Fetih Rûhu

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Mayıs Sayı: 03

FETİH RÛHU VE FATİH

İstanbul’un fethi deyince akla evvelâ fetih rûhu gelir.

Zira kılıcın fetihlerdeki payı sadece vasıta olmaktan ibarettir.

Asıl fetih, gönüllerde gerçekleşen fetihtir ki, buna fetih rûhu diyoruz.

II. Mehmed işte bu ruh ile Fatih unvânını almıştır.

Yani ona Mehmed ismini unutturacak derecede bir vasıf olan Fatih sıfatını verdiren âmil, onun fetihle dolu gönül âlemidir.

Tarihe baktığımızda bu gönül âleminden mahrum şahısların yaptığı seferler ve kazandığı zâhirî zaferler kendilerine hiçbir zaman böyle bir mertebe kazandırmamıştır. Meselâ Atillâ’ya, Cengiz’e ve Hulâgû’ya hiç kimse Fatih dememiştir. Onların yaptıklarına da asla fetih denmemiştir. Onların zaferleri, toprakları kanla sulamaktan ibarettir.

Dolayısıyla Fatih Han’ın fethi kadar, hattâ bundan daha mühim olarak onun gönül âlemindeki fetih rûhu muhteşem, muazzam ve kıymetlidir.

Bu itibarla Fatih’teki o yüce fetih rûhunda neler görmüyoruz ki!..

İLİM VE MEDENİYET

Onda öncelikle devrini aşmış bir ilim ve medeniyet hamlesi müşâhede ediyoruz. Öyle bir ilim ve medeniyet hamlesi ki, dâimâ yapıcı, îmar edici, inşa edici; asla yıkıcı değil. Bunun için de Bizans medeniyetini dahî tahrip etmiyor, yakıp yıkmıyor; bilâkis kendi içinde eritiyor… Neticede bambaşka, kendine mahsus, öz ve muhteşem bir medeniyet teşekkül ettiriyor. Ali Kuşçu ve talebeleri gibi nice ilim adamları Orta Asya’dan ve muhtelif beldelerden İstanbul’a getiriliyor. İstanbul bir ilim merkezi oluyor.

Kurulan vakıflarla da İstanbul, dünyanın maddeten olduğu kadar mânen de gözbebeği hâline geliyor.

ADÂLET

Tesis edilen hem zâhirdeki hem de içerdeki adâlet ise, dış âlemin, yani müslüman ve Türk olmayanların bile gözlerini kamaştıracak kadar ulvî ve müstesnâ bir hüviyet taşıyor…

Şöyle ki:

İstanbul’un fethinden sonra Fatih, umumî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim filozof papaz kimse vardı. Fatih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da;

“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkāz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkāzımıza kızarak bizi zindana attı.” dediler.

Bu ifadeler, Fatih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler.

Papazlar, ellerindeki beraatla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara;

“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.

En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler.

Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan okunuyordu.  Esnaf, dükkânını kilitlemeden camiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminâtı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdetâ son namazlarını kılıyormuş gibi ikāme ediyorlardı.

Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnasız herkes, Allah rızâsını düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyordu. Sultânın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.

Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezalık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecavüz, dolandırıcılık -âdetâ- meçhuldü. Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.

Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti:

“–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm;

«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.

O da;

«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Hâlbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”

Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da;

“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlden bir hakkım yoksa, altındakinden de öyledir!..” dedi.

Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hâdise idi. İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir hâldi.

Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı. (Bu kıssa ile alâkalı farklı rivâyetler de vardır.)

Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adâleti sergileniyordu.

İFFET VE NAMUS HASSÂSİYETİ

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler.

Kızlar, kapıyı açan gençlere;

“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misafir eder misiniz?. Çaresiziz..” dediler.

Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.

Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hâdiseyi şöyle anlattılar:

“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle;

«Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun!. Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!.» diyorlardı.

Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile..”

Bu misal, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların teminât altında olduğunu sergilemektedir. Lâkin böyle misaller çoktur. Meselâ Fatih’in, Bosna fethinden sonra çıkardığı bir fermanında;

“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demesi de, imparatorluktaki iffet ve namus teminâtının diğer bir tezâhürüdür.

Fatih bu fermanı ile; hem askerlerini, hem de teminâtı altındaki hıristiyan teb’anın kızlarının iffetini muhafaza etmiş oluyordu.

Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.

Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hıristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyâsen değişmiş, sokaklardaki pislik dahî azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nâra atarak sarhoş olamıyordu. Fakir hıristiyan ailelere bile ev dağıtılmıştı.

BU MİLLET ÇÖKMEZ!

Papazlar, bu uzun tetkik ve teftişten sonra izin alıp Fatih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip;

“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette hak dindir.” dediler.

Kelime-i şahâdet getirip müslüman oldular.

Fatih’in devrine ait olmak üzere daha sonraları da öyle hâdiseler cereyan etti ki, bunlar, adâlet tarihinde eşi, emsâli olmayan vak’alardır. Bunlardan biri de şudur:

BÖYLE ADÂLET GÖRÜLMEDİ!

Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti.

İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ etti. Fatih’e hitap tarzı «es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gāzî Ebu’l-Feth MUHAMMED HÂN-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitapla;

«Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.

Fatih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzı bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu.

Hızır Bey, yerini aldı ve muhakeme başladı.

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i otururken görünce, O’na;

“–Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Bütün dünyayı dize getiren cihan padişahı Fatih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak;

“–Hüküm şer‘-i şerîfindir!..” dedi.

Hıristiyan mimar, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde;

“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi.

İş, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fatih, Hızır Bey’e;

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Kadı Hızır Bey de, oturduğu minderin altından bir topuz çıkardı:

“–Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, bununla kafana vuracaktım.” dedi.

Fatih de, buna cevâben kaftanının altında sakladığı kılıcı gösterdi ve;

“–Sen de eğer adâlet üzre hükmetmeseydin, bununla kafanı vuracaktım…” dedi.

Ayrıca Fatih, şahsî malından hıristiyan mimara bir ev bağışladı.

Bunun üzerine hıristiyan mimar;

“–Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şahâdet getirdi.

Fatih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukuku tenfîz etmesi için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu.

FETİH RÛHUNUN MİRASI

Bütün bunlar, Fatih’in rûhî olgunluğunu gösterdiği gibi;

«Halk, idarecilerinin üslûbu üzeredirler.» hadîs-i şerîfinde ifade edilmiş olan gerçek üzere milletinin de, aynı liyâkati gösterdiğine delâlet eder.

O’nun devri; bütünüyle İslâm’ın emânete, insana, mahlûkāta bakış tarzının hassas, ince ve en mükemmel örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet mirasıdır. Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir.

İşte bunlar, Fatih ve etrafındakilerin gönüllerindeki fetih rûhunun cemiyetteki yansımalarıdır. Bunun için dünya onu hiçbir zaman işgalci olarak görmemiştir. Herkes ona Fatih demiştir. Hattâ Bizans asillerinden Notaras’ın, fetih öncesi sarfettiği şu söz pek meşhurdur:

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Fatih, arkasında yetişmiş bir nesil bıraktı. Kurduğu medeniyet, oğlu II. Bâyezid Han ile bambaşka zirvelere ulaştı. İslâm’ın rûhu sanata aksetti. Fetih rûhu devam etti. Bu ruh sayesinde torunu Yavuz Sultan Selim Han; Çaldıran’da bir arslan, Sînâ’da Peygamber izinde yürüyen âşık bir velî, Mısır’da mütevâzı bir nefer idi. Büyük zaferlerle İstanbul’a girerken nefsinin şahlanmasından korkan içi titrek bir derviş idi. Yine fetih rûhu sayesinde torunu Kanunî Süleyman, bir yanda dünyayı avcunda tutan bir cihangir, yani Muhteşem Süleyman idi; diğer yanda bir karıncayı incitmekten korkan merhamet âbidesi ve yaptığı icraatlerin fetvâları ile gömülmek isteyerek ilâhî huzûra yüz akıyla gidebilme gayretinde bir Hak âşığı, müttakî kuldu.

Şimdi bu rûhun vârisi, bizleriz!..

Bu fetih rûhu ki, onu liyâkatle taşıyan gönüllerde nice hidâyetlere vesile olmuştur. Fatih’in fetih rûhuyla aşılanmış temiz aileleri Balkanlara yerleştirmesi neticesinde oralarda fevc fevc hidâyet ırmakları akmıştır. Bu çerçevede Bosna, kendiliğinden müslüman olmuştur.

Şimdi bugünlerdeyiz… Aynı ruh ile aynı neticeleri devşirmenin zamanıdır…

Cenâb-ı Hak, cümlemize fetih rûhuna sahip çıkmayı nasîb eylesin!

Âmîn!..