EBÛBEKİR -radıyallâhu anh- ve EBÛ CEHİL FARKI

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2012 Ay: Kasım Sayı: 93

GÖRÜŞ FARKI

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, âlemi teşrif etti…

Ebûbekirler O Nûr’a pervâne oldu. Ebû Cehiller ise, düşmanca cephe aldı.

Hazret-i Mevlânâ bu farkın sebebini ne güzel tespit etmiştir:

“Ebû Cehil; Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü de;

«–Hâşim oğullarından çirkin bir yüz belirdi.» dedi.

Hazret-i Peygamber ona şu cevabı verdi:

«–Haddini geçtin ama, doğru söyledin.»

Hâlbuki, Hazret-i Ebûbekir, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i görünce;

«–Ey güneş, sen ne doğudansın, ne batıdan, latif bir nûrla parla!» diye hayranlığını ifade etti.

Peygamber Efendimiz, ona da;

«–Ey şu değersiz dünyadan kurtulan aziz varlık, doğru söyledin!» diye buyurdu.

Orada bulunanlar hayretle sordular:

«–Ey insanların en şereflisi, en büyüğü, onlar birbirine aykırı düşen sözler söylediler, fakat siz ikisine de; ‘Doğru söyledin.’ diye buyurdunuz; bunun hikmeti nedir?»

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, buyurdu ki:

«–Ben, Hakk’ın kudret eli ile cilâlanmış bir aynayım; her kim bana bakarsa, kendi nasılsa, bende kendini öyle görür.»”

İşte asrımızda türeyen Ebû Cehil tıynetli müfterîlere, yedi asır öncesinden Hazret-i Mevlânâ’nın cevabı…

O Rahmet Peygamberi’ni kātil sûretinde göstermeye çalışanlar; O ilâhî aynada, kendi vahşî, kan dökücü iğrenç suratlarını gördükleri için, beyaz perdeye bu kara lekeleri sürdüler. Fakat beyaz perdeye de ekranlara da yansıttıkları ancak kendi portreleri oldu.

Ebû Cehil; zeki idi, akıllı idi, beyni Allâh’ın verdiği melekelerle mücehhezdi. Fakat gönlü bir çıfıt çarşısı hâlindeydi. Kalbi, haset ve kin doluydu. O kalbin; hidâyet gibi bir arayışı, hakikati bulmak ve tâbî olmak gibi bir derdi yoktu. Bu sebeple; Varlığın Nûru’yla muâsır olmak, O’nun mûcizelerine şahit olmak gibi lütuflara eriştiği hâlde, îmânın öncülerinden değil, küfrün elebaşlarından oldu.

“Hazret-i Ebûbekir, Peygamber Efendimiz’in mânevî kokusunu alınca:

«Bu yüz, yalancı bir insanın yüzü değil; Hak’tan haber veren mübârek bir yüz.» diyerek gönlü îman ve muhabbetle doldu. Yani O mübârek sîmâyı görmekten başka mûcize sormadı, istemedi. İhtiyaç duymadı.

Ebû Cehil ise hakikati bulmak derdine düşmediği için; ayın ikiye bölünmesi gibi, yüzlerce mûcize gördüğü hâlde yine de îmâna gelmedi.”

Hazret-i Mevlânâ, Ebû Cehil’in şahit olduğu mûcizelerden birini de şöyle anlatır:

KİM SÖYLESİN?

“Bir gün Ebû Cehil; aklı sıra, Peygamber Efendimiz’i imtihan etmek için, avucunda ufak taş parçalarını gizleyerek sordu:

«–Ey Ahmed, çabuk söyle bu nedir? Eğer, sen, gerçek peygamber isen; eğer, göklerin sırrından haberin varsa, bil bakalım, şu avucumda gizlediğim nedir?»

Hazret-i Peygamber müthiş bir cevap verdi:

«–Ben mi elindekilerin ne olduğunu söyleyeyim? Yoksa onlar mı, benim gerçek peygamber olduğumu söylesin?»

Ebû Cehil;

«–Bu ikincisi imkânsız, olamaz!” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

«–Evet, zâhirde imkânsızdır. Fakat Allâh’ın gücü, kudreti bundan da üstündür.» buyurdu. Bu esnada Ebû Cehil’in avucundaki kırık taş parçalarının her biri, kelime-i şahâdet getirmeye başladı. Her bir taş;

«Lâ ilâhe illâllah, Muhammedün Rasûlullah!» diyordu.

Ebû Cehil, taşlardan bu sözleri duyunca, öfke ile onları yere çarptı.”

Mûcizeler, îmân ehlinin yakînine yakîn katar, îmanları zindeleştirir. Fakat küfrü; inat, haset ve düşmanlık temelli olanlar için, mûcizeler ancak hüsrânı artırır. Efendimiz’in en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri de böyledir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖ۪ينَ وَلَا يَز۪ٖيدُ الظَّالِم۪ٖينَ اِلَّا خَسَارًا

“Biz; Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”(el-İsrâ, 82)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’e Hazret-i Ebûbekir misâli bir gönülle bakan Hak dostlarından Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de şöyle diyor:

Âyîne-i Rahmânî,

Nûr-i pâk-i sübhânî,

Sırr-ı seb‘u’l-mesânî

Sen’sin yâ Rasûlâllah…

“Sen; ilâhî rahmetin aynası, müşriklerin iddialarından münezzeh Rabbimiz’in lutfettiği tertemiz nur ve Kur’ân-ı Hakîm’in sırrısın yâ Rasûlâllah!”

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şeref ve kāmetini ifade sadedinde, Hazret-i Mevlânâ siyer-i nebîden şu manzarayı hatırlatır:

HİRÂ’DAKİ KANAT…

“Cebrâil -aleyhisselâm-; sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek bir müddet kendinden geçip bayıldı. Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâîl ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.

Zira Habîbullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cebrâil’le beraber Sidretü’l-müntehâ’ya varınca Cebrâil durmuş ve;

«Yâ Rasûlâllah! Sen buyur! Ben, Sen’inle müsâvî değilim. Buradan öteye bir kere kanat çırpsam, yanar kül olurum!» demiştir.”

Fahr-i Kâinât Efendimiz, varlığın gözbebeğidir. Âlemin yaratılış sebebidir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“İki dünya bir gönül için yaratılmıştır!

«Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifadesinin mânâsını düşün! (O gönle girmeye çalış!)”

Cenâb-ı Peygamber; bu cihanın yaratılışına vesile olduğu gibi, öbür dünyanın, âhiretin de kurtuluşuna vesiledir. Risâlet hayatının bütün gayesi ve gayreti bu istikamette olmuştur. İnsanlığın Hakk’ın rızâsına erişebilmesi için, zâhirdeki ve kalpteki putlarla mücadele etmiş, Kâbetullâh’ı ve nazargâh-ı ilâhî olan gönülleri tertemiz eylemiştir. Mevlânâ Hazretleri hatırlatıyor:

“Ey bugün müslüman bulunan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sa‘y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

O’nun şefkatli davetiyle hidâyete erişen Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklamıştı. Aşîret reisi ona;

“–Bize Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısınız?” dedi.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-;

“–Allah Rasûlü’nün o ebedî güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez. Tafsilâtıyla anlatmamı istersen bu mümkün değil!” dedi.

Reis;

“–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak tarif et!” deyince Hazret-i Hâlid şu karşılığı verdi:

اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ

“–Gönderilen, gönderenin kadrince olur!.. (Gönderen, Âlemlerin Rabbi, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderilenin şânını var sen hesâb et!)” (Münâvî, V, 92/6478)

Bugün de O Hidâyet Güneşi’ne hakaret edenler; O’ndan uzaklaştıkça kararan, nefis, şeytan ve akıl putlarına tapınan bedbahtlardır. Akıl da, eğer Hazret-i Fahr-i Âlem’in getirdiği ölçüler muhtevası altında disipline edilmezse; insanlığı hayra götürmeyeceği gibi, şerre sevk eder. Hazret-i Mevlânâ îkaz buyurur:

“Akıl; dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakikate, ilâhî esrâra, yani «mârifetullâh»a vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vasıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”

Dolayısıyla; gönüller O’nun getirdiği rahmet yağmurlarıyla arınmalı, tertemiz, selîm bir kalp ile, O’nun hidâyet nûruna pervâne olunmalıdır. Hasetle dolu bir gönül, Allah Rasûlü’ndeki güzelliği temâşâ edemez.

“Şeytan aşağılıktan utandığı, yani Hazret-i Âdem’e secde etmenin ve onu üstün görmenin kendisini küçük düşüreceğini sandığı için, alçaldı; yüzlerce kötülüğe düştü. O, topraktan yaratılan Âdem’in ilâhî halîfe olmasına haset ederek, ona secde etmedi de, böylece kendisini yüceltmek istedi. Fakat yücelik nerede kaldı? Gözlerinden kanlı yaşlar boşaldı.

Ebû Cehil de asil, fakat yetim ve servetsiz bulunan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Allâh’ın elçisi olmasına haset etti de, hasedi yüzünden, kendisini aziz Peygamberimiz’den üstün tutmaya kalkıştı.”

Hazret-i Mevlânâ; Hazret-i Musa’nın dilinden, nübüvveti kabul edemeyen idraklere şöyle seslenir:

“Peygamberliğimiz, bizim için güneş kadar açık ve parlak; düşmanlar içinse muzlim geceler kadar karanlık…

Acaba Firavun’un ordusu; bu âlemin, kuşluk vaktinin güneşi ile doluluğunu nasıl olur da göremiyor? Gözleri açık, kulakları açık ve bu parlak zekâları ile beraber hakikati görüp işitmiyorlar!

Allâh’ın gözleri bağlamaktaki gücüne, kudretine hayranım!

Ben, onların gafletine şaşıyorum; onlar da benim peygamberliğime, Hakk’a davet edişime şaşıyorlar. Onlar, bir baharın yetiştirdiği dikenlerdir; ben ise, o baharın çimeniyim, yaseminiyim!”

Evet, hakîkat-i Muhammediyye cihanı kaplayan bir güneş kadar pırıl pırıl, berrak, şeffaf ve âşikârdır. Fakat körlere, güneşten bir nasîb olmadığı gibi, mânen kör olanlar da O’nu idrâk edemezler.

Yarasaların gündüzleri hep karanlık yerlerde yaşayıp, geceleri ortaya çıkmalarından ilhamla, şair şöyle demiştir:

Erbâb-ı kemâli çekemez nâkıs olanlar,

Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan…

“Ahlâk ve fazîlet açısından kusurlu olanlar, bu hususlarda mükemmel olanlara karşı kıskançlık besler. Nitekim yarasaların gözleri de ışıktan rahatsız olur!”

Bu rahatsızlık; ahlâktan ve fazîletten mahrum sînelerde kin ve nefreti kaynatır ve küpten, içinde ne varsa o sızar. Yani edepsizlik, hürmetsizlik, alay, hakaret, iftira…

Bu hürmetsizlik ve edepsizlikler ise, Arş-ı Âlâ’yı titreten, gazab-ı ilâhîyi galeyâna getiren şenaatlerdir. Çünkü elçiye yapılan, elçiyi gönderene yapılmış demektir.

KİME KARŞI BU EDEPSİZLİK?

“İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir. Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden; Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.

İbtilâ, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar; ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını da yaralar ve incitir.

Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?

Oysa bir Allah adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe; Allah hiçbir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.”

Allâh’ın son elçisi, Hâtemü’l-Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hakaret edenler de; tarihte peygamberleriyle alay eden, onlara hakaret ve iftiralarda bulunan kavimlerin başlarına gelen felâketlere uğramaktan korkmalıdır.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذٖ۪ينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهٖ۪ يَسْتَهْزِؤُنَ

(Ey Habîbim,) Sen’den önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri şey (azap) kuşatıvermişti.”(el-En‘âm, 10)

ذٰلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا اٰيَاتٖ۪ى وَرُسُلٖ۪ى هُزُوًا

“İşte; inkâr ettikleri, âyetlerimi ve rasûllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.”(el-Kehf, 106)

Bu sebeple hidâyetin gerçekleşebilmesi için Hazret-i Mevlânâ önce edebe davet eder:

EDEP, ŞEYTANIN KATİLİ…

“Efendi; bilmiş ol ki edep, insanın bedenindeki ruh gibidir. Aslında edep, Allah dostlarının gözü ve gönül nûrudur. Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, gözünü aç da gör ki, şeytanın katili edeptir.

Gözünü aç da, baştanbaşa Allah kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e bak! Kur’ân’ın bütün âyetleri edep talim eder, edep öğretir.

Sen; varını, yoğunu, malını, mülkünü ver de bir gönül al. Al da, o gönül, mezarda, o kapkara gecede, sana ışık versin, nur versin…

Hak dostu olan bir insan ile bir an beraber bulunmak, bir ömre bedeldir. Ondan düşen bir kıl ise kıymetli bir madene bedeldir.

Fakat Hak dostlarının zıddı olan öyle katı kalpli insanlar da vardır ki, onlarla bir arada bulunmak ve konuşmak şöyle dursun, onları görmemek ve onlardan uzak olmak cihan mülküne bedeldir.

Gönlüme dedim ki: «Önde olmaya heves etme, lütuf merhemi ol. İnciten diken olma. Kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan, kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma. Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.»”

Peygamberlere ve Hak dostlarına karşı edep ve hürmetin kazandıracağı hidâyete Hazret-i Mevlânâ şu misâli verir:

“(Firavun’un Hazret-i Musa ile müsabaka yapmaları için topladığı) sihirbazlar; ülü’l-azm bir peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsabakanın başında öncelik tanıyarak nezâket, iltifat ve hürmet gösterdiler. Sırf bu hürmetleri vesilesiyle tevhid akîdesine geldiler, hidâyetleri nasîb oldu.

Fakat o büyük peygamberle müsabakaya çıkmaları sebebiyle de dünyevî bir cezaya uğradılar. (Firavun’un işkenceleriyle şehid oldular)”

Bu sebeple; Hakk’ı arayanlara, nefsin ve şeytanın elinden kurtuluş arayanlara, gafletin sağırlaştırdığı kulaklarını açmak isteyenlere, bütün insanlığa tek çare Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dedir:

“Peygamberlerin gönüllerinde öyle diriltici nağmeler vardır ki; o nağmeler, Hakk’ı arayanlara kıymet biçilmez bir hayat bağışlar.”

“Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, kendi safında kal; ileri gitme! Yürüdüğün hakikat yolunda da büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsâniyet kuyusundan çıkıp Hazret-i Yûsuf gibi bir mânâ padişahı olasın.”

“Gönül kulağına gaflet pamuğu tıkama! Hak dostlarının sözlerine kulak ver de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun Kıtmîr’i ol!”

O’nun yoluna Kıtmîr olan, insanlık şerefine ulaşır. Nebîler ve Velîler silsilesini kastettiği Sonsuzluk Kervanı’nın ardında bir Kıtmîr, üç ayakla seken topal bir köpek olduğunu söyleyen Necip Fazıl’ın dediği gibi, ebedî hasat için O Gül’ün esiri olmak hakikî hürriyettir:

Sonsuzluk Kervanı, istemem âzat!

Köleniz olmakmış gerçek hürriyet

Ölmezi bulmaksa biricik niyet;

Bastığınız yerde ebedî hasat.

Sonsuzluk Kervanı, istemem âzat.

Ümmeti olarak biz O’nda fânî olmalıyız. O’nun yolunda türâb olmalıyız. Çünkü bu aynı zamanda bir vefâ borcudur.

Zira O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de her şeyiyle kendini ümmetine vakfetmiştir. Hazret-i Mevlânâ anlatır:

“Ey insanlar! Siz hepiniz, birbirinizin sürüsü ve çobanısınız. Peygamber ise hepinizin çobanıdır. Halk, sürü gibidir; Peygamber ise, onun güdeni. Çoban, sürüsü ile uğraşmaktan korkmaz. Fakat onları sıcaktan ve soğuktan korur. Çoban, eğer sürüye kahırla bağırsa bile, bil ki; bu bağırış, bütün sürüyü sevdiğindendir.”

“Allah Teâlâ, nebîleri ve velîleri âlemlere rahmet olarak dünyaya göndermiştir. Bu yüzden halka bıkmadan, usanmadan nasihatte bulunurlar. Bu nasihatleri dinlemeyip kabul etmeyenler için de; «Yâ Rabbi! Sen bunlara acı, rahmet kapısını bunlara kapatma!» diye yalvarırlar.

Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!

Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhirzamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın!

Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın.

Peygamberler ve onların vârisleri, yani insân-ı kâmil olanlar; beşeriyet nikâbı ile örtülmüş birer güneştir. Onların himayesine sığın ki, seninle bin bir pazarlık yaparak sana düşmanlık eden nefsinin elinden kurtulasın!”

Kur’ân-ı Kerim, peygamberlere îman yolunda akıl engeline takılanların; çoğu kez, Allah elçilerinin bedenen bir beşer, bir insandan farksız oldukları hakikatini aşamadıklarını bize bildirir. Hazret-i Mevlânâ, bu takıntının iblis tohumu olduğunu belirterek îkāz eder:

“İblîs’in, Âdem’in cesedine takıldığı gibi sen de velîlerin cesetlerine takılma! Onlardaki halîfetullah (Allâh’ın halîfesi olma) sırrını gör. Allâh’ın; peygamberleri, sıddîkları, şehidleri ve sâlihleri birbirine dost yapıp;

«Onlar ne güzel dostlardır!» buyurduğunu işitmedin mi?

Bilmez misin ki dosttan ayrılan rüzgâr, bir daha kımıldayamaz. Ocağından ayrılan ateş söner ve kül hâline gelir. Bağlar ve bahçeler, suya bîgâne kaldığı an kuruyup çoraklaşır.

Bilmez misin ki, gönülden gönüle pencereler vardır. Birbirine bağlı gönüller, birbirlerinden ayrı değildirler. Bedenler uzak düşse bile onlar yine de beraberdirler. Tıpkı iki kandil gibi. Kapları ayrıdır, ama nurları birbirine karışıp birleşmiştir. Dolayısıyla hasret ateşi, bedenleri eritiyor görünse de onun nûru, gönlü sevgilinin nûruyla kucaklaştırmaktadır.”

Kâinâta bak; gece ile gündüz de birbirini kucaklarlar, sevgi ile birbirlerinin arkasından birbirlerine koşarlar. Onlar görünüşte ayrıdırlar, ama hakikatte birdirler. Faydalı olmak ve hizmet etmek için el ele vermişlerdir.”

Cenâb-ı Hak, dostlarıyla dostluğu bizlere de nasîb eylesin. Onları incitmek bedbahtlığından bizleri ve zürriyetlerimizi muhafaza eylesin.

Dünya, imtihan sırrı gereği inkârcılara mühlet yeridir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَاَمْلَيْتُ لِلَّذٖ۪ينَ كَفَرُوا ثُمَّ اَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ

“Andolsun, Sen’den önceki peygamberlerle de alay edildi de Ben, inkâr edenlere mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. (Görseydin ki) azabım nasılmış!”(er-Ra‘d, 32)

Fahr-i Kâinât Efendimiz hiçbir maddî güce istinâd etmeden, İslâm’ı tebliğ ettiği Mekke devrinde; bir avuç müslüman sahâbî ile birlikte, müşriklerin nice alay, hakaret, muhasara, işkence ve zulümlerine göğüs gerdi. Fakat ilâhî teyid ve gönülleri ferahlatmak için Cenâb-ı Hak, istikbâlin İslâm’a ait olduğunu nice müjdelerle beyan buyuruyordu. Hazret-i Mevlânâ; tarihe geniş ufuklu bir bakışla, o günlerden İslâm’ın ihtişamlı zamanlarına pencere açar ve edebî lisan ile şöyle ifade eder:

“Allâh’ın lutfu, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle va‘detmişti:

«Ey Habîbim» Sen ölsen de Kur’ân ve İslâm dîni ölmez! Sen’in kitabını, Sen’in mûcizeni Ben yüceltirim! Kur’ân’a bir şey katılmaya, Kur’ân’dan bir şey eksiltmeye Ben engel olurum! Ben, Sen’i iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder, onları hor ve hakir bir hâle koyarım! Kimsenin Kur’ân’a bir harf ilâve etmeye ve bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir! Sen, Ben’den daha iyi bir koruyucu arama!

Sen’in şeref ve şânını günden güne artırırım. Sen’in adını altın ve gümüş üstüne bastırırım! Sen’in için mescidler, minberler ve mihraplar yaptırırım! Sevgi sebebiyle Sana öyle lütuflarda bulunurum ki, Sen’in kahrın Ben’im kahrım olur. Yani Sen’in sevdiğin Ben’im sevdiğim olur; Sen’in sevmediğin de Ben’im sevmediğim sayılır!

Şimdi Sen’in adını korkudan gizli anıyorlar, namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar. Lânetlenmiş müşriklerin korkusundan, dînin yeraltında gizleniyor.

(Hâlbuki yakın zamanda) Ben ufukları minarelerle dolduracağım, onun üstünden Sen’in şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana âsî olanların iki gözünü kör edeceğim! Kulların şehirler alacaklar, mevkiler bulacaklar; Sen’in dînin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır!

Ey Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-! Sen dîninin, hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma. Biz, onu kıyâmete kadar bâkî kılacağız!

Ey Bizim büyük peygamberimiz! Sen sihirbaz değil, sâdık bir peygambersin, Allâh’ın elçisisin, Musa ile aynı vazifeyi paylaşmışsın! Kur’ân Sen’in için peygamberin asâsı gibidir; kâfirlikleri, küfür inançlarını ejderhâ gibi yutar! Sen toprak altında yatmış uyumuşsan, söylediklerini, yani hadîsi ve Kur’ân’ı, Musa’nın asâsı gibi bil!

Sen’in dînine kastedenler, Sen’in Kur’ân ve hadislerine el uzatamayacaklardır. Ey peygamberlerin şâhı; için rahat olarak mübârek bir uyku ile uyu!

Sen mezarında uyur gibisin, fakat nûrun göklere vurmuş, Sen’inle savaşa girişecekler için savaşa hazırlanmış!

Felsefecinin (inkârcıların, sözde film çeken, karikatür çizenlerin) din aleyhinde söylediği sözlere; Sen’in yay gibi olan nûrun oklar yağdırır, onu susturur!”

Bu teyîd-i ilâhî -eğer lâyık olabilirsek- biz ümmet-i Muhammed için, devrimiz için de geçerlidir. Yeter ki, biz de o devrin hâlis mü’minleri gibi sabırlı, hakikatli, ihlâslı bir şekilde Allah Rasûlü’nün Cibrilleri hayran eden hidâyet, şefkat ve takvâ kanatları altına girelim…

Rabbimiz, bizleri hakîkat-i Muhammediyye’yi idrak yolunda nasiplendirsin. Bizlere, O Şâh-ı Risâlete pervâne olan ashâb-ı kirâmın aşkından, fedâkârlığından, şuur ve gayretinden hisseler nasîb eylesin.

Efendimiz’e mülevves dillerini uzatma küstahlığı gösteren devrin Ebû Cehillerine fırsat vermesin. Onları kendi dertleriyle meşgul ve perişan hâle getirsin.

Âmîn!..