Çâr Yâr-ı Güzîn; ALLAH RASÛLÜ’NÜN DÖRT SEÇKİN DOSTU -1

Ebedî Fecre

-Tarihe Yön Veren Zirve Şahsiyetler; Gönüllere Taht Kuranlar-

Yıl: 2010 Ay: Mart Sayı: 61

TARİHE PEYGAMBER MÜHRÜ

İnsanlık tarihi tetkik ve tefekkür edildiğinde, tarihin akışına büyük şahsiyetlerin yön verdiği görülür.

Bu şahsiyetler başta peygamberler, sonra o peygamberlerin yetiştirdiği büyük sîmâlar, sonra da onların izinden giden mârifetullah zirvesi Hak dostları, ilim ve irfan şâhikası âlimler, madde ve mânâ sultanı padişahlardır.

İnsanlığı bu büyük şahsiyetler yönlendirmiştir; zira insanoğlu, tabiatı îcâbı büyük şahsiyetlere hayranlık duyar. Bu zatların tevzî ettiği karakter ve şahsiyet karşısında, meclûbiyet içerisinde onlara tâbî olma ve onların yolundan, izinden, sünnetinden gitme ihtiyacı duymuşlardır.

Buna mukabil; nefsâniyetinin hoyratlığında kalmayı tercih eden güruhlar da bu zatlara karşı, kıskançlık ve düşmanlık içinde tarihin büyük zulüm ve ıstıraplarını yaşamış ve yaşatmışlardır.

Bu mânâda insanlık tarihi; bir peygamberler tarihi, peygamber takipçileriyle düşmanlarının mücadele tarihinden ibarettir.

Beşerin en büyük terbiye edicileri peygamberlerdir. Peygamberler Sultanı Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de cihan tarihine her açıdan en büyük mührü vurmuş, O’nun Hicaz’da tutuşturduğu çerağın ışıkları; çok kısa bir müddet içerisinde doğuda Çin ve Hind’e, batıda Atlas Okyanusu ve Fransa’nın Pirene Dağlarına kadar ulaşmıştır. Bu muazzam hız ve büyük tesirin temelinde elbette, insanlık için üsve-i hasene/en güzel nümûne olan Efendimiz’in terbiye ettiği, yetiştirdiği şahsiyetler vardır.

İmam Karâfî’nin tesbit ettiği gibi, Efendimiz’in; başka hiçbir mûcizesine ihtiyaç bırakmayacak en büyük mûcizelerinden biri de yetiştirdiği güzîde ashâb-ı kirâmıdır. Peygamberlerden sonra beşeriyetin zirvesini teşkil eden sahâbenin zirvesinde de, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in çâr-yâri yani dört sevgili can dostu olan Hulefâ-i Râşidîn vardır.

Bu dört sevgili can dostu, hayatında Allah Rasûlü’nün etrafında pervâne olmuş; O Varlık Nûru’nun dâr-ı bekâya hicretlerinin ardından da O’nun minberinde O’na hilâfet etmişler, git gide kıtalara ulaşan müslüman vatanını en hassas adâlet ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde sevk u idare etmişlerdir. Bilhassa hilâfetlerinden sonra tam bir zühd ve istiğnâ hayatı yaşayan, ümmet-i Muhammed’in dünyevî ve uhrevî dertleriyle dertlenen; biri sıddıkiyet mertebesinde, biri Kur’ân-ı Kerim başında şehid, diğer ikisi mescidde şehîd edilerek ruhlarını teslim eden bu İslâm kahramanları; canlarını, mallarını, hayatlarını ve evlâtlarını bu son Hak dîne fedâ etmişlerdir.

Her biri Efendimiz’in husûsî alâkası ile yetişen bu dört nâdîde sahâbînin yoluna uymak; bizzat Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ümmet-i Muhammed’e emrolunmuştur:

«ONLARIN SÜNNETİNE UYUN!»

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4607; Tirmizî, İlim, 16; İbn-i Mâce, Mukaddime, 6)

Bu emre ittibâ eden ehl-i sünnet yolunun ilim ve irfan ehli; Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali Efendilerimizin ibret dolu hayatlarını, hikmet ve mârifetlere tercüman olan sözlerini, yeni nesillere nakletmeyi ödenmesi gereken bir vefâ borcu görmüş, bu sahada eserler telif etmişlerdir. Mâbedlerimizin kubbelerine isimlerini nakşettiğimiz bu zatlar, gönül semâmızda da bizlere yol gösterecek birer yıldız mesâbesindedir.

Bu mübârek zatlardan ikisi, ilk halkasını Efendimiz’in teşkil ettiği altun silsilelerin ikinci halkası olmuştur. Her biri, temsil ettikleri yüce fazîletler ve mübârek hasletlerle millî ve dînî hâfızamızın çok mühim şahsiyetleri olarak, milletimizin evlâtlarına koyduğu isimler arasında ilk sıralarda yer almışlardır.

Hulefâ-i Râşidîn’e özlü bir şekilde temas edeceğimiz bu yazıyla, Efendimiz’e en yakın olan ve O’nu en güzel şekilde şahsiyetlerine ve hayatlarına nakşeden râşid halîfelerimizi hatırlamak ve onlardan Efendimiz’e yolculuğa vesile olmak gayemizdir.

Râşid halîfelerin ilki, Allah Rasûlü’nün en yakın dostu ve sırdaşı olan Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’dir. Kur’ânî ifadeyle;

«İKİNİN İKİNCİSİ»

HAZRET-İ EBÛBEKİR -radıyallâhu anh- [632-634]

O; sarsılmaz îmânı, sadâkati ve tasdîkiyle Sıddîk olma mazhariyetine ermişti. İslâm davetini ilk kabul eden bahtiyarlardan olduğu gibi, mîrac hâdisesinden sonra, müşriklerin alaylarına karşı;

“O söylediyse doğrudur!” diyerek sıdkını bambaşka bir sûrette îlân etmişti.

Mekke’de Fahr-i Kâinât Efendimiz’e sûikast tertiplerinin hengâmında, evlâtlarıyla O’nun hizmetinde pervâne, Efendimiz’le hicret yolculuğunda beraber, Sevr Mağarası’nda, âyet-i kerîmenin ifadesiyle; «İkinin ikincisi», Yâr-i Gār-i Rasûl/Rasûlullâh’ın mağaradaki can dostu olma şerefine mazhar olmuştu.

Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ebûbekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise bu sözleri gözyaşlarıyla karşıladı:

“Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!.” (İbn-i Mâce, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 11) diyerek kendisini her şeyiyle Allah Rasûlü’ne adadığını ve O’nda fânî olduğunu yanık bir sûrette beyân etmişti.

Hazret-i Ebûbekir; hayatı boyunca canıyla, malıyla, evlâtlarıyla Efendimiz’in hizmetinde olmuş, O’nun için sevinmiş, O’nun için üzülmüş, O’nun için endişe duymuştu. Mânevî irşâdın da gerçekleştiği Sevr Mağarası’nda Allah ve Rasûlü ile maiyyet sırrı tecellî etmişti:

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Hicret yolculuğunda biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile mağaradayken, tepemizde dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını gördüm ve;

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa mutlaka bizi görür!” dedim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor)sun, ey Ebûbekir?” (Buhârî, Tefsîr, 9/9; Ashâbu’n-Nebî, 2; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 1)

İlk müslümanların mühim bir kısmı Hazret-i Sıddîk’ın gayretleriyle hidâyet şerefine nâil olmuşlardı. Dürüst ve temiz bir ticaretle kazandığı servetini, müşrik efendilerinin zulmü altında inleyen köleleri satın alarak âzâd etmeye harcamıştı. O’nun bu cömertliklerini medhetmek üzere şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Malını Allah yolunda harcayıp O’na saygı duyarak haramdan sakınan, o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhîdi) tasdîk eden kimseyi Biz de en kolay yola muvaffak kılarız.” (el-Leyl, 5-7)

Henüz îmanla şereflenmemiş olan babası Ebû Kuhâfe; oğlunun, bütün varını, zayıf, çelimsiz köleleri satın almaya harcadığını görerek, hiç değilse işine yarayacak kuvvetli köleler almasını tavsiye ettiğinde, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Allah rızâsından başka hiçbir murâdının olmadığı cevabını vermişti. Bu cevap da âyet-i kerîmede şöyle övüldü:

“Temizlenmek üzere malını hayra veren sâlihler, ondan (ateşten) uzak tutulur. Yüce Rabbinin rızâsını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o (Rabbinin rızâsına kavuşarak) hoşnut olacaktır.” (el-Leyl, 17-21) (Suyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 198)

Cömertlikte emsalsiz bir makama erişen Hazret-i Ebûbekir; îcâb ettiğinde bütün malını infâk eden bir samimiyet, tevekkül ve kanaat kahramanıydı. İffet timsâli kızı Hazret-i Âişe’ye karşı münafıkların yaptığı iftirâ kampanyasına adı karışan kişilere bile yardımı kesmeyecek derecede af ve merhamet şâhikasıydı.

Hazret-i Ebûbekir, halîfe olmadan önce çevresindeki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Halîfe olduktan sonra komşuları;

“Artık koskoca hâlife oldu; meşgaleleri artıp, hayat şartları değişeceğinden herhâlde bundan böyle yetimlerin koyunlarını sağamaz.” diye düşünmeye başlamışlardı. Ancak değişen bir şey olmadı. O, aynı mütevâzı hâliyle yetimlerin koyunlarını sağmaya ve ihtiyaçlarını bizzat karşılamaya devâm etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebûbekir, s. 82)

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- bütün sâlih amellerde ve hayır işlerinde her zaman ilk sırada yer alırdı;

DÂİMÂ EN ÖNDE

Hadîs-i şerifte Hazret-i Sıddîk’ın sâlih amellere doymayan yüce hasleti sebebiyle, cennetin bütün kapılarından davet edileceği müjdelenmiştir. Ebûbekir lâkabının da kendisine her hayır işine en önde ve erkenden koştuğu için verildiği bildirilmiştir.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bambaşka bir yakınlık ve sırrî bir mahremiyet hâlini yaşıyordu. Efendimiz’den, başka hiçbir sahâbîye nasîb olmayan bir derecede tefeyyüz ediyordu. Bu hâli bir gün Efendimiz’le sohbetlerine şahit olan Hazret-i Ömer şöyle anlatır:

“Rasûlullâh’ın huzûruna girdim. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ile ilm-i tevhîd hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlamadım;

«–Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet edersiniz?» diye sordum.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; «–Evet bazen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile baş başa iken böyle sohbet ederiz.» diye cevap verdi.”

Efendimiz; Mescid-i Nebevî’de iştirâk edebildiği son namazda, Hazret-i Ebûbekir’i imâmete geçirmişti. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefâtından sonra, halîfe olarak seçildiğinde insanlara büyük bir tevâzu ve hiçlik içerisinde şöyle hitâb etti:

“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz…” (İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181)

Aslında, Hazret-i Ebûbekir, gerçekten de Efendimiz’den sonra ashâb içinde en fazîletli zât idi. Ancak o;

“O Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler…” (el-Furkân, 63) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girmek için mahviyet ve hiçlik hâlinde yaşıyordu.

Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde dâimâ O’na hasret içinde kalırdı.

HEP O’NA HASRET

Rasûlullâh’ın vefâtından sonra ise bu firak sebebiyle, O’na kavuşma iştiyâkı daha da şiddetlenmişti.

Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder:

“Babam Ebûbekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında;

«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.

«–Pazartesi.» dedik.

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)

Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in terbiyesinde yetişen bu sehâvet, sadâkat ve maiyyet âbidesi şahsiyetin hikmetli sözlerinden bir demet:

“Dört kimse Allâh’ın sâlih kullarındandır:

1. Tevbe eden kişiyi gördüğü zaman (onun kurtuluş yoluna girmesinden haz duyarak) sevinen.

2. Günahkârların affı için Rabbine yalvaran. (Bir mü’minin sahip olması gereken merhamet ufku ve göstergesi)

3. Din kardeşine gıyâbında duâ eden. (Gönlünde hiç kimseye karşı kin beslemeyen, burûdet barındırmayan, gücenmeyen)

4. Kendinden muhtaç kişiye yardım ve hizmette bulunan. (Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiklerini bir emânet telâkkî edip, mahlûkâta infâk edebilme şuurunda olan)”

“Benim nezdimde sizin en kuvvetliniz, hakkını alıncaya kadar, zayıf olan kimsedir. En zayıfınız da ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar, güçlü kimsedir.”

“Îman sadece camilerde (kalmış, hayata aksetmemiş, yalnız şekilde kalmış olursa); mal, cimrilerde; silâh, korkaklarda; yetki, zayıflarda olursa işler bozulur.”

“Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün!”

“Övünmeyiniz! Topraktan yaratılmış ve toprağa dönünce kendisini kurtların ve böceklerin yiyeceği insanın övünmesi neye yarar!”

“Kendini ıslâh et ki, insanlar da sana iyi davransınlar!”

“Şöhretten kaç ki, şeref seni takip etsin.”

“Ölüme karşı hazır ol ki sana ebedî hayat verilsin.”

“Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de vereceği mükâfâtı azâb ile birlikte zikretti ki bu vesileyle kul ibâdete rağbet etsin ve azaptan korksun.”

Hulefâ-i Râşidîn’in ikincisi, Hazret-i Ömeru’l-Fârûk Efendimiz, Allah Rasûlü’nün feyiz ve rûhâniyet dolu terbiyesinin ne güzel bir tezâhürüdür. Bu terbiyeden önceki ve sonraki iki hâlin arası;

CÂHİLİYYE BATAKLIĞINDAN FÂRUK MAKÂMINA

HAZRET-İ ÖMER -radıyallâhu anh- [634-644]

Hidâyet nûruyla aydınlanmadan önce, câhiliyyenin karanlığında, kaba, zâlim bir şahıs iken; Allah Rasûlü’nün hidâyet duâsını almış, hışımla girdiği kız kardeşinin evinde dinlediği Kur’ân-ı Kerîm’in tesiriyle İslâm’ın nûruna gözleri ve kalbi açılmaya başlamıştı. Câhiliyyenin evlât katili Ömer, artık gözü yaşlı, kalbi rikkat dolu, Hak karşısında iki büklüm bir Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- olmuştu.

Tavizsiz ve celâlli yapısıyla Efendimiz tarafından Hazret-i Musa’ya benzetilen Hazret-i Ömer; vahyin muhtevâsında inkişâf etmiş bir akıl, firâset ve dehâ sahibiydi. İlâhî ilhamlara nâil olarak, birçok kere ifadeleri, Kur’ân âyetlerine muvâfık düşmüştü. Efendimiz bunu ifade sadedinde şöyle buyurmuştur:

“Sizden önce yaşamış ümmetler içinde kendilerine ilhâm olunan kimseler vardı. Şayet ümmetim içinde de onlardan biri varsa, şüphesiz ki o, Ömer’dir.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6)

Onun hakikate tercüman olmakta böyle temâyüz etmesi, kendisine; «Fâruk» yani doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayırt eden lâkabının verilmesine vesile olmuştu.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ifadesiyle; gördüğünde şeytanın yolunu değiştirdiği, Allah tarafından lisânına ve kalbine hakikatin konduğu bu mübârek zâtın celâlli hâli ve gazabı yalnızca Allah düşmanlarına yönelik idi. Hak ve hakikat karşısında, Allah ve Rasûlü’nün değil bir emri, bir işareti karşısında derhâl, itâat ve teslîmiyet gösterirdi.

Ahmed bin Hanbel’in naklettiği şu hâdise bunun en güzel şahitlerindendir:

SAYISIZ SADAKAT NUMÛNELERİNDEN BİRİ…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği döneminde bir gün cuma namazına gidiyordu. Hazret-i Abbas’ın evinin duvar dibinden geçerken, damdaki oluktan -muhtemel ki temizlik dolayısıyla- iki damla kirli su Hazret-i Ömer’in cübbesine damlayıverdi.

Halîfenin canı sıkıldı ve başkasının üzerine damlamaması için, uzanıp eliyle oluğu aşağı düşürdü. Sonra da cübbesini değiştirip mescide geldi.

Verdiği cuma hutbesinde bu hâdiseye temâs ederek, cemaati îkaz sadedinde;

“–Cemaat, yanlış şeyler yapıyorsunuz. Gelirken, falan duvarın dibinden geçiyordum. Bir oluktan üzerime kir damladı; ben de elimin tersiyle itip, o oluğu düşürdüm.” dedi. Sözü henüz bitmişti ki, Hazret-i Abbas yerinden fırladı ve;

“–Yâ Ömer, sen ne yaptın? Ben bu gözlerimle gördüm; o oluğu oraya bizzat Rasûl-i Ekrem kendi elleriyle koymuştu.” dedi.

Hazret-i Ömer minbere yıkıldı kaldı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in koyduğu bir şeyi bozmak onun ne haddineydi! Derhâl toparlandı ve Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-’a;

“Vallâhi, ben başımı o duvarın dibine koyacağım. Sen de, ayağınla başıma basıp da çıkacak ve elinle o oluğu yerine koyacaksın…” dedi ve dediği gibi yaparak hatasını telâfi etti. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/210; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, 1/285)

Diğer taraftan Hazret-i Ömer, dîni muhafaza etmek sadedinde çok ileri görüşlü ve firâsetli idi. Peygamber Efendimiz tarafından, fitnelere fırsat vermeyen bir kapı olarak methedilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hâlifeliği zamanında Hudeybiye Musâlahası’ndan önce Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının, altında bey’at ettiği ağacın, insanlar tarafından ziyaret edilip âdetâ tâzim edilmeye başlandığını görünce, zaman içinde cahillerin onda bir ulûhiyet olduğu zehâbına kapılmalarına mânî olmak için bu ağacı kestirmişti.

Yüksek mânevî mevkiine ve Allah Rasûlü tarafından cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen Allah korkusuyla tir tir titreyen, zühd ve kanaat içerisinde yaşayan Hazret-i Ömer’in hilâfetinin en mühim vasıflarından biri de eşsiz adâleti oldu. «Adâletin ta kendisi» mânâsında, Ömerü’l-Adl diye adlandırılan Mü’minlerin Emîri, Dicle’nin kenarında bir kuzuya ilişecek kurttan dahî kendini sorumlu hissediyordu.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- vazifeye geldikten sonra, mes’ûliyetinin ağırlığından dolayı hüzün ve endişe içindeydi. Onu bu hâlde gören ve üzüntüsünün sebebini öğrenen Huzeyfe -radıyallâhu anh-;

“–Bu mu seni üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığını gördüğümüzde seni düzeltiriz” dedi.

Halîfe buna çok sevindi, Huzeyfe -radıyallâhu anh-’a sözünü yeminle tekrarlattı ve;

“–Allâh’a hamdolsun ki sizin içinizde, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler vâr etti.” diyerek şükretti. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)

Şam’a birlikte gittiği kölesiyle, devesine nöbetleşe binmeleri ve sıra kölesine geldiği için, şehre girerken kölesinin bütün ısrarlarına rağmen şehre yaya olarak girmesi, müstesnâ bir adâlet, tevâzu, îsar (kendi hakkından vazgeçme) ve kardeşlik örneği olarak tarihe geçti. Gece yarıları Medine sokaklarında sırtında erzak çuvallarıyla fakir-fukarânın sessiz feryatlarının imdâdına koşuyordu.

Hazret-i Ömer döneminde, İslâm ülkesi; Irak, Şam ve Mısır hudutlarına kadar genişlemişti. Büyük miktarda ganîmetler elde edilmişti. Fakat halîfe, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisat almayı kabul etmişti. Çünkü o her şeyiyle, Allah Rasûlü ve Hazret-i Sıddîk’ın izinde;

İKİ DOSTUN YOLUNDA

Hayatını yarı aç, yarı tok sıkıntı içinde idâme ettiriyor, zaman zaman borçlanıyordu.

Ashâbın ileri gelenleri, halîfenin bu hâline üzüldüler. Maaşını artırmak istediler. Fakat bu mevzuyu kendisine söylemek de onu iknâ etmek de çok zordu. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’in zevcesi ve aynı zamanda Hazret-i Ömer’in kızı olan Hafsa Vâlidemiz’den bu teklifi babasına arz etmesini rica ettiler. Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ-, babasına, ashâbın halîfelik maaşını yükseltme ve onu sıkıntıdan kurtarma teklifini açtı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya geçmiş günleri hatırlattı;

“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.

Hafsa Vâlidemiz;

“–Kifâyet miktarı (kıt kanaat yetecek kadar) idi.” cevabını verince Hazret-i Ömer, hazinenin bolluğuna karşılık, darlık içinde yaşamasındaki hikmetin Allah Rasûlü’ne ve selefi olan Hazret-i Ebûbekir’e ittibâ etmek olduğunu şu zarif misalle anlattı:

“–İki dost ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz makāmına vardı. Diğeri aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” (Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târih-i İslâm, c. I, s. 367)

Sonunda o da iki dostunun izinde lekesiz ve bembeyaz bir hayatın hüsn-i hâtimesiyle şehâdet şerbetini içti ve iki dostunun yanına Ravza-i Mutahhara’ya defnedildi.

İlâhî ilhamlara mazhariyetle, hak ile bâtılı ayıran keskin bir kılıç olan bu büyük sahâbînin sözleri ne kadar hikmetlidir;

 “Fazla lâkırdıyı terk eden kimseye hikmet bahşedilir.

Fazla (tecessüsle) bakmayı terk edenin kalbine tevâzû bahşedilir.

Fazla yemeyi terk edene ibâdet lezzeti bahşedilir.

Fazla gülmeyi terk edene heybet bahşedilir.

Mizahı terk edene izzet bahşedilir.

Dünya sevgisini terk edene, âhiret muhabbeti bahşedilir.

Başkasının ayıbı ile meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir.

(Müteâl, yani idrâk ötesi olan) Allâh’ın keyfiyetinde araştırma ve tecessüsü terk edene, nifaktan kurtuluş bahşedilir.”

“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, 30)

“Çalışıp gayret etmeden işini tembelliğe terk eden sonra da; «Biz tevekkül ehliyiz.» diyen kimselere Hazret-i Ömer;

«Siz Allâh’a değil başkalarının mallarına güvenen kimselersiniz. Hakikî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a itâat eden insandır.» diye cevap verirdi. (İbn-i Receb, Câmiu’l-ulûm)

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir emânet verildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyaya meylettiği zaman helâl-harâmı gözetiyor mu, ona bakınız!” (Beyhakî, Sünenü’l-kübrâ)

Bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birisini methediyordu. Ondan sitâyişle bahsediyordu. Hazret-i Ömer ona üç tane soru sordu:

a. Onunla hiç yolculuk yaptın mı?

b. Ticaret gibi bir alışverişte, içtimâî bir muâmelede bulundun mu?

c. Ona sabah-akşam komşu oldun mu?

Kişi bu üç soruya da «hayır» deyince, Hazret-i Ömer:

«Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ediyorum ki, sen onu tanımıyorsun!» dedi. (Gazâlî, İhyâ)

Kadı Şurayh, Hazret-i Ömer’e mektup yazarak nasıl hükmedeceğini sordu. Hazret-i Ömer cevâben şöyle dedi:

«Allâh’ın kitabında olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan, Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet. Allâh’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de yoksa sâlihlerin verdiği hükümlerle hüküm ver. Sâlihlerin verdiği hükümler arasında da yoksa, istersen sen hükmünü ver, istersen geri dur! Geri durup hüküm vermemenin senin için daha hayırlı olduğu kanaatindeyim, vesselâm…» (Nesâî, Kudât, 11-3)

“Kadınları fazla güzel süslü giydirmeyin. Onlardan birinin elbiseleri çok ve ziynetleri de güzel olursa dışarı çıkmak onların hoşuna gider.” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb)

“İnsanları düzeltmeniz için önce kendinizi ıslah etmeniz gerekir. İnsanların en cahili, kendi âhiretini başkasının dünyası için satandır.”

“Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!

Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıma, O’na muhabbet ve sadâkatle ittibâ etme husûsunda Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimiz’den ve onların hikmetli hayat düsturlarından hisse almayı cümlemize nasîb eylesin.

Bizleri de şahsiyet ve karakter tevzî ederek, ilmiyle, irfânıyla, sehâvetiyle, adâletiyle, tevâzuuyla, bütün övülmüş ahlâkî hasletlerle  İslâm’ın güler yüzünü aksettirebilen kullarından eylesin.

Âmîn!..