Çanakkale Zaferi ve Adsız Kahramanlar “Kolumu Kes Komutanım”

1997 – Mart, Sayı: 133, Sayfa: 042

Alman-İngiliz sanayî rekabetinin eseri olan l. Cihan Harbi başladığı zaman Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakkî istibdadı altındaydı. Millî tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Sultan Abdülhamid Han Hazretleri’ni yahüdî güdümlü bir entrika sonunda tahtından indirerek işbaşına gelmiş bulunan bu kadro, kısmen gaflet, kısmen de müteselsil ihanetler neticesi olarak, devleti badireden badireye sürüklemiş ve geniş ülkesiyle harb sahası dışında kalması zor olan Osmanlı Devleti’ni askerî ve ahlakî bakımdan tehlikeli bir noktaya getirmiş bulunuyordu.

Gerçekten 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan Harpleri facialarının açtığı yaralar henüz sarılmamıştı. Dahilî siyasette hasımlarını dehşetli bir terörle bertaraf etmek yoluna giden İttihat Terakkî kadrosu, harblerin doğurduğu iktisadî sıkıntıları da istismar etmek suretiyle zengin olma yolunu tutmuştu. Diğer cihetten ise, başlayan cihan harbi taraflarından herhangi birisi ile beraber olmak yolunda aralarında görüş birliği de yoktu. Talat ve Enver Paşalar, Almanlarla beraber olmayı arzu ederken, Cemal Paşa Fransızlar’ın dahil olduğu itilaf grubunu tercih ediyordu. Fakat bu grupta yahudi güdümlü İngilizler vardı. Bunlar harb neticesinde Filistin’i ele geçirip yahudiye ciro etmek hususunda kararlıydılar. Aynı grupta bulunan Ruslar’ınsa, topraklarımız üzerinde tarihî emelleri vardı. Bu yüzden Cemal Paşa’nın teşebbüsleri akîm kaldı.

Harb başladıktan kısa bir müddet sonra Rusya’da açlık baş gösterdi. 1904 ihtilali tecrübesinden bakiyye kalan komünistler, iktisadî sıkıntıları istismar ederek Çarlık idaresini sarsıyorlardı. Bu durumun bir komünist ihtilaline müncer olmasını önlemenin yegane çaresi, müttefiklerince Rusya’ya gıda vesair suretlerle yardımda bulunmaktı. Bunun için Romanya üzerindeki Galiçya cephesini geçmek, askerî bakımdan oldukça güçtü.

Diğer taraftan bu sırada Alman entelijansının tertibi olan müessif bir hadise, düşmanın ekmeğine yağ sürdü; Goben ve Breslaw (sonradan Yavuz ve Midilli) adındaki iki Alman zırhlısı güya düşman takıbinden kaçıyormuş gibi bir görünüşle Çanakkale Boğazı‘ndan içeriye girdiler. İttihat ve Terakkî hükümeti, îtilaf devletlerince protesto edildiyse de mezkur gemileri satın aldığı yolunda bir cevapla durumu geçiştirmek istedi. Bu hareketin Osmanlı Devleti’ni gereksiz ve vaktinden önce harbe sokacağını hesap edemeyen gafiller, bir de Türk sancağı çektikleri bu gemilerin personelini değiştirmek ihtiyacını hissetmediler.

Birkaç gün sonra güya bir tenezzüh (gezinti) maksadıyla Karadeniz’e açıldılar. Çok sonradan sabit olduğu üzere Enver Paşa’nın talimatıyla önce bir Rus nakliye gemisine saldırdılar ve sonra da Sivastopol’u bombardıman ettiler.

Böylece yahudi asıllı Alman amirali Suson’un emr-i vakîsiyle Osmanlı Devleti, cihan harbi yangınına itilmiş oldu. İşte bu sebepledir ki, müttefikler, boğazları geçerek Rusya’ya yardım götürmek ve muhtemel bir komünist ihtilalini önlemek gayesiyle Çanakkale’ye saldırdılar.

Cihan tarihinin en azametli harblerinden biri olan Çanakkale muharebeleri, İngiliz, Fransız ve İtalya gibi üç büyük devletin buraya yığdığı en modern zırhlılar ve üç yüz bin kişiden ziyade askere rağmen başarımızla sonuçlanmıştır. Ama ne pahasına!… 250.000 harp sahasında, takriben 150.000 de hastanelerde olmak üzere 400.000 vatan evladının şehadet şerbetini içmesi neticesi…

İttihatçıların kötü idarelerine ve askerî bakımdan bin bir noksanlığa rağmen Mehmedçik, silahtaki kifayetsizliğini îmanıyla telafi ederek Osmanlı’nın tarihine en son altın sayfalarından birini Çanakkale’de ilave etmiştir.

Aşağıdaki beyitler, Çanakkale’nin hakîkî şehîd cengaverlerini ne güzel dile getirir:

Neslindeki geçmiş şühedanın adedinden,
Erkam utanır zîr-i zeminler utanırken!
Ön safta koşar ilk ölü şevkiyle ölürsün;
Arzın yaşayanlardaki zevkiyle ölürsün!
Hem bak; ne asîlane kerîmane ölürsün;
Heykellere, şöhretlere bigane ölürsün!
Tavîz-i beka etmeyerek öyle tese’ül,
Eltafını, şanın şerefin addederek zül;
İsminle de, cisminle de hep birden ölürsün,
Meçhul olan eb’ada düşersin, gömülürsün!
Tarîhe girersinde bilinmez nedir ismin,
Tarihi yapan sen, senin efsanedir ismin…
Yadın, haberin son nefesinden de küçük, az;
Öldükte peyam-ı ademin halka yayılmaz!
Afakı tutan velveleler, arbedelerle,
Gökten ebediyyet dilenen abidelerle,
Meçhulün o hodgam, o şeref-aver ölümler,
Meçhulün o te’yîd-i hayat eyler ölümler…
Yoktur cesedin, zıll-i zevalin bile bazen,
Yoktur o avam abidesi tahta cenazen!
Kabrin!.. O da yok.. Varsa da tek bir taşı yoktur;
Naşın gibidir; sînesi yoktur, başı yoktur!..

Çanakkale Zaferi’nin maddî salahdan ziyade îman kuvvetiyle kazanıldığının sayısız misali vardır. Bunlardan biri olarak bu cepheye gönüllü katılmış yedek subay Muallim Hasan Ethem merhumun

şehîdlik mertebesine ermeden az evvel anasına yazdığı ve oradaki askerin hepsine şamil manevi iklimi aksettiren mektubunun bir parçasını dikkatlerinize aksettiriyoruz:

Valideceğim!

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!

Nasîhat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde (gölgesinde) otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sada île beni müjdeliyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığı1 akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sadasıyla beni tebşîr ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

Sanki bülbül bu terennümü île benim duygularımı aksettiriyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım! O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı derunî nağmeleri duyacak idi.

Şu anda bu güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Davudi sesli yiğit bir er ezan okuyordu.

Aman ya Rabbi! Bu ovada bu lahüti ses, sanki başka bir alemden geliyordu; ne kadar güzeldi! Bülbüller bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, herşey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti, o dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Dünya’nın bütün dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:

“- Ey yerlerin ve göklerin Rabbı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen bütün bunları bizlere verdin. Yine bizlerde bırak! Böyle güzel yerler ve şu nimetler, seni takdis ve senin yüceliğin! tasdik eden bizlere aid olsun!

Ey benim ulu Allah’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, senin ism-i celalini İngiliz ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek,böyle güzel ve sakin yerde sana dua eden bu askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..” diyerek dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ud, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Anneciğim, diğer oğlun Halid de benim gibi güzel yerlerdedir.

Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor! İnşallah düşman askerini kahreder de zaferle yanına döner ve düğünümü yaparız, olmaz mı?

Valideciğim, dualarından unutma! Allah senden razı olsun!..

Oğlun Hasan Ethem 4 Nisan 1331 -17 Nisan 1915

İşte Çanakkale Zaferi, böyle büyük kahramanların canları mukabilinde bize sundukları bir muvaffakiyet, bir hediyyedir. Ve bu şanlı müdafaa harbinin her zafer hamlesinde bunun gibi bilinen ve bilinmeyen nice misaller mevcûddur. İşte ibret dolu misaller:

Çanakkale’de ateş hattında çarpışan ve vazîfesi başında şehid olan zabit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin birşey anlatamadığı dakikada cebinden bir zarf çıkardı ve üzerine yarasından akan kanlarla yazmaya başladı:

“-Kıble ne tarafta?..”

Etrafındakiler, rühunu, beytullah’a dönerek Allah’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’in bu arzusunu yerine getirip onu kıbleye çevirdiler. Ölüm anında, bir yandan yüzü vuslat neş’esiyle dolan zabit, diğer yandan da mukaddes gayenin ulvî müdafaasının kaygısı içerisinde yazısına son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi:

“-Bölük intikamımı alsın!..”

BİR ŞEHİDİMİZİN SON SÖZLERİ

2 Haziran 1916’da Kolağası (Yüzbaşı) Mehmed Tevfik, Çanakkale Harbi’nde bir İngiliz mermisi ile yaralanmış ve şehîd olmadan önce şu mektubu yazmıştır:

Ovacık yakınlarındaki Ordugahtan 18 Mayıs 1331 Pazartesi (1916)

Sebeb-i hayatım, feyz-i refikim,

Sevgili babacığım ve valideciğim,

Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hain bir İngiliz kurşunu geçti. Hamdolsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından, bir hatıra olmak üzere, şu satırları yazıyorum.

Hamdü senalar olsun Cenab-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderat-ı ilahiyye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lazımsa öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i refkım ve hayatım oldunuz. Cenab-ı Hakk’a ve sizlere çok teşekkürler ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Vatanıma olan mukaddes vazîfemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehidlik rütbesine kavuşursam, Cenab-ı Hakk’ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman benim için pek yakındır.

Sevgili babacığım ve valideceğim! Gözbebeğim olan hanımım Münevver’! ve oğlum Nezihciğimi önce Cenab-ı Hakk’ın sonra sizin himayenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapmaya çalışınız. Servetimizin olmadığı malumdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstersem de boşunadır. Refîkama (eşime) hitaben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz! Tabi! ağlayıp üzülecek; teselli ediniz. Allah Teala’nın takdiri böyle imiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refîkamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hafızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha geniştir. Kendisinden sorunuz.

Sevgili baba ve valideciğim! Belki bilmeyerek size karşı bir çok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz! Hakkınızı helal ediniz! Ruhumu şad ediniz! İşlerimizin düzeltilmesinde refîkama yardımcı olunuz!

Sevgili hemşîrem Lütfiyeciğim!

Bilirsiniz ki, sizi çok severdim.

Sizin için gücümün yettiği nispette ne yapmak lazımsa isterdim. Belki size karşı da kusur etmişimdir. Beni afvet, mukadderat-ı ilahiyye böyle imiş. Hakkını helal et, ruhumu şad et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!

Ey akraba ve dostlarım, cümlenize elveda! Cümleniz hakkınızı helal ediniz! Benim tarafımdan cümlenize hakkım helal olsun! Elveda, elveda! Cümlenizi Cenab-ı Hakk’a tevdî ve emanet ediyorum. Ebediyyen Allah’a ısmarladık, sevgili babacığım ve valideciğim…

Oğlunuz Mehmed Tevfik

Diğer bir cengaver şehîdden ibretli bir tablo:

KOLUMU KESİVER KOMUTANIM!

Çanakkale muharebelerinde kumandanlık etmiş, yaralanmış emekli bir subay hatıratında şöyle anlatıyor:

Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar devam eden savaş, bu nispetsiz üstünlüğe karşı yine zaferimiz île neticelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muharebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmedciklerin “Allah Allah..” nidaları ufku titretiyor, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.

Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş île karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ızdırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isabetle hemen hemen tamamen kopacak hale gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerin sıkarak ızdırabını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:
“Şunu kesiver kumandanım!” dedi.
Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecburiyet ifade ediyordu ki, gayr-i ihtiyarî çakıyı aldım ve derinin uçunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazifeyi yaparken de:

“- Üzülme Ali Çavuş, Allah vucüduna sağlık versin!” diye moral vermeye çalışıyordum.

Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fanî vücudunu da feda etti. Gözlerini hayata yumarken de:

“Vatan sağ olsun! Allah îmandan ayırmasın!… Canım vatana feda olsun!..”

cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan gölü haline gelmişti.

Çanakkale harbi nasıl bir îman gücüyle kazanıldı? Bu hususta, bizzat harbe iştirak etmiş bulunan kahraman yiğitler, bizlere zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:

“Gönüllerimiz Allah’a niyaz halindeydi. O’nun yardım ve istianesine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize “Salat-ı Nariyye”yi okutturuyorlardı… Böylece ilahî yardıma nail olduk…”

Daima maneviyyat, maddeden üstün gelince, onu te’siri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı tarihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:

“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, manevî gücü mağlub etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik!..”

Bugün Anadolu’da tüten her evin kudsî hatırasında bir Çanakkale şehîdinin olduğu muhakkaktır. Her aile bir Çanakkale yetimidir. Bu hal, nesilden nesile intikal eden bir şeref madalyasıdır. Çanakkale, tarihe müşahhas şehîdiik mefhumunu bir daha nakşetmiştir. Bu şehîdlerin kabirleri sîne-i millettedir. M. Akif bunu ne güzel ifade eder;

Ey şehîdoğlu şehîd! İsteme benden makber;

Sana ağûşunu açmış duruyor Peygamber!..