş. Hâce Hazretleri şu cevabı vermiş:
«–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun!» Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”
Son nefes; dünya yolculuğunu sona erdirirken, aslında çok daha uzun bir yolculuğun da ilk adımını atmaya vesile olur. İnsanı artık, kıyâmet ve dehşetli encâmı beklemektedir. Öyle bir dehşet ki, peygamberler bile zorlanır, ilâhî azametten, rahmet-i ilâhiyyeye sığınmak için çırpınırlar.
Fakat o dehşetli anlarda da, Cenâb-ı Hak ile dostluk sırrına erişebilmiş olanlara, bir bayram sevinci yaşatılacaktır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.” (Yûnus, 62)
Cenâb-ı Hak ile dostluk bayramının arefesinde miyiz? Yoksa dünya hayatında işlediklerimizden dolayı, kıyâmet ve sonrası bizim için hüzün ve korkularla dolu bir geçit mi?
Hazret-i Mevlânâ ve emsâli Hak dostları gibi, ölüm ve ötesini Sevgili’ye vuslat heyecanıyla bekleyebilecek kurbiyet ve samimiyet içerisinde miyiz?
O nefsine zulmedenler için gam ve keder dolu günde, en büyük bayramlardan biri de şefaat sevincidir.
Dünya hayatında; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanacak güzel ahlâk, hâlis niyet ve sâlih amellere sahip olanlar, o dar geçitte faydasını göreceklerdir. Evlâtlarını ehl-i Kur’ân eyleyenler, bu gayretlerinin neticesini şefaat ile alacaklardır. En büyük şefaat, şefâat-i uzmâ ise, Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefkat dolu sînesinden gelecektir. Bu dünyada Efendimiz’e kalben yakın olabilirsek, öbür dünyada da şefaatlerine nâil olup Dâru’s-Selâm’da O’nunla beraberlikten nasipdâr oluruz.
Zira Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Şefaat bayramına erişebilmek de; muhabbet ve mârifet, ihlâs ve takvâ, cömertlik ve fedâkârlık yolunda kat ettiğimiz mesafe ölçüsünde olacaktır.
O’nun şefaati, O’nun maddî ve mânevî ihtişamına hayran olanlaradır ve O’nun hâliyle hâllenenleredir. Bu hâl içinde sevenleredir. Fakat hakikî bir sevgi ile…
Hakikî bir muhabbette;
Sevilenin her hâli, gönüldeki aşk nisbetinde sevene sirâyet eder.
Dâimâ tefekkür edeceğiz:
Allah Rasûlü’nün nebevî terbiyesinden bizler ne kadar nasiplenebildik?
Üzerimizde O’nun müstesnâ ve mûtenâ husûsiyetlerinden ne kadar var?
Kendimizi muhasebe etme mecburiyetindeyiz:
Allah Rasûlü’nün şefaatine ne kadar lâyık bir durumdayız?
◆ Son nefesi İslâm üzere verme;
◆ Kıyâmet ve mahşerin korku ve hüzünlerinden âzâde olma ve;
◆ Şefaate erme bayramlarından da üstte, daha zirvede bir bayram daha vardır:
CEMÂLULLAH
Mârifetullah’ta seviye kazanabilenler, yani kalben Allah ile beraber olabilenler için bir rûhâniyet bayramı daha vardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ٖ جَنَّتَانِ
“Rabbinin huzûrunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” (er-Rahmân, 46)
Devamında tekrar buyurulur:
وَمِنْ دُونِهِمَا جَنَّتَانِ
“Bunlardan ayrı iki cennet daha vardır…” (er-Rahmân, 62)
Demek ki, cennet de kemâlâta göre derece derece… O bayram, Ru’yetullah bayramı. Tarifsiz bir rûhânî zevk, emsalsiz bir mânevî sevinç ve ferahlık…
Beşer idrâkinin çok ötesinde olan kaderin sırrı da, ancak cennet ehlinin yüksek seviyedeki bir kısmına keşfolunacaktır.
Cenâb-ı Hak, bizleri bu bayramlara eriştirsin. İdrâk ettiğimiz dünya bayramlarını da bu bayramlara erişmeye vesile eylesin.
Bunun için; bayramları da bayramların mânen şartı olan ibâdet ve takvâ, kardeşlik ve diğergâmlık, cömertlik ve fedâkârlık gibi hasletleri de idrâk etmemizi ve hayatımıza geçirmemizi nasîb eylesin. Zâhirin hakkını verip, bâtınını da anlamayı müyesser kılsın. Çünkü İslâm’ın sadece zâhirini yaşamak ve yaşatmak asla murâd-ı ilâhî ile te’lif edilemez.
Bizzat Cenâb-ı Hak, ahkâmın bâtınını düşünmeye davet ederek şöyle buyuruyor:
“(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37)
Hazret-i Mevlânâ da;
“Keçinin gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
Yani;
“Kurban ibâdetinin özünü unutup da sadece şekliyle meşgul olma!” buyuruyor.
Bu mânâ ve bâtın îkāzını bütün ibâdetlere teşmil edebiliriz:
“Namazın hakikatine er; işin geometrisinde, beden eğitimi hareketlerinde kalma…”
Nitekim;
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruluyor.
“Orucun hakikatine er, kuru bir perhizde kalma…”
Yani, sana ikrâm edilmiş olan nimetlerin kadrini tefekkür et! Senden maddî bakımdan daha aşağı seviyede bulunanları asla unutma! Açlığın mânevî lezzetlerini tat; merhamet, şefkat, tevâzu ve cömertlikte derinleş.
“Haccın hakikatine er, o mukaddes yolculuğu turistik bir seyahat ve macera sanma…”
Zira hacda; «refes», «fısk» ve «cidâl» yok. Yani şehevî arzular, fısk u fücur ve münakaşa yasaklanmaktadır. Lâubâlî hareketler olmayacak.
“Zekât, infak ve sadakanın hakikatine er…”
Sana ait olandan lütufta bulunmadığını, Allâh’a ait olanı, yine Allâh’a verdiğini idrâk et. Lütufta bulunuyor gibi değil, bir hakkı teslim eder şekilde infakta bulun. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
“Onların mallarında sâilin (muhtacın) ve mahrumun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin) mâlûm bir hakkı vardır.” (el-Meâric, 24-25; ez-Zâriyât, 19)
“Kurbanın hakikatine er; onu kasaplık günleri, et bayramı zannetme…”
◆ Kurban; malı, canı ve evlâdı, velhâsıl Allâh’ın verdiği bütün nimetleri, O’nun dostluğuna vasıta kılabilmektir.
◆ Kurban kesmekten asıl maksat, Allâh’a teslîmiyet ve takvâ ile kulluk edilmesi husûsunda gönüllerin âgâh olmasıdır.
Dünya hayatında; ibâdetleri, muâmelâtı, bayramları hâsılı her şeyi, hakkıyla idrâk edebilirsek, son nefes ve sonrasında gerçek bayramlara erişmek, Allâh’ın inâyetiyle müyesser olur.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:
“Öyle kâmil bir hayat yaşa ki, insanlar dünyadayken seni özlesinler. Vefatından sonra da sana hasret kalsınlar!”
Ne mutlu şu cihanda, şu gök kubbede hoş bir sadâ bırakanlara!
Yâ Rabbî!.. Bizleri can, mal ve evlât imtihanlarında muvaffak kılarak, ilâhî ikramlara mazhar eyle. Son nefeste saâdet lutfeyle… O sert ve abus günde, korku ve hüzünden âzâde olan, şefâat-i Mustafâ’ya ererek, cennet ve cemâlullah ile müşerref olan bahtiyar kullarından eyle!..
Âmîn!..