Gaflet

1999 – Haziran, Sayı: 160, Sayfa: 016

Her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti, yaratılış sebebinden haberdar olması, davranışlarını bu yaratılış gâyesine göre tanzîm etmesi ve kimin mülkünde yaşadığı, kimin verdiği rızık ile idâme-ihayât ettiğininin idrâki içinde kulluğa mütenasip, derin, ince, zarîf ve şükrânî bir hayat yaşamasıdır.

İnsanın, Allâh’dan uzak, kendini bilmez ve cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması ise, harcıâlem mânâsıyla gafletolarak ifâde edilir ki, bu, hayat adına bir sürünme ve sefâlettir.

Dolayısıyla nefsin hakîkatini, cihandaki durumunu, hayata doğup bir müddet sonra ölümün girdaplarına atılmanın hikmet ve gâyesini bilmeyen gâfil bir yolcu olmak, ne hazin bir aldanıştır.

Meçhul bir âlemden birer birer gelen ve bir müddet imtihan şartları içinde yaşadıktan sonra yine teker teker dünyâ sınırından çıkıp uhrevî âleme göçen insanoğlunun bu geliş ve gidişindeki hikmet ve sırrı anlamak istemeyen gerçek bir mütefekkir ve münevver düşünülemez.

İnsanlık hakîkatine nüfûz edebilmek, hayat ve ölümün mânâsını kavrayabilmek, ancak bu işâret ettiğimiz vasıftaki gafletten kurtuluşun bir neticesidir ki, bu da, ilâhî bir nûr ile parlayan selîm bir muhâkeme, geliştirilmiş bir kalb ve ifsâd edilmemiş bir vicdan işidir.

Cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi fıtrî temâyüller, gafletin helâk edici tezâhürleridir. Bu girdaplarda boğularak insanlık şerefine vedâ etmek, büyük bir hüsran ve aldanıştır. Bu aldanış sebebiyledir ki, içlerdeki nefs denilen âleme gâfilâne ve mecnûnâne bir sûrette temâyül neticesinde meydana gelen günâhlar, Hakk ve hakîkate perde olur. İnsanlık şeref ve haysiyetine halel gelir. Rûhlar, karanlığa bürünür. Yaratan unutulur, günâhlara gark olunur.

Bu hâle düşenler için Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!” (ez-Zümer, 22)

Gerçekten de vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik kaybolur. İstikamet sahibi olabilmek husûsunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günâhlar, tatlı bir meltem rüzgârı gibi nefislere hoş gelir. İnsan kendi ayıplarına karşı âmâ olur. Nasıl ki, parmakları cerâhatli bir kimse yemek yerken elindeki cerâhatler kendisini tiksindirmez ve karşısındakinin tiksindiğinin de ekseriyâ farkına varamaz ise, nefsin sultası altında yaşayan gâfillerin de hatâları kendilerini rahatsız etmez ve mârûz kaldıkları ve etrâfa verdikleri zararın da farkına varmazlar. Çünkü gaflete bir zırh gibi bürünenler, Hakk ve hakîkat karşısında sağırlaşır ve âmâlaşırlar. Cenâb-ı Hakk onlar için:

“Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir…” (el-Bakara, 18) buyurmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Allâh rızâsından uzak, riyâya bulanmış, gaflet içinde ve nefsî menfaatler mukâbilinde yapılan bir hasta ziyâretindeki gâfil ziyâretçi ve gâfil hastanın falsolarını mizâhî bir tarzda şöyle anlatır:

Anlayışlı, hal hatır, yol yordam bilen birisi, gaflet içinde bulunan bir sağır ahbâbına:

“-Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” dedi.

Gâfil sağır, kendi kendine ziyâretinin muhâsebesini yapmaya başladı:

Tut ki komşumu ziyârete gittim. Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl anlarım? dedi.

Sonra:

Hem insan hasta olunca, sesi de kısık, zayıf ve yavaş çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam. diye düşündüyse de:

Fakat komşudur, çâresiz gitmem lâzım. Aksi halde herkes beni ayıplar, itibarımı kaybederim. diyerek gitmeye karar verdi.

Ardından da şöyle bir plan yaptı:

Ben onu ziyârete gittiğimde, dudaklarının kımıldadığını görürsem, ne dediğini tahmîn yolu ile, çeşitli kıyaslarla anlamaya çalışırım. Hastaya duymadığımı da belli etmem. Zaten o da içinde bulunduğu ızdırapdan dolayı bunun farkına varmaz. Evvelâ:

“-Nasılsın ey benim dertli komşum?” derim.

O da, karşılık olarak elbette:

“-İyiyim, hoşum!” diyecektir.

Ben de:

“-Allâh’a şükürler olsun!..” derim.

Sonra:

“-Ne yemek yedin?” diye sorarım.

O: “-Şerbet içtim, yahut mercimek çorbası yedim.” der.

Ben de: “-Sıhhatler olsun, âfiyetler olsun!” derim.

Sonra: “-Peki, hekîmlerden kim geliyor? Kim bakıyor?” diye sorarım.

O da: “-Filân geliyor..” diye cevap verir.

Ben de kuvve-i mâneviyyesini takviye için: “-O hekîmin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız; o gelince işler yoluna girdi demektir.” derim.

O gâfil sağır adam, kıt aklınca bu tahmînî konuşma, kıyaslama ve bu suâl ve cevapları tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyârete gitti. Aynen tasarladığı gibi ilkönce: “-Nasılsın ey benim dertli komşum?” dedi.

Binbir acı ve ızdırap içinde kıvranan hasta, inleyerek:

“-Çok fenâyım, sanki ölüyorum.” dedi.

Ancak bunu işitmeyen sağır, derhal daha evvel içinden kurduğu cevabı yapıştırdı:

“-Allâh’a şükürler olsun!..”

Hasta, bu söze son derece incindi, canı iyice sıkıldı. Komşusunun tezatlı hâlinden bir şey anlayamadı:

Demek ki bu komşu, benim ölmemi istiyor!.. diye düşündü. Bundan habersiz olan sağır, ikinci suâlini sordu:

“-Ne yedin?”

Zaten canı sıkılmış bulunan hasta kızgınlıkla:

“-Zehir, zakkum!” dedi. Sağır:

“-Âfiyetler olsun!” deyince, hastanın öfke ve kahrı büsbütün arttı. Çünkü hasta, olgun kişilerden değildi.

Bundan sonra sağır:

“-Derdine çare bulmak için hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedâvî ediyor?” diye sordu.

Hastanın öfkesi had safhaya geldi. Tahammül edemeyip büyük bir gazapla haykırdı:

“-Kim olacak, Azrâîl geliyor! Haydi beni daha fazla çıldırtmadan defolup git buradan!” dedi.

Fakat gâfil sağır, adamın söylediklerini duymadığı gibi onun hâlinden de ne durumda olduğunu anlamıyor, habire tasarladığı cevapları sıralıyordu. Hafif hafif başını sallayarak hastaya bu defa:

“-Onun ayağı çok uğurludur. O geldiği için sevin, neş’elen!” cevabını verdi ve vazîfesini yerine getirmesinin memnûniyetiyle hastanın yanından ayrıldı.

Evden çıkarken:

İyi ki, böyle bir ziyareti gerçekleştirdim de itibarımı korudum. Hem de bir zavallının gönlünü almış oldum. diyordu.

Oysa kıt akıllı ahmak ve gâfil sağır, bu ziyâretinden çok zararlı çıkmıştı. Ama o, gafletinden dolayı kendisinin kârlı çıktığını zannediyordu.

Onun ayrılmasından sonra derin bir nefes alan hasta da, komşusunun sağırlığını düşünmeyerek gaflet içinde kötü sözler söylüyor:

Meğer çok iyi bir kimse olarak bildiğimiz şu komşumuz olacak adam, bizim can düşmanımızmış! Ne yazık ki, onun bir cefâ mâdeni ve bir cefâ kaynağı olduğunu bilememişiz!.. diyor, durmadan kahırlandıkça kahırlanıyor ve gâfil sağır komşusu hakkında bedduâ ediyordu.

Kendi kendine:

Hasta ziyâretine gitmek ve hâl hatır sormak, gönül almak içindir. Bu adam ise, Allâh rızâsı değil, kul rızâsı için, hatır sormak da değil, hatır kırmak, düşmanlık etmek ve kötülük yapmak, sanki bir hastadan intikâm almak için gelmiş! Düşmanını hasta, zayıf ve bitkin bir halde görüp de kötü kalbini sevindirmek ve memnûn etmek istemiş! Halbuki ben onu komşuluk müddetince hiçbir zaman incitmedim!.. diyordu.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sağır kişi gönül yapayım derken gönül kırdı. Tahmînî ve uydurmaca sözlerle hastanın kalbine ateşler düşürdü. Gösteriş için hasta ziyâretine gittiğinden kendi kendini günâha sokup yaktı.”

“O gâfilin yaptığı bomboş kıyaslar yüzünden on yıllık komşuluk hakkı ve ahbablığı yok olup gitti.”

“Diğer taraftan hasta da, hiddetine mağlûb olup sabredemedi ve ilâhî nasîblerden mahrûm oldu. Hüsn-i zanna sarılmak sûretiyle gerçeği merak edip öğreneceği yerde sû-i zan çukuruna dalarak kendine yazık etti.”

“Bunlar gibi niceleri vardır ki, ibâdetleri ve beşerî davranışları Hakk rızâsı için değil, menfaat mukâbilidir. İçine nefs karışan ibâdetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeğe çalışırlar.”

“Halbuki onların ibâdet diye yaptıkları işler, birer gizli günâh ve şirk-i hafî olmaktadır. Çünkü Hakk’dan gayrıyı hedef tutan ibâdet, suçtur. Gösteriş için kılınan namaz, dıştan temiz ve saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır. Nasıl ki, içine bir damla necaset düşen bir menbâ suyu, lezzetini kaybederse, hasta ve gâfil kalble yapılan ibâdetler de böyledir.”

Diğer taraftan hikâyedeki sağırın kendi gâfil dünyâsına göre hastanın davranış ve sözlerini yorumlayıp hakîkat dışı neticelerle hareketlerini tanzîm etmeye çalışması, bugünkü mâneviyat sağırlarını tedâî ettirmektedir. Zîrâ günümüzün böyle birtakım mâneviyat sağırlarının, Kur’ân kursları ve İmam-Hatip mekteplerinin kapanmasına karşı duyarsız ve hissiz kalmaları başka türlü îzâh edilemez. Ayrıca bu târihî hatâ karşısında firâset sâhibi halkın feryâd ü figânına sağır kesilerek “akı kara karayı ak” olarak tefsîr eden gâfil idârecilerin anlamsız tavırları da, ne müthiş bir gatlet ve hüsrân örneğidir.

Dünyâ sofrasından şuûrsuzca istifâde edenler, fânî nîmetlerle bahtiyâr olmaya çalışırlar. Dünyâda nefsânî yaşamağı cennet hayâtı kabûl ederler. Lâkin bu ilâhî güzellikleri yağmalayanların acı bir muhâsebe ile karşılaşacakları mutlaktır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gafleti, yâni dünyâya aşırı meyli şu şekilde tasvîr eder:

“Eğer bu âlemde muhtelif şerbetlerin en saf ve a’lâsını içip üzerine mûtenâ yemekler yesen, bil ki, rü’yâda yemiş ve içmiş olursun. Uyandığın vakit, bu âlemde yine aç ve susuzsun!.. Rü’yâda içmiş olduğun o şerbetlerin ve yediğin nîmetlerin sana aslâ bir faydası yoktur. Yâni dünyâ, uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir. Gerçekten de dünyâ ve onun nîmetleri şuna benzer ki, bir kimse, rü’yâda bir şey ister, ona verirler. Âkıbet uyanır ve rü’yâda nâil olduğu şeylerden hiçbir eser kalmaz. Bu dünyâ hâli, rü’yâda istenilen ve ancak rü’yâda nâil olunan fânî oyuncaklardan ibarettir.”

Allâh Teâlâ buyurur:

“Ey Rasûlüm, hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (el-Câsiye, 23)

Hikâyede anlatılan baştaki kulak, birtakım harf ve sözleri işitip anlayabildiğini, yine o baştaki göz, bir şeyler gördüğünü zannedebilir. Lâkin gizli sırları ve sesleri işitmesi gereken gönül kulağı ne hâlde? İlâhî kudret akışlarını ve esrâr-ı ilâhiyyeyi seyredecek o kalb gözü ne âlemde? Eğer o kalb sağırsa ve o göz körse, bu durum, gâfili iki cihan bedbahtı eylemez mi?..

Rivâyete göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Hazret-i Cebrâîl’e:

“-Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.

O da, bir adam gösterdi ki, ellerini ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi. Ve gözü de kaybolmuştu. Şöyle demekteydi: “Ey Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen ancak sen verdin. Neden u-zaklaştırmış isen de, ancak sen uzaklaştırdın.

Ey Allâh’ım! Benim içimde sadece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca sana vâsıl olmaktır.”

Görülüyor ki kalb atışları, kul rızâsında değil de Hakk rızâsında olunca, niyetler ve ameller farlılık kazanmakta ve cennet va’dedilen ameller meydana gelmektedir.

O hâlde gafletten kurtuluş için kalbi tasfiye, nefsi tezkiye edip gönlü mâsivâdan boşaltmak ve kâinattaki kudret, hikmet ve zerâfet tezâhürlerini değişik manzaralar hâlinde gönlünde seyredebilmek, zarûrîdir.

Aksi halde insan, gafletten bir türlü kurtulamaz ve elindeki bir testi suyu bir ummân zannederek birçok hakîkat ve nasîblere karşı gözleri perdeli olur da gönlü, iki dünyâda da mahrûmiyyet içinde kalır.

Bize düşen, beşerî tâkatler muhtevâsı içinde yaratandan gâfil, yaratılış sebebinden de habersiz olmamak, kalbî bir hayatla Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeye muhabbet ve râbıta, derin bir tefekkür ve bir vicdan muhâsebesidir.

Cihânın nîmeti olan insanın, hâlıkına yakın yaşaması gerekir. Hayatî kıymetleri veren, günâhları afveden, gönülleri ve sırları bilen Rabbimize kulluk zarûrîdir. İbâdetlerin bir vakti vardır. Îmân ve kulluk ise, bütün bir ömre şâmildir.

Cenâb-ı Hakk, cümlemizi sırât-ı müstakîmde yürüyen uyanık ve diri gönül sahipleri olan dostlarının zümresine dâhil eylesin! Dahîlek yâ Rasûlallâh! sırrına mazhar kılsın! Âmîn!

GÜNÜMÜZÜN GAFLETİ Kur’an Eğitiminden Kopmak

Günümüzde çoğu insanımıza hâkim olan gafletin en müthiş tezâhürlerinden biri de, evlâdlarımıza “istikbal” endişesiyle dünyevî tahsîlin öne alınıp Kur’ân tahsîl ve terbiyesinin geride bırakılmasıdır. Halbuki dünyâ ve âhıret seâdeti, evlâdlarımızı Kur’ân iklîminden nasîblendirmekle mümkündür.

Dolayısıyla günümüz şartları sebebiyle sekizinci sınıftan sonra da olsa çocuklarımızı Kur’ân kurslarına mutlakâ göndermeliyiz. Aksi halde son iki sene içinde üçte bire düşen Kur’ân kursları, ileriki günlerde tamamen bitmiş olacaktır. Böyle bir durumda Kur’ân’dan mahrûmiyetle gerçek istikballeri kararacak olan yavrularımızın kıyâmet gününde bizden dâvâcı olacakları muhakkaktır. Bu ise bizlerin, altından aslâ kalkamayacağımız ağır vebâl ve mes’ûliyetlerle birer mahşer müflisi hâline gelmemiz demektir.

O hâlde bu kanayan yarayı tedâvî çâreleri ararken diğer taraftan Kur’ân kurslarımızın tedrîsatını ondört yaş grubuna göre yeniden tanzîm etmek mecbûriyetindeyiz. Bu cümleden olarak, elif-bâ’ya başlamadan evvel “elif”in hakîkatinin îzâh edilmesi zarûrîdir. Elif ki, Allâh lafzının ilk harfidir. Gönüller bununla Allâh ve Rasûlü’nün aşk iklîmine girerek idrâk etmelidir ki, Kur’ân, derin bir tefekkür ufkudur. Yerin göğün lisânıdır. Rûhlara bereket ve rûhâniyet hazînesidir. Sesli bir kâinâttır. İnsana ithâf edilen bir beyân mûcizesidir.

Kur’ân ve sünnetin getirdiği dîn-i mübîn, bir mânâda duyuş ve heyecandır. Bu sebepten Kur’ân öğretimi ilâhî hitâba muhâtab olabilmenin heyecanı ile başlatılmalı ki, bu heyecan ömür boyu devam etsin! Yûnus Emre, bu mübârek eğitim ile vazîfelilerin iç âlemindeki “elif”i idrâk sadedinde:

Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir? buyurmaktadır.

İnşâallâh yavrularımız Kur’ân’ın lafzen düzgün tâlimi yanında kalben de Kur’ân’la yoğrularak ilâhî esrârın birer hazînesi olurlar! Yüreklerini Kur’ân nûruna mekân eylerler!

Diğer taraftan da erkek Kur’ân kursları için bilgisayar ve meşrû spor faâliyetleri; kız Kur’ân kursları için de dikiş-nakış, ev tanzîmi ve müsâmereler tertip edilerek câzib hâle getirilmelidir. Yavrularımız, bir sene o mübârek Kur’ân çatısı altında gönüllerini feyizlendirdikten sonra diğer tahsîllerine devam etmelidir. Böylece ictimâî hayatta elinden, dilinden ve yüreğinden ümmet-i Muhammed’in istifâde edebileceği sâlih ve sâliha nesiller yetiştirilmelidir.

Yâ Rabb! Bizleri her türlü gaflet tezâhürlerinden muhâfaza buyurup dîninde muhlis ve müstakîm eyle! Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlu yolundan ayırma!.. Âmîn!..