Dostluk!..

2001 – Ekim, Sayı: 188, Sayfa: 028

Rivayet edildiği üzere birgün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hastalanmıştı. Bunu duyan peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi’ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.

Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘ın da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:

“-Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler.

O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve tarifsiz bir sürûr içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- hayretle:

“-Yâ Ebâ Bekr! Senin hasta olduğunu söylemişlerdi.” dedi.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in ziyâretinden mest bir hâlde şu mukâbelede bulundu:

“-Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”

Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘ın bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mes’ele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasib alabilmekdir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alabilirler.

İmam Aliyyü’r-Rızâ ne güzel buyurur:

“Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına sunduğu bir mânevî şerbet vardır ki, onlar bu şerbeti içince kendilerinden geçerler, kendilerinden geçince coşarlar, coşunca tertemiz olurlar, tertemiz olunca erir giderler, eridiler mi ihlasa ererler, ihlasa erince ulaşırlar, ulaşınca dostlarına kavuşurlar, kavuşunca da sevgilileri ile aralarında ayrılık kalmaz.”

Bu hâl, dostluktaki fenâ hâlidir. İşte bu hâli yaşayan Hazret-i Ebû Bekir’e hastalığı, dostunun hâlini paylaşacağı için sıhhatten daha ziyâde hoşnutluk vermişti. Çünkü dostlarla aynîlikte, en acı yemişler bile tatlılaşır. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle:

“Dostlarla oturan kişi, külhanda alevler içinde bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır.”

“Dolayısıyla ey dostlar, şekilden, sûretten geçer, mânâ âlemine girerseniz, orasının cennet ve gül bahçesinin içinde daha müzeyyen bir gül bahçesi olduğunu görürsünüz.”

Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki müştereklikten kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samimî rûhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- Selçuklu medresesinde baş müderris iken gönlü aşk dolu Şems adlı meczûb bir dervişin nazarıyla kıvılcım alıp yanması neticesinde zahirî kitaplar kendisinde ömrünü tüketmiş, kâinat bir kitap hâline gelmiştir. Ardından insan, kâinat ve Kur’ân’daki esrarı açıklayıcı bir feryâtnâme olan Mesnevî meydana gelmiştir. İşte bu hâl ile hâllenerek bir Hakk dostu olabilmek, ancak mü’minin kendisindeki aşk, istidat ve iktidarı ilâhî yöne istikametlendirebildiği nisbettedir.

Aksi hâlde kul, zâhiren güllük gülistanlık içinde de olsa, dosttan uzaklığı sebebiyle bâtınen alevler içinde demektir. Bu itibarla müşterek duygulara sahip olmayanların, akrabalık ve kardeşlik gibi uzvî ve tesadüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zira Ebû Leheb, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in amcası olduğu hâlde ondan en uzak kimselerden idi.

Ruh dünyasının sonsuz sır ve muammâları vardır. Bunlar bedenin ve toplumun kalıplarına girmezler. Dostluk rûhun derinliklerinden gelen bir müjde, bir ilham sanki bir bahşiş gibidir. Hıra mağarasında ilk vahyi karşılayan Hazret-i Peygamber’deki ilâhi aşk ve dostluk, daha sonra onu mahbûbunun mîracında yüce huzura çıkarmıştır. İnsanoğlunu yalnızlıktan kurtaran dostluk, ilâhî bir lütuftur. Âdem -aleyhisselâm- ile Havva validemize, dünyaya indirildikten sonra kırk yıl ayrı bölgelerde yaşatılarak bir dostluk hasreti tattırılmıştır. Sanki dostluk, bir ruhu ikiye yarıp kendi yarımını karşıda bulma hâlidir. Hadîs-i şerîfte:

“Kişi, dostlarının dinindedir.” buyurulmasının yanısıra:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” beyânı, dostluklarda damarlara kadar işleyen te’sîr ve müessiriyeti ifâdeye kâfîdir.

Diğer taraftan bu hadîs-i şerîfler, şu husûsu da beyân etmektedir:

Bir kimsenin sevdiğiyle beraber olması demek; onunla sözde, özde ve davranışta aynı duyuş, düşünüş, hissediş ve yaşayış hâlinde olması, yâni “sevdiğini” gösterecek aynîlikler ve beraberliklerin mevcûd bulunması demektir. Yoksa özü, sözü, davranış ve hissiyâtı dâimâ dikenlerle beraber olan bir kimsenin gülü sevdiğini iddia etmesi, ne kadar doğru olur. Bunun gibi, duygularıyla, düşünceleriyle ve yaptıklarıyla Allâh -celle celâlühû- ve onun yüce Rasûlü ile beraber olamayanlar, gerçek muhabbet ehlinden sayılmazlar.

İşte sevdiğiyle beraber olmayı bir de bu yönüyle değerlendirmeli ve gâfil bir hayat sürüp de kuru kuruya «Ben Allâh ve Rasûlü’nü seviyorum.» diyerek hadîs-i şerîfteki müjdeye nâil olunacağını zannetmemelidir. Bilmelidir ki, ancak hâl beraberliği gerçekleştiğinde sevgi beraberliği gerçekleşir. Cenâb-ı Hak, böyle dostların gönüllerinde mânevî bağlar ve bahçeler yeşertir. Bu lutfa nâil olanların başında gelen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘ın hâli nice hikmetlerle doludur:

O, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in dostluğunda ve sohbetinde öyle bir vecd hâli yaşardı ki, muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyâdeleşirdi. Birgün Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Allâh yolunda bütün servetini getiren Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘a iltifât dolu sözler söylemişti. Ancak Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o derecede benlikten geçmiş ve Rasûlullâh’ta fânî olmuştu ki, iltifât şeklinde de olsa hitap edişin zımnında muhâtab kabul edilme durumu ve muhâtab olarak kabul edilmenin zımnında da ayrı görülme hissine kapıldı. Bu his ile de rûhunun derinliklerinde firkat ateşlerine benzeyen yakıcı bir ızdırap duydu. Gayr’den telâkkî edilme endişesi içerisinde:

“-Yâ Rasûlallâh! Malım, canım ve her şeyim «siz»den ayrı bir şey midir ki?!.” dedi.

Böyle yüksek rûhların hakîkatini idrâk için Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Allâh ile bulunmak, Allâh ile beraber olmak isteyen kişi, Allâh’ın dostları olan velîlerin huzurunda otursun.”

“Çünkü dost, dostla beraber oturunca, yüz binlerce sır levhası açılır ve okunur!”

Bir şâir de şöyle der:

“Birkaç kişi çok az zaman için bile olsa, bir araya gelip, Hakk’tan, hakîkatten bahsederlerse, bulundukları yere gökler secde eyler!..”

Şeyh Sâdî de, ilâhî tecellîye mazhar olmuş, kendini tam mânâsıyla dünyevî isteklerinden arındırmış dost için şunları yazmıştır:

“Dostların yüzünü görmek, yarasından taze kan sızan gönül ehline merhem gibidir.”

Cenâb-ı Hak bu kategoriye giren dostları şöyle bildirir:

“Sizin dostunuz ancak Allâh, O’nun peygamberi ve namaz kılan, zekat veren ve rükû eden müminlerdir.” (el-Mâide, 55)

Ne mutludur, o kimseye ki, fâni dostların, sevgililerin tuzağından kendini kurtarır da, daha bu dünyada iken, ebedî dost ve gerçek sevgili olan Allâh’ı bulur, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘e cân ü gönülden bağlanır ve ehl-i îmân ile muammer olur. Dostluklardaki bu sırdan mahrûm gönüllere Hazret-i Mevlânâ şöyle seslenir:

“Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fanî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi de sana düşman olacaktır. Başkesen düşman kesilecektir.”

“Halbuki sen, feryatlar içinde mezarda: «Ya Rabbi, beni yalnız bırakma!» diye Allâh’a yalvaracaksın.”

Bakış ve görüşlerin seviye kazanması, kâinat sayfalarındaki esrar ve hikmeti gerçek anlamıyla telâkkî edebilmek ancak gönül âleminde derinleşerek gerçek dostluğu yaşayabilmeye muvaffak olabilen ilâhî aşk ve vecd kahramanlarının işidir.

İbrahim -aleyhisselâm- “halîl” yâni dost olduğu için çok zor durumda olmasına rağmen dostluğun şartı olarak büyük bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi; gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Ateşe atılacağı zaman kendisine yardım teklifinde bulunan meleklere:

“-Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona razıyım; kurtarır ise lutfundan, yakarsa kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâallâh…” diye mukabelede bulunduktan sonra devamla:

“-O, hâlimi biliyor! Hem söyleyin; ateş kimin emri ile yanıyor, yakmak kimin işidir?” diye sordu.

Nihâyet o büyük dosttan, yâni Allâh’tan gelen emir ile ateş İbrahim -aleyhisselâm-‘a serin ve selâmet oldu. Bu şekilde ilahî dostluğun ihtişamı sergilendi. Cenab-ı Hakk, İbrahim -aleyhisselâm-‘ı işte bu sadâkati sebebiyle âyet-i kerimede şöyle tekrim eder:

“Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm 37)

İşte bu vefâ ve sadâkat ki, herkese ve herşeye akseder. İnsanların birbirlerine karşı dostluk ölçülerine riâyetleri de bu hâle bağlıdır. Kalben dostluk sıfatlarına nâil şahsiyetler, hem dînî hem de tarihî bakımdan insanlığın mümtaz sîmâları olmuşlardır. Tarih kitaplarında anlatıldığı üzere isyanı sebebiyle öldürülen Şehzâde Korkut’un Piyâle adında son derece sâdık bir adamı vardı. Yavuz Sultân Selîm Han, onun bu hususiyetinden haberdar olup kendisini çağırdı ve:

“-Sadâkatinin mükâfâtı olarak seni istediğin makâma tâyin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.

O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerleyerek:

“-Sultanım, bundan sonra benim vazîfem Şehzâde Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi.

Piyâle Bey’in şu hâli, dostluk anlayışının zirvesini teşkil eder! Dostluk âdâbının müşahhas bir tâlimidir. Âdetâ hikmet bakımından bütün dostlara ve dostluklara bir ibret nişânesidir.

Ebu Osman Hîrî hazretleri buyurur:

“Allâh Teâlâ ile dostluk, güzel edeb ve devamlı murâkabe, yâni her an kendini ilâhî müşâhede altında hissetmekle; Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ile dostluk, sünnetine tâbî olmak ve muhabbetle dolu bir itaat ve teslimiyete bürünmekle; evliya ile dostluk, hürmet ve hizmetle; ahbâb ile dostluk, günahta olmamaları şartıyla devamlı güler yüz göstermekle; âile ile dostluk, güzel huyla, câhiller ile dostluk, kendilerine duâda bulunmak ve Allâh’ın rahmetine nâil olmalarını dilemekle olur.”

Her dostluk ve sohbetin kendine mahsûs bir hâli ve üslûbu vardır ki, ancak bunlara riâyet edildiği takdirde o dostluk ve sohbet devam eder ve gönüllerdeki muhabbet sarayı sarsılmaz. Ancak dostluk ve sohbetin âdâbına riâyet edilmezse, her türlü sevgi bağı bir düşmanlık düğümüne dönüşür. Bu bakımdan lâubâlîleşmiş yakınlıkları veya yakınlığı lâubâlîleşmek şeklinde yaşamayı dostluk ve muhabbet çerçevesinde mütâlaa etmek mümkün değildir. Zîrâ lâubâlîlik ve mâsivâ ile bulanmış olan dostluklar, keskin bir bıçağın ağzına sürtülen zayıf bir ipe benzer ki, o, en fazla üç-beş defa bıçağın ağzına dayanır, sonunda kopar gider. Şüphesiz böyle dostlukların ne bu dünyâda ne de âhıret âleminde bir faydası vardır. Bilâkis her iki cihânda da sahiplerine zarar üstüne zarar getirir. Onun için lâyık olanlarla dost olabilmek kadar bu dostluğu muhâfaza edebilmek de şarttır.

Bu muhtevâ çerçevesinde kalblerdeki muhabbet, bütün mahlukatı kuşatıcı mahiyette olursa, sahibini kamil bir mü’min, diğer bir tabirle hakikî bir âşık, yâni Hakk dostu eyler. Aşk, tomurcuklanan bir çiçek gibi muayyen fâni sevgilerle ve meclûbiyetlerle başlamış olsa da, yaratılanlara, yaratandan ötürü bir şümûle ulaştığı anda ilâhi aşk olmaya yönelir.

Fakat mâsivâ engeline takılıp kalanlar bu hâle eremezler. Zîrâ kul, ancak mâsivâ engellerini aştığı takdîrde muhabbet ve dostluğun hazzını yaşayabilir. Aksi hâlde bu mümkün değildir. Nitekim Nahşebî Hazretleri böyle engellere takılanlara misâl olması kabîlinden şöyle bir hikâye rivâyet eder:

“Bir genç, pâdişâhın kızının kapısına gelmiş ve kendisinin ona âşık olduğunu söylemişti. Haber pâdişâhın kızına iletilince hanım sultan kapıya geldi ve gence:

«-Al şu bin dirhemi de; bir daha bana da sana da zarar verecek böyle bir şey söyleme» dedi.

Genç vazgeçmeyince:

«-Öyleyse iki bin dirhem al!» teklifinde bulundu.

Nihâyet pazarlık on bin dirheme varınca, genç, kabul etti. Bu durumu gören pâdişâh kızı:

«-Sen beni nasıl seviyorsun ki, gözün para pul ile kamaşıp beni görmez oldu. Beni benden başkasına tercih edenlerin cezâsı nedir biliyor musun? Boynunun vurulmasıdır.” dedi ve sahte aşkı dolayısı ile onu uzaklaştırdı.

Bu hâli duyan bir ârif, düşüp bayıldı. Kendine geldiğinde şöyle dedi:

“Ey insanlar! Bakın dünyâda sahte sevgilerin başına neler geliyor! Ya Hakk’ı sevdiğini iddiâ edip de ondan başkasına yönelenlerin başına âhırette neler gelmez ki!..”

Sevginin büyüklüğü gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkarlık ve girişilen risk ile ölçülür. Çok seven icâbında dostu için canını verir de bir fedakârlık yaptığı hissini taşımaz. Aşk ve dostluğu tanımayıp muhabbet ve dostluktan nasib almayan kimse, kemâle erme yoluna girmemiş, nefsi ile yaşıyor demektir. Çünkü sevmeyi bilmeyenin kalbi ham toprak gibidir. Mârifet ise sevmektedir. Zira varlığın sebebi muhabbettir. Nitekim hadîs-i kudsî olarak ifade edilen meşhûr rivâyete nazaran Cenâb-ı Hak buyurur:

“Ben gizli bir hazine idim bilinmemi arzu ettim (marifetime muhabbet ettim) de varlıkları yarattım.” (Bursevî, Kenz-i Mahfi)

Diğer bir rivâyette de:

“Biz insanın sırrıyız insan da bizim sırrımızdır.” buyruğu nakledilir.

Buna göre ilâhî sırrın tecellîsi, dostluğa ait bir keyfiyettir. Onun için Hakk’ın dostluğuna nail olanlar, dostluk yüzünü yalnız insanda değil dünyaya hayat halinde serpiştirilmiş bütün nebâtatta ve hayvanatta müşahede eder. Pederim Musa Efendi, mahlukatla dost olma hususunda başlarından geçen şöyle bir vak’ayı anlatmışlardı:

“Tahminen kırk sene evvel Muhterem Üstad Sami Efendi -kuddise sirruh- ile Medine-i Münevvere’de bir ev kiralamıştık. Zamanın şartlarına göre o zamanki evler kerpiçtendi. Kendi istirâhatleri için hazırladığımız odaya teşrif ettiklerinde köşede kıvrılmış bir yılan görüp gayri ihtiyâri heyecanlandık. Kendileri ise bir sükûn ve huzûr içinde:

«-Bu Allâh’ın mahlûkunu kendi hâline bırakın ve ona dokunmayın.» diye buyurdu.

Nihâyet bir müddet sonra hayvancağız ortalıktan kayboldu.”

Bu da gösteriyor ki, dostluğun kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde ulaşanlar bütün mahlûkâtın dostu olurlar. Yunus’un sarı çiçekle olan muhabbeti bu dostluğun şaheserlerindendir. Tabiatta gizlenen dost yüzünü göremeyen gönüller âmâdır. Tabiatla konuşamayan insan ruhu dilsizdir. Dost arayan gönüller, onu bir insan varlığında bulamasalar dahî tabiatta bulurlar. Akarsular, yeşillikler, dağlar, çiçekler, gülistanlar, dost arayan kişinin kalbine nice dostluk şiirleri fısıldarlar. Bu terennümlerle yoğrulan kalbler, ilâhî sanatkârın sanat harikaları ile duygulanırlar. Onlarla lisân-ı hâl ile sohbet ederler. İşte böyle dost hissiyâtıyla dolu kalblerin derinliklerine nice ilâhî sırlar açılır ve nihâyet o yüce vuslat âşikâr olur. Böylece gurbet hastalığına şifâ umulur. İçteki hasret tedavi edilir. Tabiattaki bu kudret akışları, sırlar ve muammalarla dost olmak, gönül duygularını inceltir. Rabbe dost olmanın feyizli ve bereketli zemini teşekkül eder. Çünkü tabiat ve mahlûkattaki binbir nakış, o dostların dostu olan büyük dosta, yani bütün güzelliklerin hâlıkına ulaşmak için yaratılışa dayalı bir merdivendir. Bu merdivenden çıkanlar Rabbin sohbetine yükselirler. Artık bu makâmda mü’min, her yerde onunla beraberdir. Yüzünde dâimâ bu beraberliğin ilâhî nûru parıldar.

İşte böyle nûrlu bahtiyar sîmâlardır ki, ümmete ve âlemlere maddî ve mânevî birer rahmet ve bereket kaynağı olurlar.

Beşeriyyetin kemâlât sayfalarını dolduran bu üsve-i hasenelerle gönül dünyâsını yoğurması zarûrî olan insan, Hakk dostlarının gönüllerde açtığı basîret gözleriyle bir de zaman zaman şafaklarda başını kaldırıp ufku dolduran güneşe bir bakmalıdır. Semâlarda çizilen rengârenk ve çeşit çeşit tabloları görmelidir. Mahir bir sanatkarın tablosuna hayran kalırız. Fânî kudreti nisbetinde ortaya koyduğu tasvirlerine alâka duyar, sanatını tebrik ederiz. İşte bu hassasiyetle temâşâ ettiğimizde, kainattaki bütün manzaralar ve sûretlerin mutlak musavvirinin (Allâh’ın) gözümüzün önünde çizdiği kainat tablosunda oynattığı kudret fırçaları ve rengârenk nakışları ne kadar ibretlidir. Bir güle, menekşeye bakın… Onlar bu renkleri kara toprağın acaba neresinden bulurlar? Şu âlemde sayıya gelmeyen daha nice incelikler, güzellikler, kudret akışları, sanat harikaları var… Görebilen kalb için kâinat, bir harikalar sergisidir. Zîrâ bütün bu güzellikler, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin hüsnünden sızan bir akistir. Onun için şu kainatı ibret nazarı ile seyre çıkan gözler ve gönüller, hayret nazarıyla geriye dönerler!

Fakat çok yazık ki akıl ve mantık, çoğu zaman bu harikaların önünden, kayaların üzerinden yuvarlanan yağmur damlacıkları gibi bir hisse almaksızın geçip gider.

Bir tefekkür ve muhasebe hâliyle kainattaki kudret akışlarının her anımızı kuşatmasına rağmen, kalpler, nefis engeli ile perdeli olduğundan ilahi aşk ve dostluğun mahrumiyeti içindedir. Bu mahrûmiyetten âgâh olamayanları şâir şöyle îkâz eder:

Bu gurbetten “dost” deyip gitmezsen âhirete,
Döner o vuslat günü ikinci bir gurbete!.. (Rahmetî)

Bu itibarla Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey hakîkat yolcusu, o gün gelip çatmadan, kıyamet kopmadan hakîkat padişahı ile dostluk kur da, o felaket gününde senin elinden tutsun. Zîrâ o gün, onun izni olmadan senin elinden tutacak kimse yoktur. O gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, ehlinden ve oğullarından kaçacaktır.”

“O hâlde gerçek dostluğu iyi anla ve bil ki dostluk, son nefesin tohumudur. Yâni âhıret günü içindir, Allâh rızâsı içindir.”

Bir ömür bu sırr-ı muhabbetle yaşayan Yûnus Emre Hazretleri, yanık bir aşk feryâdı ile gönüllere hitap ederek «en yüce dosta» çağırır:

Ölüm haberi gelmeden,
Ecel yakamız almadan,
Azrail hamle kılmadan,
Gel dosta gidelim gönül!

Yâ Rabbî! Bizleri, senin yüce rızana erdirecek bir dostluk ile mâmur eyle! İçinde bulunduğumuz üç ayların feyiz ve berekâtından nasiblendir! Sev, sevdir, sevindir Allâh’ım!..

Âmîn!..