Dua

2002 – Nisan, Sayı: 194, Sayfa: 032

İnsanlığa rahmet olarak gönderilen bütün Peygamberler ve Hak dostları; darlıkta ve bollukta, ızdırapta ve sürurda, gönüllerini dâimâ Hak Teâlâ’ya döndür­müşler ve bir niyaz iklîminde yaşamışlardır. Onlar, her hâlükârda Rabb’e yakarış hâlinde olmanın lüzûmunu, hâl ve davranışlarıyla tâlim eden ebediyyet rehberleri­dir.

Allâh’a sığınmak, bir yaratılış kânunu ve kulluk muktezâsıdır. Yerde ve göklerde ne varsa, ilâhî takdîre râm olmuş bir hâlde, O sonsuz kudret sâhibini lisân-ı hâl ile zikretmekte ve O’na yalvarışta bulunmaktadır. Gerçek bir dînî terbiye de, duâ hâlini mü’minin rûhunda sürekli kılmayı hedefler. Zîrâ duâ, kalbde Allâh’a açılan en yüce kapının anahtarıdır.

Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar olarak mü’minin rûhuna nakşo­lur, şah­siyete karışıp onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki yüksek rûhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Zîrâ onların kalpleri, duâya sarılma­nın ehemmiye­tine dâir şu âyet-i kerîmedeki ilâhî îkâz ile ürperiş hâ­linde­dir:

Cenâb-ı Hak buyurur:

(Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!? (Ne kıymetiniz var!?)” (el-Furkan, 77)

İşte bir mü’minin rûhunda, Rabbe duâ ile yakarış duygularının dâimî hâle gelmesi, Allâh ile kul arasında mânevî bir bağ tesis eder. Vecd hâlindeki duâlar ise, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır.

Duâda dilenilen, ilâhî rahmet ve merhamettir. Bu itibarla duâda yürekler­den ilâhî dergâha yükselecek ilk ifâde; âsîlik, günâhkârlık, zayıflık ve acziyetin îtirâfı olmalıdır. Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk’a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O’nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemiz­dir. Gerçekten, duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiy­yeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Nitekim Âdem ve Yûnus -aleyhimesselâm- âyet-i kerîmelerde bildirildiği üzere, duâlarında Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etmişlerdir:

(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (el-Araf, 23)

“Zünnûn’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir hâlde geçip gitmiş, bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum!’ diye niyâz etti.” (el-Enbiyâ, 87)

Cihangir Sultan I. Murad Hân’ın Kosova önlerindeki şu duâsı, acziyeti­ni îtiraf ile yapılan duânın berekâtına ne muhteşem bir örnektir:

“Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niye­timi ve sırlarımı en iyi Sen bilirsin ki, mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim…

Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme!.. Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram etsin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurbân olsun!..”

Nitekim bu samîmî duânın ardından o âna kadar ortalığı birbirine katmakta olan fırtına dinmiş, iki üç kat daha kalabalık bir orduya karşı, sekiz saat süren kanlı bir savaşın ardından nihâyet zafer müyesser olmuştur.

Sultan Murad Han, harp sonrası gâzileri ziyâret edip ihtiyaçlarıyla ilgile­nirken, yaralı bir sırp askeri tarafından sinsice hançerlenerek şehâdet şerbetini içmiş, böylece duâsı kâmilen kabûl olmuştur.

* * * * *

Yüksek rûhların lisânı ve sözlerin en güzeli olan samîmî duâlar, nûrdan ve sevdâ­dan doğar. Ümitsize hayat verir, kırık kalbleri tesellî eder. İhlâs, samîmiyet ve gözyaşlarıyla yapılan duâlar, ilâhî rahmetin zuhûruna bir dâvettir. Duâda kalbe huzur bahşeden, Rabb’e teslîmiyet sırrı gizlidir.

Bizlere duâyı yaşayışıyla en güzel tâlim eden, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’dir. O, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten yaptığı duâlarda sık sık:

“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından afvına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” (Müslim, Salât, 222) diyerek, acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ederdi. Ayrıca duânın ehemmiyeti­ni şöyle ifâde buyururlardı:

“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allâh katında O’na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allâh, kendisinden bir şey istemeyeni (duâ etmeyi kendisine yediremeyeni) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ü Kerîm’dir; bir kul elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cemu’l-Fevâid, 9219-20-21-22-25)

İnsanoğluna zulmeden, zayıfı hor görüp ezen ve gâfilâne bir hayat süren­lerden ziyâde; ümitsizlik içinde inleyen bir yetimin yüzünü güldürebilen ve dertli insanlara hu­zur bahşedenlerin ettiği duâların makbûl ol­duğu bir ger­çektir. Hakî­ka­ten, kendisini günahsız gören mütekebbirlerin duâları değil, gü­nah­larının afvı için göz­lerinden gönüllerine durmadan yaş akıtan Hak âşıklarının duâları, kabûle şâ­yândır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da duânın kabûlünü temin sadedinde şöyle buyu­rur:

“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”

Dolayısıyla duânın kabûlü için talebin sırf lafzen ifâde edilmesi kâfî gel­mez. Duâları, “havf ve recâ” yâni korku ile ümid arasında yapmaya gayret etmeli­dir. Kalb, duânın yüklendiği mânâya âid arzularla titremelidir. Aynı zamanda duâ bir günâhın afvedilmesi istikâmetinde ise, o günahın bir daha işlenmemesi husû­sunda kat’î bir azim ve kararlılıkla talep edilmelidir.

Rivâyet edilir ki Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, düşkünlük içinde duâ eden bir adama rastladı ve onun zâhirî hâline bakarak duâsının kabûl olmasını gönülden arzu etti. O sırada Allâh Teâlâ’dan Mûsâ -aleyhisselâm-‘a şöyle bir vahiy geldi:

“Ben o kuluma senden daha çok merhametliyim. O, diliyle bana duâ ediyor; fakat kalbi, sâhip olduğu koyun sürüsündedir.”

Mûsâ -aleyhisselâm- bu durumu bildirince, adam derhal kendini toparladı ve hâlis bir gönülle Allâh Teâlâ’ya yöneldi.

Diğer taraftan bir din kardeşinin gıyâbında yapılan duâ da sür’atle müste­câb olur. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında duâsından daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.

İnsanlar duâsı kabûl olacağı zannını taşıdıkları kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Halbuki duânın kabûlünü temin eden asıl sebep, ihlâs ve samîmiyettir. Bu de­mektir ki, bir günahkârın dahî, mü’min kardeşi için samîmî olarak yürekten yapa­cağı bir duâ, Allâh katındaki mevkii kendisinden üstün zannedilen bir başka­sının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın, bir şefkat ve merhamet okyanusu olan sînesinden yükselen şu feryad pek mânidardır:

“Ey Rabbim! Eğer Sen’in merhametini yalnız sâlihlerin ümîd etmesi gere­kiyorsa, mücrimler kime gidip sığınsınlar?..”

“Ey yüce Allâh’ım! Eğer sen, yalnız has kullarını kabûl ediyorsan, müc­rimler kime gidip yakarsınlar?..”

* * * * *

Gerçekten bir kul, günahkâr bile olsa, bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın onu terk etmiş olduğu mânâsına gelmez. Bu sebeple bir şahsın, kimin duâsı hürmetine mu­râdına nâil olacağını, yalnız Allâhu Teâlâ bilir. Bu sebeple, kim olursa olsun, Allâh’ın kulların­dan birinin kalbî duâlarını alabilmekteki değeri idrâk etmelidir.

Birgün Mâruf-i Kerhî Hazretleri, çarşıda bir sakaya rastlar. Sa­ka:

“-Allâh rızâsı için benim suyumdan içiniz.” diye seslenir.

Mâruf-i Kerhî Hazretleri, “Allâh rızâsı için” diyen sakanın bu duasını almak niyetiyle nâfile oruçlu olduğu hâlde o sudan alır ve içer.

Mâruf-i Kerhî vefât ettikten sonra evliyâdan bir zât, onu rüyâsında güzel bir mevkîde görür:

“-Cenâb-ı Hak hangi amelin sebebiyle sana bu ikramda bulundu?” diye so­rar. O da:

“-Sakanın Allâh rızâsını taleb ederek ettiği duâ ile.” der.

Mazlum ve gönlü kırık mü’min­lerin duâsını almak kadar, onların bed-duâ­larından sakınmak da aynı derecede mühim bir mes’eledir.

Nitekim Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladı­ğında, Hazret-i Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled‘den teberrüken kaleyi gör­mesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Haz­retleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der:

“Kaleniz, sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların bed-duâ oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların bed-duâ okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harâbeye çevirir.

En iyisi sen, adalet ve iyilikten kale burçları yap ve sâlihlerden, hayırlı duâ askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için surlardan daha emindir. Zira halkın ve dünyanın güven ve huzuru o duâ askerleriyle sağlanır.”

Hakîkaten, mü’minlerin her türlü nâiliyyet, muvaffakıyyet ve zaferleri, gösterilen gayret ve çabaların yanısıra, ihlâslı duâların da bir berekâtıdır.

Yaşayıp hissedebildiği­miz nispette bizler için ebedî saâdet rehberi olan Kur’­ân-ı Kerîm, duânın en büyük tâlimlerini ihtivâ eder. Yüce Rabbimiz duâ husûsundaki âyetlerden birkaçında şöyle buyurur:

“De ki: Ne dersiniz; size Allâh’ın azâbı gelse veya o kıyâmet gelip çatı­verse, Allâh’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin ba­kalım)! Bilakis yalnız Allâh’a yalvarırsınız. O da (kaldırılması için) kendisi­ne yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unu­tursunuz.” (el-En’am, 40-41)

“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez.” (el-A’raf, 55)

Âhiretimizi kurtarabilmenin yegâne sermâyesi olan şu fânî dünyâ hayâtın­da hatırdan çıkarmamamız gereken en mühim duâlardan biri de hüsn-i hâtime ile ölebilmeyi dilemektir. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na lâyık bir takvâ ile korkun ve ancak müslüman olarak can verin!..” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.

Her mü’minin, bir ömür boyunca gösterdiği gayretler, son nefesi güzelce verebilme saâdetine kavuşmak içindir. Zîrâ, peygamberlerin dışında kimse temi­nat altında değildir. Evliyâullâh bile dâimâ son nefes endişesi taşımışlardır. Nite­kim İmâm Süfyân-ı Sevrî, hocasının sû-i hâtime ile gidişini müşâhede etmiş ve hüznün­den genç yaşta beli bükülmüştür.

Her ne kadar kimin ne hâl üzere öleceği meçhûl ise de, umûmiyetle her insanın yaşadığı hâl üzere öldüğü bir gerçektir. Bu sebeple son nefesimizi îmân ile verebilmek için sırât-ı müstakîm üzere bulunup dâimâ Cenâb-ı Hakk’a duâ ve istiğfâr hâlinde yaşamamız îcâb eder. Âyet-i kerîmede bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm- şöyle duâ ederdi:

(Allâh’ım!) Canımı müslüman olarak al ve beni sâlih kullarının arası­na ilhâk eyle!..” (Yûsuf, 101)

Allâh Teâlâ’nın akl-ı selîm sâhipleri diye övdüğü sâlih kullarının duâsı ise yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmektedir:

“Ey Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla! Rûhumuzu sâlih­lerle birlikte al!” (Âl-i İmrân, 193)

Mûsâ -aleyhisselâm-‘ın mûcizesi karşısında henüz yeni îmâna ermiş sihir­bazların Firavunun işkence ile ölüm tehditlerine aldırış etmeyip, Cenâb-ı Hakk’a o canhıraş niyazlarında, zulümden kurtulmayı değil de, bir îmân zaafına uğramadan müslüman olarak canlarını teslîm edebilmeyi dilemeleri, bizler için ne büyük bir îkaz ve ibrettir.

Nitekim bu yüksek îmân celâdeti, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân buyurul­maktadır:

“Dediler ki: “Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.” (Tâhâ, 72)

“Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyet­leri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al dediler.” (el-Araf, 125-126)

Duâlarda ilâhî lutfa kavuşacak olan, sâdece gür sesle ve bir gösteri edâ­sıyla söylenen, riyâkârâne, yapmacık ve kalbin iştirâk etmediği parlak cümleler, ciğerleri yırtarcasına bağır­malar ve nümâyişli sözler değildir. Şâyet böyle olsaydı, bü­tün bunların zıddına, iniltiden öteye sesi çıkmayan, ciğerinden kan çekerek kan­lı gözyaşlarıyla yakaran muzdarip bir hastanın veya kendi nefesine sözü geçmeye­cek derecede zayıf gariplerin duâlarının kabul görmemesi gerekirdi. Böyle bir dü­şünceye sâhib olmaksa, gönül ve hâl lisânını bilmemek ve âdetâ yok farzetmek­tir.

Duâda bu gibi taşkınlıklarda bulunmak, aslında duânın özünü, rûhâniyetini ve kudsiyyetini zaafa uğratır. Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, böyle duâ edenler hakkında:

“Bir zümre gelip, duâlarda haddi aşacaklardır.” buyurarak bu hâle düş­mekten îkâz etmişlerdir.

Yine bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:

“Siz bir sağıra duâ etmiyorsunuz. İşitici ve size pek yakın bir Allâh’a niyâz ediyorsunuz.” (Buhârî, Cihad, 131)

Cenâb-ı Hak samîmî duâları reddetmez. Lâkin bütün samîmiyetine rağ­men, ka­der-i mutlaka muvâfık düşmeyen bâzı taleplere de icâbet buyurmaz. Bun­dan dolayı duâ eden, hiçbir zaman bezginlik göstermeyip duâya devâm etmelidir. Zîrâ böyle hâl­lerde duânın karşılığı âhiret âlemine havâle edilmiş demektir.

Duânın vecdine dalan bir kalb, en yüce kapıya ilticâ etmiş bulunduğunun idrâkinde olmalıdır. Duâ kapısın­da bir teveccüh ümîdiyle bekleyen gönüller, o rahmet eşiğinde bir ömür bile bek­lemekten usanmazlar. Zîrâ onların âleminde duâ ve gözyaşı ilâhî rahmetten neş’et ettiği için, mahzun gönüllere tesellî ve huzur bahşeden bir seâdet iksîri ve Hakk’ın sevdâsıyla yanık yüreklerin içtikçe ferah­ladığı tatlı bir kevser gibidir.

Unutmamalıyız ki, insan olmanın gerçek şeref ve haysiyetine günahları­mızdan afvolunarak ulaşabiliriz. Ölümle birlikte ebedî afvın sırrına ermek ve Hakk’ın son­suz lutuflarını tatmak isteyenler, öncelikle gönül bahçelerindeki gül­lerden vecd hâlindeki duâ ve niyazlar ile afv râyihası çıkarma gayreti içinde olmalıdırlar. Biz de niyaz ederiz ki sonsuz kudret ve merhamet sâhibi Rabbimiz bize acısın ve üzerimize afv lutuflarını yağdırsın.

Yâ Rabbî! Aşk, vecd ve samîmî gözyaşlarıyla ilâhî rahmet ve mağfire­tinden nasîb alabilmemizi lutfeyle! İlâhî rızâna nâiliyyet ümidiyle, yarattık­larına merhameti, gönüllerimizin tükenmez hazînesi eyle! İhlâslı kullarının feyizli duâları hürmetine, mübârek vatanımıza saâdet ve dirlik, milleti­mize hak ve hayırda birlik ihsân eyle! 

Âmîn!..