Emânete Riâyet

Ebedî Fecre

Yıl: 2006 Ay: Haziran Sayı: 16

İKİ BÜYÜK EMÂNET…

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak;

“Biz emâneti; göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes’ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyurmaktadır.

Burada insanın yüklendiği emânetin büyüklüğüne ve ona riâyetin zorluğuna dikkat çekilmektedir.

Ayrıca o emânete riâyette en büyük tehlikenin de zulm ve cehâlet sıfatları olduğu bildirilmektedir. Eğer insan, zulm ve cehâlet içinde olursa, emâneti muhafazada zâfiyet ve başarısızlık gösterir.

Bu tehlikeyi bertarâf etmek için zulmün zıddı olan adle (adâlete), yani sâlih amellere ve cehlin zıddı olan zâhirî ve bâtınî ilme sarılmak şarttır. Bu şartı yerine getirmenin yolu da Kur’ân ve sünnetten geçer.

Onun için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân; diğeri Rasûlü’nün sünneti…” (Muvattâ, Kader, 3) buyurmuştur.

EMÂNET EĞİTİMİ…

Emânetin kıymeti, emânet edenin kadrincedir. Bir de emânetlerin büyüklüğü, mes’ûliyet ve hesabın büyüklüğünü ifade eder. Nitekim bütün peygamberlerin de hesaba çekileceğine dair ilâhî beyan, onların hiç yorulmadan ve bezginlik göstermeden bir ömür gayret içinde olmalarını gerektirmiştir.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, günahsız olduğu ve ilâhî teminat altında bulunduğu hâlde hayatı boyunca vazifesini tam yapabilme, yani üzerindeki emâneti lâyıkıyla taşıyabilme endişesi içinde yaşamıştır. Nitekim O’nun Vedâ Haccı’nda yüz binin üzerindeki sahâbîsine üç defa:

“Ashâbım! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? Tebliğ ettim mi?” demesi ve aldığı

Evet yâ Rasûlâllah, tebliğ ettin.” cevabı üzerine de üç defa;

“–Şâhit ol yâ Rab!” diye ilticâsı, bizler için ne kadar mânidar bir irşaddır.

O’nun bize bıraktığı iki büyük emânet olan Kur’ân ve sünnet karşısında işte böyle bir hassâsiyet içinde olmalıyız ki, Allah ve Rasûlü’ne lâyık olabilelim. Bizim Allah ve Rasûlü indindeki haysiyetimiz, bu iki büyük emânete sarılmakla mümkündür.

Yani yüce emânetlere riâyet, bizim değerimizi kat kat artıracak bir vazife ve fazîlettir.

Bu riâyetin tezâhürü, Kur’ân ve Sünnet ahlâkı ile ne kadar hâllendiğimize bağlıdır. Eğer ömrümüz, Cenâb-ı Hakk’ın;

“Onlar emânetlere ve ahitlere riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8) medh u senâsına mazhar bir şekilde geçiyorsa;

“Onlar (en yüksek cennet olan) Firdevs’e vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (el-Mü’minûn, 11) müjdesine muhatabız demektir.

ÇOCUKLARIMIZI TERBİYEDE TEMEL ADIMLAR…

Emânete riâyet hasletine sahip olmak ve onun müjdelerini devşirmek için hayatımızın en büyük ve vazgeçilmez meşgalesi Kur’ân ve Sünnet olmalıdır. Her fırsatı bu iki emânete riâyet gayretiyle geçirmek, bizim en büyük gâyemiz hâline gelmelidir. Bilhassa içine girdiğimiz şu yaz mevsiminde hem kendimizi hem de yavrularımızı daha fazla Kur’ân-ı Kerim eğitim ve kültürüyle yoğurmak, bizler için iki cihan saâdeti olacaktır.

Bu çerçevede gayretlerimizi bir ömür boyu her gün muhasebe etmeliyiz. Zira:

“Yarın diyenler helâk oldu.” buyurulmuştur.

Çünkü nihayette yarını olmayan bir günümüz olacak… O hâlde kendimize şu sualleri bugün sormalıyız:

Bizim namazla alâkamız ne kadar? Gözümüzün nûru çocuklarımızın alâkası ne kadar? Unutmamalı ki, ciğerpare yavrularımızı küçük yaşta namaza alıştırmak, onları zamanımızın pek çok büyük tehlikelerinden koruyacaktır. Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in emri de bu yöndedir. Çünkü dosdoğru kılınan bir namaz, kulu her türlü kötülük ve fahşâdan muhafaza eder. Bu bakımdan namaz, insan şahsiyetini inşada bir ağacın kökü gibidir. Kök sağlamsa, ağaç en sert rüzgârlara, fırtınalara rağmen ayakta durmaya muvaffak olur. Ancak kök çürük olursa, hiçbir rüzgâr esmese bile o ağaç yıkılmaya mahkûmdur. Kökünün çürüklüğü, ağacın dal ve meyvelerinde kendini gösterir.

Aynı zamanda bu demektir ki; eğer yarın bizim meyvelerimiz olan çocuklarımızda herhangi bir kusur ve kötü davranışlar ortaya çıkarsa, bunun sebebini onlarda değil, kendimizde aramamız gerekir. Çünkü onlar bizim hâlimizin ve verdiğimiz eğitimin mahsûlü, yani bizim hazırladığımız neticelerdir.

Dolayısıyla bütün mesele, yavrularımızı birer cennet goncaları gibi yetiştirebilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın bizden arzusu da budur. Eğer ana-baba, evlât, torun güzel bir silsile hâlinde aynı ilâhî güzellikleri tahsil ede ede kıyâmet yolculuğunda dosdoğru bir hayat yaşarlarsa, Allah Teâlâ’nın onlara olan nimet ve ihsanı bambaşka ve fazla fazla tecellî edecektir. Lütuf sahibi Allah, onların her birine, hepsinin amellerinin tamamının mükâfatını bahşedecek ve cennetteki nasiplerini son derece ziyade eyleyecektir. Bu lütfunu âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurmaktadır:

“Îmân eden ve zürriyetleri de, îmanda kendilerine tâbî olanlar (var ya)! İşte Biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik…” (et-Tûr, 21)

Bu, ne büyük bir ilâhî müjde ve ikramdır!

Baba ve anne, sadece kendi sevaplarıyla tartılmayacak, onların terazisine, -îman ve takvâ istikametinde yetiştirdikleri- evlâtlarının, torunlarının ve bütün nesillerinin sevapları da konacak, üstelik hiçbirinden bir şey eksiltilmeyecek. Ve bu mazhariyet, o zürriyetten îman bağı olan herkese bahşedilecek!

Buna her nefes ve her an ne kadar şükretsek az! Biz mücrim kullara Rabbimiz’in merhamet ve rahmeti ne kadar büyük! Ne kadar engin!

Akıllı ve firâsetli hiçbir kul, böyle yüce bir ikrâma nâiliyetten ve şükürden geri kalmak istemez. Ancak bunun için, elbette ki yavrularımızın eğitim ve terbiyelerine daha bir itina ve şevk içinde gayret göstermek gerek. Hele ciğerpâre yavrularımızı birtakım sefil ve şeytânî odaklar; rûhen, fikren ve kalben çalıyorlarsa, onlara sahip çıkmak ve eğitmekteki vazife ve mes’ûliyetimiz kat kat daha artmış demektir.

Nasıl ki vücudumuzdan bir parça koptuğunda her tarafımız acıdan perişan olur ve tepki gösterirse, bizim canımız ve ciğerimiz olan yavrularımızı bizden kopardıklarında da ruhlarımız sancı ve ıstırapla dolarak böyle felâketlerin önüne geçmek için çareler üretmeli, musibetlere karşı siper olmalıdır. Diğer taraftan da yavrularımızı dikensiz bir çiçek gibi yetiştirebilmek için gece-gündüz üzerlerine titremeliyiz.

SEVGİ DİLİ…

Çocuklarımızın üzerine titremek, onları kuru kuru yasaklarla boğmak değildir. Bu titreyiş, mutlaka sevgi ve muhabbet iklimindeki meltemler gibi okşayıcı olmalıdır. Asla itici bir fırtınaya dönüşmemelidir. Yavrularımıza sevgi dolu öyle bir eğitim vermeliyiz ki, biz yanlarında olsak da olmasak da onlar kendilerini yüksek bir murâkabe (gözetim) altında tutabilmelidirler. Meselâ sergiledikleri davranışlarda onların kendi kendine;

“Acaba Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- benim bu yaptığımı beğenir mi?” diye sorabilmeleri, başına dikilecek polis ve jandarmadan daha tesirli ve doğruya yönlendiricidir.

Anne-babalar, hocaefendiler ve eğitimciler, unutmamalı ki, çocuklar ancak sevginin sesini duyarlar… Büyük insanlar da aslında korkudan ziyade Allâh’ı sevdikleri için günahtan çekindiklerinde daha fazla haz ve feyz ile dolmuyorlar mı? Öyleyse sevginin yeşertici üslûbu ve aşkın ihmal tanımayan gayreti, bütün eğitimcilerin en belirgin vasfı ve hasleti olmalıdır. Elimizdeki emânetlere hakkıyla riâyetin güç kaynağı da, işte bu vasıf ve hasletlerdir.

Ancak böyle bir kıvam için insanın her şeyden önce kendisini zâhiren ve bâtınen eğitmesi zarûrîdir. Çünkü ilmi ve irfanı zihne ulaştırmak için ağız kâfîdir, ama kalbe ulaştırmak için onun gönülden çıkması gerekir. Bunun için de olgun bir kalbe sahip olmak lâzımdır. Yoksa eskilerin tâbiriyle;

Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede,

Nerde kaldı gayriye himmet ede?!.

NEFSÂNİYET KÖR EDER…

Eğer insan, kendisini yüce emânetlere riâyet liyâkatiyle eğitmez, olgunlaşmazsa; onu nefsânî ve şehevî arzular perişan eder, gönül gözlerini âmâlaştırır. Artık o, ahlâk ve ibâdet ambarına giren fareleri görmez hâle gelir. Neticede mâneviyat müflisi olur.

Hazret-i Mevlânâ böyle bir tehlikeye karşı ne kadar mânidar îkāz etmektedir:

“Şeytan, Âdem gibi bir pehlivana neler yaptı. Ey âdemoğulları, şeytanı gevşek ve güçsüz sanmayın.”

“O hasetçi şeytan; bizim anamızın, babamızın şeref tacını, süslü elbiselerini el çabukluğu ile çalıverdi.”

“Hazret-i Âdem gibi büyük bir varlık; şeytan yüzünden saçını, başını yolarsa, onun hilesini sen kıyas et…”

“Unutma ki, avcı, yani şeytan; dünya hırsı, para sevgisi, yüksek mevki arzusu, hiddet ve şehvet yemlerini saçar durur. Yemler meydandadır. Fakat bu yemlerin başımıza getireceği felâketler gizlidir; o görünmez.”

“Nerede yem görürsen ondan sakın! Sakın ki tuzağa düşmeyesin. Kolun-kanadın bağlanmasın.”

“Şeytanın saçtığı yemlere kapılmayan kuş; hilesi, tuzağı olmayan hakikat sahrasından gıdalanır, orada yem yer. Hakikat sahrasından gıdalanan kuş, aldığı mânevî gıdayı yer de, şeytanın tuzağından kurtulur, böylece onun kolu, kanadı bağlanmaz.”

KUZU KURDA TESLİM EDİLMEZ…

Nefse mağlûp olup perişan hâle düşmemek için de Hazret-i Mevlânâ şöyle nasihat eder:

“Sen Allâh’ın huyu ile huylan da, sana verilen emânetler eksilmeden kalsın ve kaybolmaktan kurtulsun!”

“İnsan huyunu yaratanla anlaş; peygamberlerin huylarını besleyen, onları olgunlaştıran büyük varlıkla uzlaş; onun huylarını kendine huy edin! Sen O’na bir kuzu verirsen, karşılığında O sana bir koyun sürüsü verir. Zaten her sıfatı besleyip geliştiren O’dur.”

“Sen kuzuyu kurda emânet ediyorsun, kurdu boşuna yol arkadaşı yapma! Kurt sana tilkilik edip seni aldatmak isterse, aklını başına al da aldanma; ondan iyilik gelmez.”

Burada kuzudan maksat güzel ve iyi huylardır. Kurttan maksat da; nefsânî ve şeytânî hevesler, kötü huylardır.

EMÂNETE RİÂYETİN ÖZÜ…

Emânete, bizi Hak katında mahcup etmeyecek bir riâyetin özü, her türlü haramdan ve günahtan kaçınmaktır. Bilhassa nice büyük ve kahredici günahların sıradan ve doğru şeylermiş gibi toplumumuza zerk edildiği bir dünyada daha dikkatli olmak şart. Zira haramların elbiselerine helâl markası, helâllerin elbisesine de haram markaları vuruluyor. Rezil ve nefsânî davranışlar ve yaşayışlar özendiriliyor, ulvî ve yüce güzellikler çirkin gösterilerek kenara itiliyor. Bu, günümüz dünyasının en büyük âfetidir.

Dolayısıyla bizi bu âfetten koruyacak olan ilâhî emânetlere sarılmak, yegâne kurtuluştur. Yani şu âhirzamanda hidâyetimizin ve ibâdetimizin sağlamlığı, bilhassa haramlardan ve şüphelilerden kaçmakla mümkündür. Hem bizi, hem çocuklarımızı, hem de çevremizi muhafaza edecek en büyük hidâyet adımı; bu şekilde, yani haramlara karşı kendimizi korumakla gerçekleşecektir.

Kısacası nefs firavununu yenmek için gönüller Musa hâline gelmelidir. Çünkü gönül Musa olursa, nefs firavununu bir asâ darbesiyle alt eder… Bu da Hak dostlarının mânevî terbiyesi ile gerçekleşecek bir kıvamdır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Bir bakıma nefsi öldürmek, öldürülmekten kurtulsun diye, akrebin iğnesini çıkarmaya benzer.”

“Başı taşla ezilmek belâsından kurtulsun diye, yılanın zehirle dolu dişini söküp atarsın.”

Büstî de der ki:

“İnsanın dünyada en fazla olan şeyi; kusurları ve noksanlarıdır. Ey bedenine hizmet eden; ne zamana kadar onun hizmetinde bulunacaksın? Yüzünü sende bulunan ilâhî emânete, rûhuna çevir de onun kusurlarını ikmâle çalış! Çünkü sen, bedenin ile değil, rûhun ile insansın!”

GÖNÜL ALIŞVERİŞİ

Ömür boyu gönül alışverişimiz nefsimiz ve şeytanla değil ancak Allah Teâlâ ile olmalıdır. Çünkü nefs ü şeytana hazineler feda etsek, ödesek bile en küçük bir kârımız olmaz, üstelik bizi felâkete dûçar eder. Ancak Cenâb-ı Hakk’a sunacağımız kırık-dökük ibâdetler bile bize sonsuz mükâfatlar kazandırmaktadır. Bu gerçekten hareketle Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

“Şu kıymet bilmeyenlerin dükkânından vazgeç de, değerin artsın! Allâh’ın beğeneceği, satın alacağı bir kul ol! Halkın değil de; «Allâh’ın satın alır» dükkânına gel.”

“O hiç bir kalp (sahte) parayı geri çevirmez. Çünkü O’nun satın almaktan maksadı kâr etmek değildir.”

Bu hakikatle dolu garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte para verseler de onu alır, paranın sahteliğini bildiği hâlde bunu muhatabına söylemez ve istenen ekmeği verirdi. Onun bu hâline herkes şaşar ve kimse bunu neden yaptığını anlayamazdı. Nihayet ölüm vakti geldiğinde fırıncı ellerini ulu dergâha açtı ve şöyle yalvardı:

“Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Allâh’ım! Şimdi ben Sen’in huzûruna sahte tâatlerle geliyorum; ne olur onları yüzüme vurma!..”

Biz de niyâz ediyoruz ki, Rabbimiz, bizim de kusur ve günahlarımızı mahşer günü yüzümüze vurmasın! Bizleri, neslimizi ve vatanımızı her türlü nefsânî ve şeytânî tuzaklardan, günahlardan, haramlardan ve felâketlerden muhafaza eylesin! İki dünyada da yüzümüzü ak, gönlümüzü bahtiyar kılsın!..

Âmîn!..