Ermek Dilersen Hüner Ehlinin Kapısında Toprak Ol

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2009 – Ay: Mayıs – Sayı: 32

Efendim, eserlerinizde hikmetli söz ve hikâyelerinden sık sık misaller verdiğiniz Şeyh Sâdî-i Şîrâzî kimdir? Hakkında kısa bir mâlûmat vererek, gönle şifâ kıssalarından birini anlatır mısınız?

Asıl adı Müslihuddîn Şeyh Sâdî’dir. 1193’te (h. 589) Şiraz’da doğmuş ve 1292’de (h. 691) yine orada vefât etmiştir. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin halîfelerinden birinin talebesi olarak yetişmiş ve onun himâyesinde kemâle ermiştir. İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerdendir.

Bir peygamber âşığı olarak on dört kez hacca gitmiş, Moğol ve Haçlılarla yapılan savaşlara iştirak ederek cihâd etmiştir.

Şeyh Sâdî’nin en meşhur iki eseri, Bostan ile Gülistan’dır. Bu eserlerinde, aynen Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde yapmış olduğu gibi mücerred hakîkatleri her kademedeki insanın anlayabileceği tarzda müşahhas misallerle anlatmıştır. İslâm ahlâkının inceliklerini bizzat yaşayıp eserlerine de aksettiren Şeyh Sâdî, bilhassa Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı olan şefkat ve merhamet üzerinde büyük bir hassâsiyetle durmuştur.

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18) hadîs-i şerîfinin derin izlerini hem şahsiyetinde hem de eserlerinde sıkça görmek mümkündür.

Çünkü yaratılan her şeye şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilmek, îmanda ulaşılan seviyenin bir göstergesidir. Kâmil bir mü’min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, diğergâm, hassas, rakîk, merhametli, şefkatli ve cömert insandır. Merhametten uzak gönüller ise, âdeta canlı cenâzeler durumundadır.

Ömrünü ilim öğrenmek, talebe yetiştirmek ve insanlara doğru yolu göstermekle ziynetlendiren Sâdî’nin, gönlündeki ihlâs ve samîmiyet bereketiyle eserleri hâlâ kalplere ışık tutmaktadır. Ayrıca o, bu cefâ yurduna gelmiş bütün insanlık için yegâne safânın nasıl gerçekleşeceğini bir beytiyle ne güzel ifâde etmiştir:

“Ey Sâdî! Safâ yolunda ilerlemek, hep Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e uymakla nasîb olur.”

Bir hakîkattir ki, vuslat arzusuyla dolu bir gönlün, hüner ehli kimselerin kapısında toprak olması lazımdır.

Âlemlere Rahmet Efendimiz, bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)

Şeyh Sâdî’nin eserlerinde zikrettiği kıssaları bir hikâye olarak değil, bir hikmet dersi olarak dinlemek lâzımdır. Bu mevzuyla alâkalı olarak size Bostan’dan bir kıssa nakledeyim:

“Rivâyete göre, İran hükümdarlarından biri iplik çıbanı çıkarmış ve bu yüzden o kadar zayıflamıştı ki iğne gibi incelmişti. Hükümdar, kendisini böyle iğne ipliğe dönmüş, etrafındakileri ise sapasağlam ve kuvvetli gördükçe onlara haset ediyordu.

Satranç oyununda şah, anlı-şanlıdır ama, zayıf düşünce piyâde gibi olur. Hükümdarın durumu da aynen onun gibiydi.

Hükümdarın hizmetkârlarından birisi, pâdişâha hürmetini arz ederek:

«–Pâdişâhım! Saltanatın dâim olsun!» duâsından sonra, sözlerine şöyle devam etti:

«–Bu şehirde nefesi herkese iyi gelen mübârek bir Hak dostu vardır. Eşsiz bir âbiddir. Herhangi bir kimse, herhangi bir işi veya derdi için yanına gitse, onun nefesiyle maksadı hâsıl olur. Ömrü hayır hasenat ile geçmiş, gönlünden ümmet-i Muhammed istifade etmiştir. Kalbi nurlu, ihtiyar bir zâttır. Ne duâ etmişse makbul olmuştur. Emir buyurunuz da davet edelim. Teşrif ederek sizlere duâ etsin de Allâh’ın yardımıyla bu hastalıktan kurtulasınız.»

Hükümdar emretti; gözde hademelerden birkaçı Hak dostunun yanına giderek onu saraya davet ettiler.

Mübarek Hak dostu da mütevâzı bir şekilde teşrif etti. Zâhirî hâli herkes gibi, lâkin iç dünyası pamuklardan daha yumuşak ve etrafına nur saçan bir kandil gibiydi.

Hak dostunun geldiğini hükümdara arz ettiler. Pâdişah bu mübârek Hak dostuna şöyle dedi:

«–Ey gönlü yüce zât! İğne gibi iplik illetine tutuldum. Bana duâ et de, bu illetten kurtulayım!»

Mübârek zât, hükümdârın bu talebine şöyle cevap verdi:

«–Cenâb-ı Hak adâletle hükmedenlere merhamet eder!.. Sen de merhamet et ki, Allâh’ın merhametine nâil olasın. Benim duam sana nasıl fayda eder ki, mazlum esirler zindanda zincirler içinde inlemektedir. Sen halka acımazsan, asla rahat yüzü göremezsin! Sen zulüm ile âbâd olmak istersen, rahmet nasıl tecellî etsin! Önce yapmış olduğun hatâlardan tevbe etmeli, sonra sâlihlerden duâ istemelisin. Mazlumların bedduâsı yakanı bırakmazken, sâlihlerin duâsı sana nasıl müessir olur?»

İran hükümdarı bu sözleri işitince içinden kızdı ve hışımlandı ise de, kendi kendine:

«–Kızmamalıyım; bu mübârek zât doğru söyledi!..» dedi. Emretti; ne kadar mahpus varsa salıverdiler.

Bundan sonra o Hak dostu iki rekât namaz kıldı. Elini kaldırdı, şöyle duâ etti:

«–Ey yerlerin ve göklerin Hâlıkı olan Rabbim!.. Ona gücenmiş, onu dertlere müptelâ kılmıştın. Şimdi onu affet ve onu rahmetinle bu iptilâlardan kurtar!» dedi.

Hak dostu daha duâyı bitirmeden, daha eli duâda iken, düşkün hasta iyi oldu, ayağa kalktı. Ayağında artık ip görünmeyen tavus gibi sevincinden âdeta uçacaktı. Emretti, hazinesinde ne kadar mücevher varsa Hak dostunun ayağının altına serdiler.

Hak dostu o mücevherlerden hiçbirisini almadığı gibi onlara bakmadı bile… Hükümdara şöyle dedi:

«–Ben bir menfaat karşılığı için gelmedim. Gâyem, Allah rızâsı için senin bedeninden evvel gönlünü ihyâ etmek ve seni böylece irşâd etmekti. Ben vazifemi yaptım. Bir daha iplik çıbanı çıkarmamak istersen, sakın zulüm ipine yapışma. Daima merhamet tevzî et. Dikkat et ki, bir daha ayağın kaymasın!»

Ey benim dostlarım! Sâdî’nin şu doğru sözünü dinleyin:

«Her düşen her zaman kalkamaz!..»”

Velhâsıl daima şu soruları kendimize sorarak cevaplarının muhâsebesi içinde olmalıyız:

Acaba bugün Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönlü incittim mi?

Acaba bugün bir kul hakkına düştüm mü?

Acaba bugün Hakk’a yakınlık kazandıracak bir amel işleyebildim mi?

Acaba bilerek veya bilmeyerek bir kardeşime zulmettim mi?

Hiç unutmamak lazımdır ki, bir fincan su, nasıl uykuyu târumâr ediyorsa bir âh da dünyayı öyle târumâr eder.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, vefatlarından önce, mü’minlere vasiyet mâhiyetindeki son hatırlatmalarında, şöyle buyurmuşlardır:

“–Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye korkmasın! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319; İbn-i Sa’d, II, 255)

Yine Enes -radıyallâhu anh-şöyle anlatmaktadır:

Vefâtı esnâsında Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in yanındaydık. Bize üç defa:

“−Namaz husûsunda Allah’tan korkun!” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:

“−Emriniz altındaki insanlar hakkında (yani kul hakkı husûsunda) Allah’tan korkun!”

Sonra “Namaz, namaz.” diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söylemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu derinden bir fısıltı hâlinde tekrar edip durdular. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

İnsana yakışan odur ki, başkaları onun düştüğü durumdan dolayı öğüt almasından evvel o, başkalarının düştüğü musibetten ibret alsın.

Yalnız şu husûsu da ifâde etmek lazım gelir ki, kıssada nakledilen hakikatte olduğu gibi insanın başına gelen musibetler, her zaman, yapmış olduğu zulümlerden kaynaklanmayabilir. Nitekim insanlar, imtihan âlemi olan bu dünyada îmanlarının kıvam bulması ve musibetlere sabırla Hakk’a yakınlık kazanmak için de denenirler. Bu pencereden bakıldığında en büyük musibetler daima peygamberlere gelmiştir. Çünkü onların her biri, Hakk’a yakınlık ufkunda bir sultandır. Bu bakımdan denebilir ki, başa gelen iptilâ ve musibetler diğer bir pencereden bakıldığında büyük zâtlar için terfî-i derecât (mânevî derecelerinin yükselme) vesîlesidir.

Rabbim, gönüllerimizi, ümmetine raûf ve rahîm olan Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in güzel ahlâkı ve edebi ile ziynetlendirsin. O’nun merhamet ummânından gönüllerimize şebnemler ihsan buyursun!..

Âmîn!..