Dostluktaki Vefâ

Gönül İkliminde Damladan Deryaya -7-

Yıl: 2007 Ay: Ağustos Sayı: 30

Müge’nin içinde bugün bir sıkıntı vardı.

Sebebini anlayamadığı bir şekilde bunalıyor, ne yapsa, neyle uğraşsa bir türlü içindeki sıkıntıyı atamıyordu. Arkadaşlarıyla gülüşüp eğlenmeye çalışıyor, ancak bir türlü hiçbir şeyden keyif alamıyordu.

Bir süre arkadaşlarıyla her zaman gittikleri kafede vakit geçirdi. Sonra onlardan ayrılıp bir parka gitti. Bir müddet oturdu. Dalmıştı. Bakıp daldığı yerden geçen bir kız, dalgınlığını bozdu. Tesettürlü bir kızdı bu. Vakarlı bir şekilde yürüyordu. Kendi şımarık arkadaşlarının basitlikleri yanında, bu kızın hâli her bakımdan asalet doluydu. Eskisi gibi bu düşünceden sıyrılmak istedi. Bu defa başaramadı. Tesettürün, apayrı bir değer ve şahsiyet ifade eden yönü, ilk defa bu kadar gözüne çarpıyordu. Aklına Şebnem geldi. Bugüne kadar aralarında geçen hadiseleri düşündü. Hafif bir sesle mırıldandı:

“–Acaba ben ona haksızlık mı ediyorum?..”

Kazadan sonra, şimdiye kadar Şebnem’le kaç defa tartıştıysalar, kızcağız hep olgun ve olumlu davranmış, kendisinin aksiliklerine rağmen onu incitecek bir söz bile söylememeye gayret göstermişti. Buna karşılık bu tartışmalarda Müge kendi söylediği sözleri düşündü. Şebnem’i hem alaya almış, hem de yetimlik, kimsesizlik ve yoksulluğunu küçük görmüş; hakaret dolu onca söz ve davranışlarla rencide etmişti.

Onu, aklını kaybetmekle suçlayan Müge, şimdi onun akıllı ve vakarlı tavrı üzerinde düşünüyordu. Evet, bu kız, aslında önceki hâliyle kıyas edilemeyecek derecede daha şahsiyetli bir kız olmuştu. Fakat kendisi, Şebnem’e karşı, arkadaşlık hatırını da bir tarafa bırakarak delice tavırlar sergilemişti.

Bir an için, “Acaba benim aklım başımda değil mi?” diye düşündü.

Sonra da bu düşünceden rahatsız oldu. Oturduğu yerden kalktı ve eve doğru yöneldi. Hem yürüyor, hem düşünüyordu. Belki de ömrü boyunca düşünmeye mecbur olduğu en uzun zaman bugündü.

Fakat çözemediği şeyler vardı aklında…

Şebnem, aklı başında ise eğer, neden kendisini neşesiz bir hayata hapsetmişti? Müge buna hâlâ bir anlam veremiyordu. Acaba Şebnem, bahsettiği gibi gerçekten de huzurlu muydu? Yoksa içinde bulunduğu yokluk sebebiyle kendini mi avutuyordu? Yokluk ve ihtiyaçları, onu ezmiş de böyle bir tesellîye mi mecbur etmişti? Herhâlde böyle olmuştu.

“–Ne yapsın zavallı kız!” diye mırıldandı; “Onu yapamaz, bunu alamaz, şuraya parası yetmez. Eee, mecbur bu defa içinde bulunduğu duruma göre, kendine bir başka şablon oluşturdu. Fakat benim böyle bir şablona ihtiyacım yok.”

Böylece Müge, Şebnem’in şu anki yaşayış tarzını kendince netliğe kavuşturmuş oldu:

Yokluk dolayısıyla mecbûren çıkar yol olarak başvurulan bir avuntu/tesellî şablonu…

Bu şablon, Müge’nin düşüncesine göre, kendisine çok uzak, kabul edilemez, gereksiz bir şablondu. Çünkü Müge, zengin bir âilenin kızıydı. İstediği gibi eğleniyor, gezip tozuyordu. Heva-heveslerini ölçüsüz ve çılgınca tatmin ediyordu.

Fakat yine de çaresiz kaldığı bir şey vardı: Huzur.

Evet huzurlu değildi. Zaten çözemediği gerçek de buydu. Oysa Şebnem’in gözlerinde huzurun mutluluğunu o kadar net görüyordu ki!.. Onun hayatına tesellî şablonu diyordu, ama boş bir tesellî, insanı bu kadar huzurlu yapabilir miydi? İşte aklının tıkandığı nokta burasıydı…

Bu yoğun düşünceler içinde Müge, oturdukları apartmanın önüne geldiğini fark etti. Oturdukları dairenin kapısına gelince, bu defa aklına İffet Anne geldi. Geçen günkü karşılaşma ve intibaları unutamamıştı. Kapıda kendisine gülümseyerek bakan o tatlı yüz hâlâ zihnindeydi. Aklını tıkayan suali ona sorabileceğini düşündü. Kısa bir tereddüt geçirdi, sonra yine içindeki şımarık Müge devreye girdi ve omuz silkip çantasından anahtarını çıkardı.

İçeri girdiğinde hiç beklemediği bir tablo ile karşılaştı. Ağlama sesleri doluydu ev. Birisi mi ölmüştü? Hemen salona koştu. Annesi ağlıyor, babası ise dudaklarını kemiriyordu. Merak ve telaşla sordu:

“–Ne oldu anne? Neden ağlıyorsunuz? Bir yakınımız mı öldü?”

Annesi ağlamaktan kızarmış gözleriyle kızına baktı. Gözyaşlarını tutmaya çalışarak yorgun bir inilti ile:

“–Sorma kızım, hiç sorma. Öyle bir felâket geldi ki, ölümden beter…” dedi ve tekrar hıçkırıklara boğuldu.

Müge bu sefer meraklı ve tedirgin bakışlarını babasına çevirdi. Babası dirseklerini masaya dayamış; bir eliyle alnını ve şakaklarını ovuşturuyor, diğer eliyle de titreye titreye sigara içiyordu. Onun da gözleri hem ağlamaktan, hem de aralıksız yaktığı sigara dumanlarından dolayı kızarmıştı. Müge, ilk defa babasını bu kadar bîçare görüyordu. Oysa bugüne kadar gözünden tek damla yaş düştüğüne şâhit olmamıştı. Hattâ yaklaşık bir sene önce babaanneleri öldüğünde bile ağlamamıştı babası… Peki, şimdi onları böyle ağlatan şey ne olabilirdi?

Babası, kendisinden bir cevap bekleyen Müge’nin yüzüne hiç bakmadan titrek bir sesle cevap verdi:

“–Bitti kızım… Her şey bitti. İflâs ettim. Dünyamız karardı anlayacağın… Elde, avuçta hiçbir şey kalmadı. Ne bankada beş kuruşumuz var, ne de bir sürü dairelerimiz. Artık bu ev bile bizim değil! Az evvel haciz geldi, eşyalarımıza da el kondu… Şimdiye kadar bugün-yarın durumu düzeltirim diye sizden hâlimi gizlemiştim. Ancak gün geçtikçe daha da battık ve mahvolduk…”

Müge duyduklarına inanamaz bir hâl içinde âdeta dondu kaldı; beyninden vurulmuşa dönmüştü. Her tarafı uyuştu. İnanmak istemedi. Şok hâlinde feryat etti:

“–Acaba rüya mı görüyorum? Yoksa soğuk bir şaka mı yapıyorsunuz?!”

Kimse cevap vermedi. Çünkü ortada yaşanılan acı bir gerçek vardı. Artık beş parasız kalmışlardı.

Bu hâliyle Müge arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı? Acaba arkadaşlarının ona karşı tavrı ne olacaktı? Eski yerini koruyacak mıydı, yoksa kenara mı itilecekti? Âniden gözleri karardı, derin bir «aah» çekti ve olduğu yere yığıldı. Ev halkı bir an için derdini unutup onun başına toplandı.

Müge gözlerini açtığında kendisini salondaki çekyatta buldu. Annesi, salonun öbür köşesindeki koltuğa yığılmış yine ağlıyordu, komşu kadınlar da ona teselli vermeye çalışıyorlardı. Onun kendine geldiğini gördüklerinde kadınlardan birisi:

“–Hah, işte uyandı. Dedim ben size, önemli bir şeyi yok. Bir anlık şok geçirdi o kadar…”

Başı çatlarcasına ağrıyordu. Kendi kendine mırıldanıyordu:

“–Eyvah, bütün hayallerim, o renkli rüyalarım mahvoldu.”

Olduğu yerden doğrulmaya çalıştı. Şefkat dolu sıcak bir el kalkmasına yardım etti. Başını çevirdi. Bu, Şebnem’di. İçindeki vaziyetin de tesiriyle yine hırçınlaştı:

“–Ne var Şebnem, hayrola ne işin var burada? Sefaletimizi görmeye mi geldin? Herhalde, oh çekmek için bundan âlâ fırsat olmaz, değil mi?”

Şebnem, bu sözlere aldırmadı. Müge’nin içinde bulunduğu ruhî durumu çok iyi biliyordu. Üzgün ve dost bir sesle konuştu:

“–Olur mu Müge? Oh çekmek de ne demek? Ben, seni arkadaşım bildim ve böyle bir durumda yanında olmak istedim. Bugün de İffet Anne’nin yanına uğramıştım. İçeride oturmuş konuşuyorken birden annenin «Müge kızıııım!» diye çığlık attığını duyduk. Onun için koşup geldim. Baygın olduğunu görünce de yanında kalayım dedim. Çok şükür ki, toparladın.”

Müge, alıngan ve hırçın tavrında ısrarlıydı:

“–Toparladım mı? Dalga mı geçiyorsun? Başımıza gelenlerden haberin yok galiba? Nasıl iyi olabilirim ki? Dünya başımıza yıkıldı. Bir de sen…”

Şebnem, Müge’nin devam etmesine fırsat vermedi:

“–Biliyorum Müge; buraya gelince öğrendim. Ne olur, kendini bu kadar yıpratma! Aslâ kolay değil, ancak takdire râzı olmak gerek. Unutma ki, ilâhî kader, bin bir sürprizlerle doludur. Her felâket içinde bir selâmet kapısı da mutlaka vardır. Baksana dünya yaratıldığından beri kapkara geceler, nice parıl parıl sabahlar getirmektedir… Senin için Allâh’a duâ edeceğim. Çünkü çaresizlerin çaresi Allah’tır.”

Müge biraz yumuşar gibi oldu:

“–Bilmiyorum Şebnem, söylediklerini pek fazla anlıyor sayılmam. Belki doğru şeyler söylüyorsun. Ama çok zor bir durum şu bizimkisi, kabullenemem ben bunu…”

“–Öyle deme Müge!.. Hayat, bizim için iniş ve çıkışlarla dolu bir yolculuk. Sevinçler de, elemler de geçici yol arkadaşlarımız. Yine hayat, kundakla tabut arasında bazen geniş, bazen de dar bir koridor. Bin bir imtihanla dolu… Daha ötesi, sonsuzluk âlemi… İlâhî hesap günü… Saadet veya felâket yurdu…

Şimdi sadece duâ etmeliyiz; Allah sana ve âilene sabır nasip etsin. Bu imtihandan da yüz akıyla geçebilmeyi nasip etsin…”

Müge, boyun büktü… Gözlerinde damlalar birikmeye başlamıştı. Çocukluğundan bu yana ilk defa acziyet içinde ağlıyordu…

Aslında o, Şebnem’in söylediği türden sözlere hiç tahammül gösteremeyen bir kızdı. Şimdi ilk defa söylenenlerde bir haklılık payı olabileceğini düşünüyordu. Şebnem’in samimiyetini de çok iyi fark ediyordu aslında. Zaten bu sebeple ona eskisi kadar itiraz etmek içinden gelmiyordu. Hem bugün sadece tek sâdık arkadaşı Şebnem’di. Diğerlerinden kimse yoktu. Oysa annesi Müge’yi eve gelmesi için ararken onların çoğuna ulaşmış ve durumdan kısaca haberdar etmişti. Öyleyse hepsinin haberi olmuştu. Ama hiçbiri gelmemişti. Demek ki, onlardaki dostluklar gönüllere değil, ceplere bağlıydı. Buz üzerindeki bir yazı gibiydi. İçin için hayıflandı, kahırlandı, kederlendi. Derin bir iç çekti ve çaresiz bakışlarla Şebnem’in ellerini sıkı sıkıya tuttu:

“–Şebnem! Sana çok özür borçluyum!”

“–Hayır! dedi Şebnem; “Kalbinin kapısını bana tekrar açtığın için, asıl ben sana teşekkür borçluyum…”

Boş bir odaya geçip uzun uzun dertleştiler. Sonra Şebnem ona sarıldı. Onun başını göğsüne dayadı. Tesellî etti. Daha sonra da müsaade aldı. Onu uğurlarken Müge’nin sesi titrekti:

“–Benim vefâkâr dostum yalnız senmişsin!..”

“–Müge kardeşim, vefâ; sadece ne lügatte bir kelimedir, ne de İstanbul’da bir semtin adı… Vefâ, zor anında dostunun dert ortağı olabilmektir. Bilesin ki, senin huzurun benim huzurumdur.”

“–Seni ancak şimdi tanımaya başladım. Meğer dostluk ve arkadaşlık, zor zamanlarda gerçek yüzünü gösteriyormuş.”

Bu itirafın ezikliği içinde Müge, başını önüne eğerek ilâve etti:

“–Bu akşam kenar bir mahalleye kiraya çıkıyormuşuz. Şebnem, gelirsin değil mi? Beni yalnız bırakmazsın, değil mi?”

Şebnem, her zamanki sıcak ve samimi tavrıyla tesellî etti:

“–Elbette. Hem de seve seve… Bir bardak su ikrâm edene bile vefâ gösterip teşekkür etmek insanlık îcabıdır. Zamanında ben de senden çok sıcak alâka gördüm. Bu yüzden beni daima yanında ve gönlünde bulacaksın. Maddî ve mânevî bütün imkânlarım sana ortaktır.”

Tam kapıdan çıkıyordu ki, geri döndü ve elindeki kitabı Müge’ye uzattı:

“–Kabul edersen, sana bir arkadaş daha kazandırmak isterim.”

Müge kitaplara karşı ilgisiz ve isteksiz olsa da teşekkür ederek aldı. Bu kitap, önceden Nur Hemşire’nin Şebnem’e hediye etmiş olduğu bir kitaptı. Müge, Şebnem gittikten sonra kitabın başlığına bile bakmadan onu rastgele bir şekilde bavuluna sokuşturdu.

* * *

Yeni taşındıkları ev… Eğri ve dar sokaklar içinde basit, küçük ve eski…

Odalar Müge’yi sıkıyor, hatta boğuyordu. Göz kamaştırıcı kocaman salonların şımarık kızı, böyle bir eve bir türlü râzı olamıyordu. Nereye gidecek, kimin yüzüne nasıl bakacaktı? Hem dışarı çıkamıyor, hem de kaldığı evde yerinde duramıyordu. Buhran ve sıkıntılar içinde kıvranıyordu. Bir an aklına Şebnem’in hediye ettiği kitap geldi. Zaten yapacak bir şeyi yoktu.

Bavulda rastgele sokuşturulduğu için sayfaları kırışıp buruşan kitabı bulup çıkardı. Oflayarak şöyle bir karıştırmaya başladı. Yazıların sadece başlıklarına bakarak geçiyordu. Bir başlık dikkatini çekti:

“Bu dünyada vefa yok!”

Durakladı. Tekrar okudu. Düşündü. Sonra içinde biraz merak uyandı. Acaba bu başlığın altında ne gibi gerçekler vardı? Kendi hâlini dertleşeceği satırlar var mıydı? Dikkatini toplayıp okumaya başladı:

“Bir dostta öncelikli olarak aradığınız vasıf nedir? Herhâlde birçok insan gibi siz de «Elbette ki vefâ…» diyeceksiniz. Nitekim dostluğun zihinlerde tedâî ettirdiği/çağrıştırdığı ilk şey, vefâdır.

Şimdi etrafınızda sahip olduklarınıza, daha doğrusu sahip olduğunuzu sandıklarınıza bir bakın. Öncelikli olarak insanlardan başlayın. Acaba bunlar arasında dost diyebileceğimiz bir kişi olsun var mı? Varsa ne mutlu size… Ama bunu anlamak her zaman kolay olmaz. Bunu anlamanın en kesin yollarından biri ya makam ve şöhret sahibiyken birden gözden düşmeniz, ya da servet sahibiyken bütün varlığınızı kaybedip muhtaç bir hâle gelmenizdir. Bu türden imtihanlarla denenen kullar, büyük bir belâya duçâr olduklarını düşünürler. Evet, bunlar birer çetin imtihandır. Ancak bir de şöyle bir durum var: Bu imtihanlara mâruz kalan kulların önünde herkese nasip olmayan bir fırsat kapısı açılmaktadır:

Dostu, düşmanı birbirinden ayırma fırsatı…

İşte siz de böyle bir fırsatı yakalayacak olursanız, çevrenize iyi bakın. O zamana kadar etrafınızda pervane olan birçok insanın, hattâ belki de herkesin, siz itibardan düştükten sonra teker teker sizi terk ettiklerini göreceksiniz ve yalnızlığın ne olduğunu tadacaksınız. İşte o zaman anlayın ki, bütün o insanlar, sizin dostunuz değil, mevkînizin ya da servetinizin dostudurlar.

Ancak insanın dost bildikleri, sadece diğer insanlardan ibaret değildir. İnsan sahip olduğu makamın yahut servetin de kendisinin gerçek bir dostu olduğu vehmine kapılır çoğu zaman… Bu noktada nefisler, âdeta aygırlaşır. Dünya malını put hâline getirir, kendisi de onun putperesti olur. Lâkin elindeki imkânlar, kader îcabı ondan alınıp da yoksulluğa düştüğü zaman dost bildiği ve sığındığı mal-mülk ve servet ondan tamamen ayrılır ve kendisine yabancılaşır. Gerçekten de kişi fakirliğe düştüğü anda, onu ilk terk edip başkalarına râm olan şey, serveti değil midir? Velev ki, kişi ömrünün son ânına dek zengin yaşamış olsun ve serveti, onu, son nefesine dek terk etmemiş olsun. Peki ya son nefeste? Kişi, ömrü boyunca idrak etmemiş olsa dahî o son nefeste anlayacaktır ki, bu dünyada sahip olduğunu sandığı onca servet, onun kesinlikle dostu değilmiş. Mevlânâ buyurur:

«Cahil kişi, eğreti ve fânî olan malı mülkü, kendi malı mülkü sandığı için, o malın üstüne titrer, çırpınır durur. Bir bakıma rüyasında kendisini mal, mülk sâhibi görür. Sanki bir hırsızın çuvalını kaçırıp götüreceğinden korkar.»

Gerçekten de bir rüyadan ibaret olarak tarif edilen bu dünya hayatında servet sahibi olmak, rüyada defîne bulmaktan başka nedir ki! Şairin dediği gibi:

 

Bir kefendir âkıbet, sermâye-i şâh u gedâ,

Pes buna mağrûr olan, mecnûn değil de yâ nedir?

 

Yani: «Yoksul olsun, pâdişah olsun (ister toprakta, ister sarayda yaşasınlar) neticede her ikisinin de sermayesi sadece bir kefendir. Öyleyse sadece bir kefene sahip olup da gurura kapılan bir kimse deli değildir de nedir?»

Yunus ne güzel söylemiş:

 

Mal sâhibi, mülk sâhibi,

Hani bunun ilk sâhibi?

Mal da yalan mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!

 

Peki, şu hâlde, kimdir gerçek dost?

Gerçek dost, yokluğa düşmenle yahut ölmenle senden sıyrılıp ayrılan değil, ilelebet sana vefâlı kalandır… Kısaca söylemek gerekirse, vefası dünyadan âhirete uzanandır. Bu da üç türlü olur:

Birincisi, sâlih ameldir. Çünkü sâlih ameller, hem kabir karanlıklarında kişiye nûr, hem de mahşerde onun ebedî saadeti kazanmasına vesîle olur.

İkincisi, seni Allah rızası için seven bir din kardeşindir. Bunun da peygamberlerden diğer mü’minlere doğru inen mertebeleri vardır. Peygamberî vefânın tezahürü iki türlüdür: Birincisi, Hak dîni tebliğ etmeleriyle bize ebedî saadet kapılarını açmalarıdır. İkincisi ise, âhirette şefâattir ve sadece Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’e hastır. Diğer mü’minlere gelince, bunlar içinde de birbirini sırf Allah rızası için seven kişiler vardır ve böyle mü’minler, âhirette kendi sevaplarını bile dostuna hibe etmekten çekinmeyen esaslı dostlardır.

Üçüncü dost ise, bizzat Allah Teâlâ’dır. En hakikî dost, Allah’tır. Hattâ tek dost Allah’tır. Çünkü diğer iki dostluk dâhil olmak üzere bütün nîmetlerin gerçek bahşedicisi O’dur. Seni devamlı koruyup gözleyen, iki cihanda saadete erebilmen için bütün imkânları önüne seren O’dur.

Ancak Allah Teâlâ’nın dostluğunu kazanmak için azmetmek gerek… Gözümüzü ve gönlümüzü perdeleyen yalancı örtülerden sıyrılıp, O’nun hakikat nûruna tâlip olmak gerek…

Nedir bu yalancı perdeler? Kısaca söylemek gerekirse, bu perdeler dost vehmedip kendisine sarıldığımız vefâsızlar gürûhudur. Dünya malıdır, şandır, şöhrettir, şehvettir… Pençesine râm olduğumuz bütün nefsanî istek ve arzulardır, tamahtır…

Bunların içinden dünya malına tamah etmenin insandaki gönül gözünü nasıl körelttiğine bir misâl verelim isterseniz. Misâlimiz, Mevlânâ’dan… Bakın ne buyuruyor Hazret-i Pîr:

«Ana karnındaki çocuğa birisi deseydi ki: «Dışarda pek düzgün, pek hoş bir dünya var. Enine boyuna geniş, bereketli bir yeryüzü var. Orada nice nimetler, nice sa­yısız yiyecek şeyler var. Dağlar, denizler, çöller, bostanlar, bağlar, bahçeler, çayırlıklar, çimen­likler var. Çok yüksek ve ışıklarla dolu aydınlık bir gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar ve suhâ yıldızı var. Orada güneyden, kuzeyden, doğudan, batıdan rüzgârlar eser. Bağlar, bah­çeler; gelinler gibi süslenmiş, sanki düğünler yapılmaktadır.

Dünyanın şaşılacak güzellikleri, acayip hâlleri dille anlatılamaz ki… Sen ana rahminde, o karanlık yerde sıkıntılar, mihnetler içindesin. Ey çocuk! Sen, o daracık işkence yerinde çarmıha gerilmiş, kan em­mektesin. Hapse düşmüşsün; pislikler, eziyetler içindesin.»

Bütün bu sözlere rağmen o çocuk, yine de kendi hâline bakardı, durumu gereği bir şikâyette bulunmazdı ve söylenenleri inkâr ederdi, anlatılan gerçek haberlere inanmazdı.

«Bu söylenen sözler, olmayacak şeylerdir. Siz, çocuk kandırıyorsunuz, beni aldatıyorsunuz.» derdi.

İşte dünyadaki insanların çoğu da böyledir, Hak dostlarının sözlerini, onların mânâ âleminden haberlerini in­kâr ederler. Hak dostları, onlara; «Bu dünya pek karanlık, pek dar bir kuyu gibi­dir. Bu dünyanın ötesinde ise, kokudan, renkten âzâde çok hoş bir dünya vardır.» der. Fakat bu söz, onların hiçbirinin kulağına girmez.

Çünkü insanların dünya nimetlerine karşı duydukları tamah, kendilerine kocaman ve kalın bir perde olmuştur; Hakk’ı ve hakîkati onlardan gizlemiştir.

Tamah ki, kulakları sağır eder. Söz duymaz bir hâle getirir. Onun sebep olduğu garaz da gözü bağlar, insanı âmâ eder. Tamahkâr olan her insan, ana karnındaki çocuk gibidir. Zavallı çocuk, o pis kokulu iğrenç yerde içtiği kana âdeta tamah eder. Bu tamah da onun, bu dünyaya âit gerçekleri duymasına engel olur.

Bu tamah ki, çocuğa, bedenindeki kanı, yâni anasının kanını gönlüne sevdirmektedir.

Ey zavallı insan,  sen de bu dünyanın güzelliğine tamah etmektesin. Bu da sonsuz bir âlemin, mânâ âleminin güzelliğine perde olmaktadır. Yazık ki, gururla dopdolu olan bu hayatın zevki, seni güzellik ve ihtişamlarla dolu cennet hayatından uzaklaştırmaktadır.

Şunu iyi bil ki;

Dünya malına aşırı düşkünlük ve maddeye karşı duyulan tamah, gören gözünü görmez hâle getirir. Sendeki sağlam inancı söküp alır. Seni bin bir şüpheye düşürür.

Aman dikkat et;

Şu tamah yüzünden Hak bile sana bâtıl görünür. Tamah yüzünden sende yüzlerce âmâlık meydana gelir.

Dolayısıyla; sen de Hak yolunda yürüyen temiz insanlar gibi ol! Yani sen de tamahtan kaç da kurtul! Ayağını hakîkat dergâhının eşiğine bas! Hakikat kapısından bir içeri girebilirsen, şu dünya hayatının kötülüklerinden ve iğ­renç hâllerinden kurtulursun. Olgunlaşırsın. Neticede dünyanın gamından da, neşesinden de âzâde olursun. Gönül gözün aydınlanır, can gözün nurla dolar. Hakk’ı ve hakîkati âşikâre görmeye başlarsın. Küfür karanlığında boğulmazsın. İçin ve dışın, din ve îmân nûru ile parlar.

Öyleyse artık sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, (ölümün ürkütücü korkusundan sıyrıl, ölümü güzelleştir! Ölüm ötesinde nice nîmetlere kavuşan peygamberler ve güzel insanların yanına can at! Bu dünyaya ait) üzüntüden, korkudan da kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!»

Haydi, bu vefâsız dünyadan ve yalancı perdelerden sıyrılalım; Hakikî Dost’a doğru yol alalım!..”

Müge bu satırları okuduktan sonra düşünceye daldı. İlk defa kendisine iç âleminden tesellî verecek yeni bir ufuk açıldı. Özellikle Mevlânâ’nın sözleri, onun şu anki durumuna âdetâ bir çıkış yolu sunuyordu. Sonra âni bir kararla kalktı ve evden dışarı çıktı.

Hızlı hızlı yürümeye başladı. Bu defa tereddütsüzdü. Gidecekti. İffet Anne’yi ziyaret edecekti. Dün terk ettikleri apartmanın önüne geldi. Duygulu ve muzdarip adımlarla basamakları çıktı. Zile dokundu. Az sonra kapı açıldı. İffet Anne, her zamanki gibi mütebessimdi. Karşısında Müge’yi görünce yüzünde güller açtı. Sanki onu bekliyordu:

“–Hoş geldin güzel kızım…”