Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2025 Ay: Nisan, Sayı: 242
CAN ve MALI ALLÂH’A SATMAK
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Mü’min, bu ahdi gerçekleştirdiği takdirde, fânî olanı verip bâkî ve ebedî olanı almak itibarıyla, yine Allâh’ın büyük bir lutfuna erişmiş olur. Yine bu hakikate işaretle, mü’minlerin, başlarına bir musîbet geldiğinde;
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ
“Biz (zaten) Allâh’a aitiz. Yine O’na döneceğiz… (Dolayısıyla Allah yolunda fedâ ettiğimiz, sattığımız bu dünya hayatında başımıza gelen musîbetlerin pek bir ehemmiyeti yoktur. Bunlara sabrederiz, takdîre râzı oluruz.)” demeleri emredilmiştir.
Lâkin bunlardan fedâkârlık kolay değildir: Zira insan kalbine taht kuran üç varlık:
- Can
- Mal ve
- Evlâttır.
Bunlar nefse çok süslü gösterilmiştir.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, asr-ı saâdet boyunca defalarca ashâb-ı kiramdan bey‘atler aldı. Bu bey‘atler, can ve malı Allah yolunda fedâ etmenin ikrar ve itiraflarıdır. Ancak bu kavlî bey‘atleri, fiilen de ispatlamaları için nice imtihanlar yaşadılar:
UHUD HARBİ
Uhud’da, erken bir vakitte ganîmet derdine düşülmesi ve bu maksatla Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhalefet edilip Okçular Tepesi’nin terk edilmesi yüzünden, müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Zafer ile başlayan harp, bir anda hezîmete döndü. Bir ara Allah Rasûlü’nün şehîd olduğu şâyiası yayıldı. O anda, kimisi ne yapacağını bilemez şekilde şehre doğru kaçtı. Kimisi bir yerlere sığındı.
Âyet-i kerîmede bu kaçanlara şöyle bir îkaz geldi:
“Muhammed ancak bir Rasûl’dür. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse, gerisin geriye (eski dîninize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allâh’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfâtlandırır.” (Âl-i İmrân, 144)
Bazı sahâbîler ise, bu can ve malı Allâh’a fedâ etme imtihanında büyük bir muvaffakiyet gösterdiler:
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’in amcası olan Enes bin Nadr -radıyallâhu anh-; ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden, Âlemlerin Efendisi’nin şehîd olduğu şeklindeki yanlış haberi duyduğunda büyük bir teslîmiyet ve metânetle;
“–Rasûlullah şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi siz de O’nun gibi savaşarak şehîd olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücum etti. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31)
Yeğeni Hazret-i Enes anlatıyor:
“Amcam Enes, müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kastederek;
«–Rabbim! Bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyân ederim!», müşrikleri kastederek de;
«–Bunların yaptıklarından da berîyim yâ Rabbî!» deyip ilerledi.
Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç, mızrak ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu âyet, amcam ve onun emsâli hakkında nâzil oldu:
«Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözlerine sadâkat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehid düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar asla sözlerini değiştirmemişlerdir.» (el-Ahzâb, 23)” (Buhârî, Cihâd, 12; Müslim, İmâre, 148)
Bu fedâkârlıklar sayesinde, müslümanlar toparlandı. Hayatta olduğunu öğrendikleri Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrafında cem oldular. Hattâ geri dönme ihtimali olan düşmanı Hamrâu’l-Esed’e kadar takip dahî ettiler.
Dâimâ zaferleri getiren sır, Allah yolunda fedâkârlık olmuştur. İç dünyada da dış dünyada da… Zira bütün fetihler önce gönülde başlar…
HALİL OLMA SIRRI
Hazret-i İbrahim, «Halîlullah / Allâh’ın Halîli, dostu» olma şerefine mazhar olan tek peygamberdir. Onu, bu müstesnâ mevkie eriştiren de; gönle taht kuran üç husustan, can, mal ve evlâttan, huzur ve teslîmiyet içinde fedâkârlık edebilmesi olmuştur.
İlk imtihan candan oldu.
İbrahim -aleyhisselâm-, kavminin şenliğe gittiği bir gün, puthâneye gidip putları kırmıştı. Daha önce de putlar aleyhinde konuştuğu için, kendisini yakalayıp sorgulayacaklarını ve cezalandırmak isteyeceklerini biliyordu. Bu tehlikeli hareketi, her şeyi göze alarak yapmıştı.
Gerçekten de onu kavmin önüne getirip sorguladılar. O da bunu fırsat bilerek, putların acziyetini, konuşamamalarını, kendilerine zarar veren bir insana mânî olamamalarını onlara itiraf ettirmiş oldu. Canı pahasına muazzam bir tebliğde bulunmuş oldu.
Bu acziyet itirafına rağmen, İbrahim -aleyhisselâm-’ı yakarak cezalandırmaya karar verdiler. Devâsâ bir ateş yaktılar. Nemrut’un emriyle, onu mancınıkla bu ateşe attılar. Allah yolunda canından geçmiş olan, yanmayı göze almış olan Hazret-i İbrahim, bu esnada meleklerden gelen yardım tekliflerini;
“Ateşi ancak yakan söndürür!” diyerek reddetti;
حَسْبُنَا اللّٰهُ
“Allah bana yeter!” dedi. Huzur içinde şehâdete yürüdü.
Lâkin Allah Teâlâ, ateşi gülzâr eyledi. Böylece putperest kavme bir kere daha, gittikleri yolun bâtıl olduğunu göstermiş oldu.
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Sende İbrahimlik varsa korkma. Ateş İbrahimleri tanır, yakmaz…”
Sırada mal imtihanı vardı.
Hazret-i İbrahim, koyun sürülerine sahip olmuştu. Mal imtihanı için yanına beşer sûretinde Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve ondan bu koyunları istedi. Hazret-i İbrahim, Allâh’ı zikretmesi karşılığında hepsini ona vereceğini söyledi. Yani malı, hakkı tebliğ yolunda bir malzeme olarak değerlendirdi.
Cebrail -aleyhisselâm-; kendisini tanıtıp bunun bir imtihan olduğunu belirttikten sonra, Hazret-i İbrahim, bu malları yine de geri almadı, Allah yolunda vakfetti.
Son imtihan evlât imtihanıydı.
EVLÂT İMTİHANI
Hazret-i İbrahim; hak dîni tebliğ ediyor, ancak ona neredeyse kimse îmân etmiyordu. Sadece yeğeni Lût ve kavminden pek az kişi ona inanmıştı. Nesil endişesiyle Hakk’a ilticâ etti;
“–Yâ Rabbî, bana sâlih evlâtlar lutfet!” (es-Sâffât, 100) diye yalvardı. Âyet-i kerîmede niyâzının kabulü şöyle ifade edildi:
“İşte o zaman, Biz ona (İbrahim’e) halîm bir oğul (İsmail’i) müjdeledik.” (es-Sâffât, 101)
Cenâb-ı Hak, bir rüya ile Hazret-i İbrahim’e evlâdını kurban etmesini işaret etti. Rüyanın üç kere tekrarlanmasıyla, Hazret-i İbrahim bunun bir emr-i ilâhî olduğunu iyice anladı. Zira peygamberlerin rüyaları da vahiydir.
Bu muazzam kurban emrini oğluna da anlattı. O da büyük bir teslîmiyet içinde kabul etti. Âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurulur:
“(İsmail,) babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası);
«–Yavrucuğum, rüyada seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, (buna) ne dersin?» dedi.
O da cevâben;
«–Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun!» dedi.” (es-Sâffât, 102)
Daha önce can ve malını Hak yolunda fedâ eden Hazret-i İbrahim, evlâdını da fedâ etmeye hazırdı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbeti, evlâdına olan muhabbetten öndeydi.
Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın murâdı, onun evlâdını kesmesi değildi, fedâ edebilecek derecede kalbini, «muhabbetullah»tan gayrı sevgilerden tasfiye etmesiydi. Bu sebeple, İsmail -aleyhisselâm- yerine, gökten bir koç indirildi ve kurban edildi.
Âyet-i kerîmede şöyle anlatılır:
“Her ikisi de teslim olup, (İbrahim) onu alnı üzerine yatırınca;
«–Ey İbrahim, rüyayı gerçekleştirdin. Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır (çok zor) bir imtihandır.» diye seslendik.” (es-Sâffât, 103-106)
“Biz oğluna bedel, ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık;
«–İbrahim’e selâm!» dedik. (İşte) Biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 107-111)
Hazret-i İbrahim; can, mal ve evlât imtihanlarını geçerek Halîlullah oldu.
FEDÂKÂRLIĞIN BEREKETİ
Âyet-i kerîmede geçtiği üzere; Hazret-i İbrahim’in âhirzaman ümmeti arasında da nâmı büyük oldu:
Bugün ümmet-i Muhammed, her namazın sonunda meâli şu ifadeler olan salât ile duâ etmektedir:
“Allâh’ım! İbrahim’e ve âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz Sen, övülmeye lâyık ve yücesin.
Allâh’ım! İbrahim’e ve âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsân et. Şüphesiz Sen, övülmeye lâyık ve yücesin!” (Bkz. Buhârî, Deavât, 32; Tirmizî, Vitir, 20; İbn-i Mâce, İkâme, 25)
İsmail -aleyhisselâm- da küçük yaşta büyük bir teslîmiyet ve sabır imtihanı verdi. Babasıyla beraber bu iki peygamberin sulbünden, neslinden Hazret-i Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Yani Habîbullâh’ın / Allâh’ın sevgilisi olan Âhirzaman Nebî’sinin ataları, bu büyük fedâkârlığı gösteren peygamberler oldu.
Sırf bu iki husûsa baktığımızda, fedâkârlığın Allah katında ne büyük bir semeresi olduğunu görürüz.
Hac ve kurban bayramı da bu büyük hâdisenin hâtıralarını kıyâmete kadar taşımaktadır.
Hacdaki şeytan taşlama ibâdetimiz; Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hacer Vâlidemiz’in, Hak yolundaki fedâkârlığı baltalamak isteyen şeytanı taşlamalarını temsil eder. Bizler sadece eûzü çekmekle ve hacdaki temsilî taş atmakla kalmamalı, hayatımızın her safhasında, şeytanın vesveselerini taşlamalıyız. Yani onun vesvese ve iğvâlarına kulak tıkayarak, onu uzaklaştıracak feyiz ve rûhâniyet dolu zikir, ibâdet ve fedâkârlıklara yönelmeliyiz.
Kurban bayramı da, fedâkârlığın ehemmiyetini ifade eden bir başka hakikattir.
Dînimizde senede iki bayram lutfedilmiştir:
- Ramazan Bayramı, takvâ ile yaşanan bir ayın sonunda ikrâm edilir. Ramazan, bir kulluk tâlîmi, bayram da onun şehâdetnâmesidir. Bunun ömre teşmili, kulluk içinde bir ömrün sonunda, hüsn-i hâtime içinde bir son nefes bayramına erişebilmektir.
- Kurban Bayramı da, Allah için yapılan fedâkârlıkların kulu Hakk’a yaklaştıracağını, O’na dostlukta mesafe kazandıracağını temsil eder.
Bayramlar tatil günleri değil; bu hakikatleri tefekkür ederek içtimâîleşmek, başta anne-baba ve akrabalar olmak üzere, komşu, eş ve dostun hatırlarını sormak, serviler âlemini yani kabirleri ziyaret etmek, bilhassa da kimsesizleri, fakirleri ve yoksulları, ikramlarla sevindirmek için bahşedilmiş günlerdir.
Hakikaten, dünya ve içindekiler değersizdir. Onun yegâne değeri, kulu Allâh’a yaklaştırmada vasıta olabildiği kadardır.
Hâfız-ı Şîrâzî der ki:
“Ömrü ve malı dost yolunda fedâ etmedik! Yazıklar olsun! Aşk yolunda bu kadarcık da bir fedâkârlık bizden çıkmıyor!”
Mevlânâ Hazretleri de benzer şekilde şöyle der:
“Altın ne oluyor, can ne oluyor… İnci mercan da nedir yüce bir sevgiye harcanmadıktan, yüce sevgiliye fedâ edilmedikten sonra?!.”
Sahâbî işte bu gerçeği anlamıştı. Can, mal ve evlât, ev-bark, memleket sevgisi, bütün bunlar Allah ve Rasûlü’nün yolunda, Allah Rasûlü ile âhirette beraber olabilmek aşkına fedâ olmalıydı.
İşte bu şuurla, sahâbî; Afrika’ya, Kayravan’a, Semerkant’a ve Çin’e giderken hiç endişe etmedi. Memleketini, evini-barkını terk etmekten dolayı bir üzüntü duymadı. Yolculuklarında başına gelebilecek tehlikeler için de, korku ve endişeye kapılmadı. Onlar fedâkârlığın lezzeti ile her türlü zorluğu yendiler. İslâm nimeti ve Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sahâbî olma lutfunun şükrünü edâ etme gayretinde oldular.
Biz de ancak fedâkârlıkta bulunarak, Allâh’ın rızâsına erişebiliriz, dostluğunda mesafe katedebiliriz. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefâatine de ancak, O’nun dîni yolunda fedâkârlık ederek nâil olabiliriz.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Bu müjdeye inşâallah nâil olabilecek bir fedâkârlık yaşamamız lâzımdır.
NE GÜZEL BİR MİSAL!
İki buçuk senelik hilâfetiyle İslâm tarihine en büyük imzalardan birini atan Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in hayatında da bu büyük fedâkârlıkları görürüz.
O, halîfe olmadan önce; heybetli, müheykel, pehlivan yapılı bir zât idi. Hilâfet mes’ûliyeti ve bu makamın enâniyetine kapılmamak için gösterdiği riyâzat ile âdetâ eriyip gitti.
Muhammed bin Kâ‘b el-Kurazî anlatır:
Bir zamanlar Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gayet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halîfe olduğunda yanına gittim, izin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana;
“–Ey Muhammed, niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri; renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim.
Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bana şöyle dedi:
“–Ey Muhammed, beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den rivâyet ettiği hadîsi tekrar et!..” (Hâkim, IV, 300/7706)
Onun sözlerinden şu hakikati anlıyoruz:
Bu ömrü; zaten toprağa kurban edilecek tenin rahatı ve güzelliği için, fedâ etmek ahmaklıktır. Cenâb-ı Hak buyurur:
عَامِلةٌ ناَصِبَةٌ
“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)
Bu beden de, bu dünyada sahip olduğumuz her türlü imkân da, ancak ebedî hayata bir malzeme edilirse değerli olur. Bunun yolu da, onları Allah yolunda fedâ etmektir.
Onun, arkadaşının sözlerine ehemmiyet vermeyip değiştirmeye çalışması da, duyduğu medh ü senâlarla nefsinin bu hâlden bir pay çıkarmasına mâni olmak gayesine mâtuftur.
AİLE ve EVLÂTLAR
Câlib-i dikkat bir husustur ki;
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- bu fedâkârlıkları tek başına değil ailecek yaptı.
Hilâfete gelince; ailesinin hulliyâtını, mücevherlerini beytülmâle bağışlamasını sağladı. Kendisi gibi evlâtlarını da riyâzat içinde yaşamaya alıştırdı. Halîfe çocukları oldukları hâlde; kızları, kebaplar, leziz ve kıymetli yemekler değil, fakir halktan kişiler gibi mercimek ve soğan yerlerdi.
Onlara maddî mîras değil, gönül mîrâsı, İslâm karakter ve şahsiyeti mîrâsını bıraktı. Evlâtlarına servet bırakmasını telkin edenlere;
“–Eğer sâlih olurlarsa, servete ihtiyaçları yoktur, Allah onların velîsi olur. Eğer sefih olurlarsa, Allah sefihlere para verilmemesini emretmiştir!” demişti.
Yani Hazret-i İbrahim’in, oğlu Hazret-i İsmail’i Allâh’ın emrine teslim olma yolunda güzelce terbiye etmesi gibi, Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- de evlâtlarını, halîfe çocuğu olarak şımartmak yerine, bir zâhidin, bir âbidin evlâdı olarak Allah yolunda fedâkâr birer genç olarak yetiştirdi. Onları gönül kıvâmında, sevgiyle yetiştirmiş olmalı ki, tıpkı İsmail -aleyhisselâm- gibi, onun evlâtları da buna itiraz etmediler. Gönülden tâbî oldular.
Evlât imtihanını biz de böyle anlamalı ve hayata geçirmeliyiz.
Aile olarak;
- Allâh’ın emrine boyun eğen,
- Bu noktada nefis ve şeytanın telkinlerini reddeden,
- “Emrolunduğumuz ne varsa yapmaya âmâde” birer fert olmalıyız.
Sigara içen bir babanın, oğluna;
«–Sigara içme!» demesi boştur. Demek ki; evlâdından Allah yolunda fedâkârlık isteyen anne ve babalar, önce kendileri bu şuura sahip olmalıdır.
Evlât imtihanında muvaffakiyetin yolu, İslâmî bir eğitimdir. Dünyevî eğitimi, uhrevî eğitimle mezcetmek; dâimâ uhrevî tahsilin, mânevî şuurun daha ağır basmasını temin etmektir. Kur’ân tahsilini asla ihmal etmemektir.
Bu tahsilde dikkat edilecek bir husus da şuıdur:
İlim sadece zihne bilgi depolamaktan ibaret olmayacak!.. Zihnî bilgiler, kalpte hazmedilecek, hazmedildiği derecede de kalpte hikmet meydana gelecek. Bu hikmet neticesinde, muhabbetin getirdiği bir bereket, bir âdab meydana gelecek.
Netice: Rasûlullah Efendimiz’in edebiyle edeplenebilmek, ahlâkıyla ahlâklanabilmek… İşte tahsilin gayesi…
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in gönlündeki mes’ûliyet hissinin ne kadar derin olduğunu hanımı Fâtıma şöyle anlatır:
“Bir gün Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona;
«−Nedir bu hâlin?» diye sordum.
Şöyle cevap verdi:
«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnızlığa terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarlarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmaya tâkati olmayan muhtaç yaşlılar, aile efrâdı kalabalık olan fakir aile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..»” (İbn-i Kesîr, Tefsir, IX, 201)
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in bu samimî duygu ve heyecanı, ümmete de sirâyet etti. Onun kısacık devrinde, insanlar; takvâda, ibâdet ve tâatte, fedâkârlıkta yarışır oldular. Öyle ki, bazı şehirlerde zekât verilecek fakir bulunamadı. Toplanan zekâtları sarf etmek için, köleler satın alınıp âzâd edildi.
ZAFERLER FEDÂKÂRLIKLA…
Hazret-i İbrahim’i ateş yakmadı, Hazret-i İsmail’i bıçak kesmedi. Asr-ı saâdette kalabalık ve güçlü müşrikler, müslümanları yok edemedi. Çünkü;
İslâm tarihi boyunca görüyoruz ki;
Mü’minlerde fedâkârlık varsa, Allâh’ın yardımı tecellî eder.
Cenâb-ı Hak, Bedir’de olduğu gibi melekleri gönderir. Hendek’te olduğu gibi görünmeyen ordular indirir. Müşriklerin gönüllerine korku salar. Onlara mü’minleri iki kat gösterir. Türlü vesilelerle kullarına yardım eder.
Tarihte bu yardımların nice şâhidi vardır:
İstanbul’u fethetmek için sahâbe asrından itibaren seferler başladı. Nice muhasaralar gerçekleştirildi. Ancak sekiz asır geçtiği hâlde fetih bir türlü gerçekleştirilemedi.
Çünkü sarp kaleler, hendekler, denizle çevrilen kısma yaklaşmanın zorluğu, Haliç’in zincirlenmesi, surlardan dökülen kızgın yağlar, ateşler, deniz yolundan içeri girmesine mâni olunamayan yardımlar gibi nice maddî engel vardı.
Bu fethi Cenâb-ı Hak kime müyesser kıldı?
Hadîs-i şerifte müjdelendiği gibi; şuur ve fedâkârlıklarıyla; «Ne güzel!» methine lâyık bir emîre ve askerine…
- Kendisini âdetâ fetihte fânî kılan; çocukluğundan itibaren fetih plânlarıyla büyüyen;
“–Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni alır!” diyerek, fetih aşkı ve iştiyâkından dolayı atını denize süren ve bu yolda şehîd olmayı göze alan Mehmed Hân’a ve;
- Ateşler ve kaynar yağların döküldüğü, ölüm saçan surlara doğru koşarken;
“–Müjdeler olsun!.. Şehidlik sırası bize geldi!” diyen fetih askerine…
Hakikaten; İstanbul’un fethinde gemilerin dağlardan yürütülmesi gibi nice muzafferiyetler, Allâh’ın yardımıyla gerçekleşti.
Çanakkale’de bu ilâhî yardımı görürüz. Kibirli İngiliz ve Fransız gemilerini Boğaz’ın sularına gömen topçu atışı, maddî imkânlarla değil, fedâkârlığın sayesinde lutfedilen ilâhî yardımla müyesser olmuştur. Eldeki mevcut yirmi altı mayın, ilâhî te’yîd ile tam yerlerine yerleştirilmiştir.
Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı tarihçi Hamilton da, bu hakikati şöyle itiraf etmiştir:
“Bizi Türklerin maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûp etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”
Kulluk imtihanı her merhalede başka bir fedâkârlığı gerektirir. Zaferden sonra da, onu korumak için fedâkârlıklar îcâb eder.
ŞEYTAN FISILTILARI
Fedâkârlıklardan sonra dikkat edilecek husus, şeytanın fısıltılarından kendimizi korumamızdır.
O şeytan fısıltılarından biri, enâniyete kapılmaktır.
Nitekim, yazımızın başında zikrettiğimiz Uhud’daki dağılmanın hikmet ve sebeplerinden biri de, Bedir’den sonra bir miktar enâniyet hissiyle, zaferi nefislere izâfe etmenin bir neticesi oldu.
Bütün muvaffakiyetleri, zaferleri ve hayırları Rabbimiz’e izâfe edeceğiz. Bunlardan asla nefsimize pay çıkarmayacağız. Kusurları ise dâimâ nefsimizden bilecek, istiğfâr ile dergâh-ı ilâhîye ilticâ edeceğiz.
Nasr Sûresi bu hakikati ne güzel ifade eder. Bu sûrede;
“Allâh’ın yardımı ve fetih gelip, insanların fevc fevc İslâm’a girdiklerini görünce, Rabbini hamd ile tesbih et ve Allah’tan bağışlanma dile!” buyurulmuştur.
Peygamberimiz bu sebeple Mekke fethinde şehre muzaffer bir kumandan edâsıyla değil, devesinin üzerinde âdetâ secde eder vaziyette girmiştir. Bu esnada ashâbına da, zaferin enâniyetine kapılmamaları için;
اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Allâh’ım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Rikāk, 1)
Bir başka şeytan fısıltısı da, riyâ ve süm‘adır. Yani Rabbimiz’in lutfu ile nâil olunan amelleri, kulların bilmesinin istenmesidir. Onlar görsün istemektir. Bu menfî duygular, fedâkârlıkları iptal eder. Çünkü Allah için değil, kullar için sergilenmiş olur. Tevhîdin ortaklığa tahammülü yoktur.
Hak dostları, bu sebeple, kerâmetlerini gizlemiş, nâfile ibâdet ve tâatlerini, riyâzatlarını mahfî tutmuşlardır.
Bir misal:
Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh-, son derece mahviyet sahibiydi. Süfyân-ı Sevrî Hazretleri, bir gün onun üzerinde kıymetli bir elbise görmüştü. Buna taaccüp ettiğini bildirince, Câfer-i Sâdık -rahmetullâhi aleyh- altındaki kıldan dokunmuş sert yün elbiseyi göstermek mecburiyetinde kaldı. İçinde yaşadıkları devirde maddî imkânlar bollaştığı için herkesin giydiği güzel elbiselerden giymenin daha münasip düşeceğini ifade ettikten sonra;
“–Alttakini Allah için giydik, üsttekini de sizin için giydik. Allah için olanı gizledik, sizin için olanı da izhâr ettik!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, III, 193; Zehebî, Siyer, VI, 261-262)
Cenâb-ı Hak; can, mal ve evlâttan fedâkârlık edebilen, bu üç nimeti put eylemek yerine, Allâh’ın rızâsını, Rasûl-i Ekrem’in şefaatini ve cenneti kazanma malzemesi eyleyebilenlerden eylesin!..
Âmîn!..