Buhranlara Çare

Gönül İkliminde Damladan Deryaya -8-

Yıl: 2007 Ay: Eylül Sayı: 31

Müge, İffet Anne’nin karşısında kendisini önce biraz garip hissetti. Ancak İffet Anne’nin içten ve sıcak karşılaması biraz da olsa rahatlamasını sağlamıştı. Yine de biraz çekingen bir edayla mırıldanırcasına:

“–Hoş bulduk, hanım teyze…” dedi.

İffet Anne, Müge’deki tedirginlik hâlini sezmişti. Hemen buyur etti:

“–İçeri gel güzel kızım… Ben de yenice çay demlemiş, belki bir misafirim gelir, diye ümit ediyordum. Nasibin varmış…”

Müge üstündeki çekingenliği hâlâ tam olarak atamamıştı. Bir çocuk acemiliğiyle ayakkabılarını çıkardı ve çekingen adımlarla içeriye doğru yöneldi. İffet Anne’nin evi, fizikî yapısı itibariyle Müge’nin ailesiyle birkaç gün önce terk etmek zorunda kaldıkları eve benziyordu. Ancak sahip olduğu atmosfer tamamen farklıydı. İffet Anne’nin kendisini buyur ettiği salona girerken burnuna mis gibi bir gül kokusu doldu. Salonda sadelikle birlikte göze çok hoş gelen bir düzen hâkimdi. Gereksiz sayılacak bir eşya kalabalığı yoktu. Ortalıkta televizyon falan da görünmüyordu. Oysa birkaç gün öncesine kadar kendi oturdukları evde salonun en baş köşesi dev ekranlı bir televizyona ayrılmıştı. Ancak o da şimdi diğer bütün eşyalarla birlikte haciz sebebiyle ellerinden alınmıştı.

Müge alışkın olmadığı bu ortamda yabancılık hâliyle karışık bir huzur duygusu içinde hissetti kendini. Duvarlarda intizamla yerleştirilmiş birbirinden güzel hat ve ebrû tabloları hemen ilk bakışta gözü okşuyordu. Kendi evlerinin duvarlarında asılı duran, bazısı bunalım kokan iğreti çizgilerden oluşan bazısı da gayet müstehcen olan tablolar geldi aklına. Bir anlık bu zihnî mukayeseden utanır gibi oldu. Yüzü kızardı hafiften…

Salonun bir köşesinde devamlı serili durduğu her hâlinden belli olan bir seccade vardı. Müge bu seccadeyi görünce, birkaç sene önce kendi evlerinde yaşadıkları bir hadiseyi hatırladı. Annesinin akrabalarından bir hanım misafirliğe gelmişti. Tesettürlüydü… Namaz vakti geldiğinde ise, seccade istemişti annesinden. Annesi bu istek karşısında ilk önce afallamıştı. Çünkü o güne kadar evlerinde hiç kimse namaz kılmamış, Allâh’a secde etmemişti. Hâliyle seccadeye de ihtiyaç duyulmamıştı. Neyse ki misafire mahcup olmamak için zor bela eski çeyiz sandığının diplerinden, yer yer sararmış bir seccade bulunup çıkarılmış ve misafir hanımın eline verilmişti. Ancak bu sefer de kıble hususu, mesele olmuştu. Annesi: “Herhâlde şöyle olmalı, yok yok böyle galiba…” diye tereddüt edince, misafir kadın, pencereden en yakın caminin minaresine bakarak kıbleyi kendisi tayin etmek zorunda kalmıştı.

İffet Anne’nin salonunda göze çarpan bir diğer unsur da kitaplardı. Bir duvar, boydan boya, taşıdığı kitap yüküyle yer yer belini eğmiş raflardan oluşan eski bir kitaplıktan ibaretti. Müge’lerin evlerinde de kitaplıkları vardı. Lâkin içki dolaplarıyla süs vitrinleri, kitaplıklarından daha fazla yer kaplıyordu. Kitaplık da zaten büyük ölçüde gazetelerin vaktiyle vermiş olduğu ansiklopedilerden ve diğer promosyon kitapçıklardan oluşmaktaydı. Oysa İffet Anne’nin kitaplığı oldukça zengin bir kitap çeşitliliğine sahipti. Okuma masasının üstünde de Kur’ân-ı Kerîm ve bir tanesinin sayfaları açık duran birkaç kitap daha bulunmaktaydı.

Müge, İffet Anne’nin göstermiş olduğu kanepeye otururken ortada bulunan sehpanın üzerindeki çay tepsisi dikkatini çekti. Tepside iki adet çay bardağı hazırlanmıştı. Sanki İffet Anne, Müge’yi bekliyordu. Müge bir an böyle düşünmekle birlikte sonra kendi kendine: “Aman canım tesadüf işte… Hem belki kadıncağızın âdetidir böyle hazırda birkaç tane çay bardağı tutmak…” dedi. İffet Anne mutfak tarafına giderek çaydanlığı getirdi. Müge yaşlı kadının kendisine hizmet ettiğini görünce çaydanlığı onun elinden almak için yerinden kalkacak oldu. Ancak İffet Anne gülümseyerek o gönül okşayıcı sesiyle buna mâni oldu:

“­­–Sen otur kızım, misafire hizmet ve ikram etmenin ecrini çok görme bana. Hizmet etmek, ev sahibinin hem vazifesi, hem de en büyük şerefidir.”

Sonra besmele çekerek çayları doldurdu ve Müge’nin karşısındaki koltuğa oturdu. Müge’nin söze başlamaktaki çekingenliğini sezdiğinden ilk olarak kendisi sordu:

“–Nasılsın hanım kızım?”

Müge bu soru karşısında içinde bulunduğu hâli düşündü. Nasıldı? Aslında hiç iyi sayılmazdı. Cevabı da buna göreydi:

“–Mahvoldum İffet Anne! Açıkçası berbat bir durumdayım. Haberiniz var belki, babam iflâs etti. Bütün hayatımız alt üst oldu. Utancımdan kaç gündür arkadaşlarımın yanına bile uğrayamıyorum. Çünkü biliyorum ki arkadaşlarımın bir kısmı acıyan gözlerle beni süzecek. Önceden beri beni kıskanan bazı arkadaşlarım da içine düşmüş olduğum sefâlete içten içe sevinecek. Acıma numaraları yaparak üstü kapalı bir şekilde benimle dalga geçenler olacak… Artık markalı kıyafetler alıp giyemeyeceğim. Oysa bizim arkadaş çevremizde, giydiğin kıyafetin markasına göre itibar görürsün… Açıkçası şöyle bir düşünüyorum da, böyle bir durumda arkadaşım diyebileceğim -Şebnem hariç- hiç kimse gelmiyor aklıma. Cep telefonuma her gün onlarca mesaj ve arama gelirdi. Ama iflâs ettiğimiz günden bu yana bir tek kişi bile arayıp hâlimi hatırımı sormadı. Hattâ kendisinden tesellî beklediğim nişanlım da bir zarfın içinde yüzüğümü geri gönderdi. Geleceğe ait bütün hayallerim suya düştü. Kendimi aşağılanmış, bir kenara itilmiş, kaldırım kenarlarında çiğnenmiş çiçekler gibi hissediyorum. Dün gece intihar etmeyi bile düşündüm. Artık her şey o kadar anlamsız ki!..”

İffet Anne, Müge’nin içinde bulunduğu durumdan haberdardı. Söze başladı:

“–Kızım, içinde bulunduğun durumu tahmin edebiliyorum. Sen aslında mahvolmadın, bilâkis mahvolmaktan kurtuldun. Sen narkoze olmuş bir insan gibi farkında olmadan uçurumların civarında, girdapların etrafında dolaşıyordun. Nefsinin esareti ve kahkahaların çılgınlığı içindeydin. Fakat senin kim bilir hangi güzel hâlin dolayısıyla Allah sana merhamet etti. Şu an senin eski hayatına neşter vuran hâdise, şimdi acı verse de neticede seni ebedî sıhhate kavuşturacak bir ilâhî lütuf olabilir. Tıpkı ameliyat görüp sıhhate kavuşan bir hasta gibi…

Bir de şu pencereden bak hâdiseye:

O arkadaşların senin gerçek anlamda arkadaşın olsa, böyle bir durumda da seni yalnız bırakmazlardı. Sen böylece onlarla arandaki ilişkinin dostluk değil tamamen bir menfaat ilişkisi olduğunu görmüş oldun. Buna bence o kadar fazla üzülme. Bir yanlışın farkına varmak neden bu kadar üzüyor ki seni? Şimdiden sonra vefa sahibi gerçek dostlar kazanmanın yoluna bak…

Yaşadığın buhrana gelince: Bunun sebebi sence nedir? Hiç uzun uzadıya düşündün mü? Bu buhranların sebebi -belki biraz garip gelecek ama- kesinlikle babanın iflâs etmesi ve eski zenginliğinizi kaybetmeniz değil. Sahip olduklarının birer birer elinden çıkması hiç değil… Peki ya ne?”

İffet Anne, sözünün bu noktasında bir müddet sustu. Müge’nin her hangi bir cevap vermese de bu soru üzerinde üç beş saniye olsun düşünmesini istiyordu. Müge bu beklemediği soru karşısında, bir an şaşırdı. Nasıl yani? Her şeyin sebebi, basbayağı babasının yaşadığı iflâstı. Başka ne olabilirdi ki?

İffet Anne sözlerine şöyle devam etti:

“–Bunalımlarının gerçek sebebi dünya malına karşı kalbinde beslediğin aşırı muhabbet ve bağlılıktan ibaret… Evet, sadece budur gerçek sebep. Eğer bütün umutlarını sahip olduğun maddî zenginliğe bağlamış ve elindeki mal mülkle mağrur hâle düşmüşsen, onlar elinden alındığında da derin bir boşluğa ve yalnızlığa düşmen ve tenhalarda kalman kaçınılmaz.

Oysa bir de şöyle düşün:

Biz bu dünyaya gelirken üzerimizde bir parça bez bile yoktu. Midemiz de bomboştu. Ama Allah Teâlâ bizi hayat sahasına düştüğümüz ilk andan itibaren rızıklandırmaya başladı. Doğar doğmaz bizim için, bünyemize ve o anki ihtiyacımıza en mükemmel sûrette karşılık veren bir gıda olarak anne sütünü yarattı. O günden beri de rızıklandırmaya devam etmektedir. Yani sahip olduğumuzu sandığımız her şey aslında Allah’ın lütfuyla bahşedilmiş nimetlerden ibaret. Gerçek sahibi, onları istediği zaman geri alma hakkına ve kudretine sahiptir. Bu sebeple mala, mülke itimat etmeyip onun gerçek sahibine, yani sadece Allah’a tevekkül etmemiz ve o yüce kudrete teslim olmamız şarttır.

Bil ki, Allah kulunu zâyî etmez… Biz, gerek zenginlikte gerek fakirlikte, gerek sağlıkta gerek hastalıkta, her hâlükârda O’na karşı tevekkül ve teslimiyet hisleriyle dolu olmalı, bizim için takdir ettiği her şeye boyun bükmeliyiz.

Görmez misin bir çocuk, korkulu bir hengâmda anne babasına nasıl da yapışır? Peki ya biz? Biz, ilâhî kudrete ne kadar teslimiyet hâlindeyiz?! İşte bunu başarabilirsek, hiçbir dünyevî sıkıntı bizi sarsamaz. Kadere isyan ile elimize geçecek tek şey, hüsrandır. Çıkmaz sokaklarda yol aramaktır.”

İffet Anne, bu sözleri söyledikten sonra oturduğu yerden doğrularak okuma masasına yöneldi. Açık duran kitabın üstündeki bir not kâğıdını aldı ve tekrar koltuğuna oturarak şöyle dedi:

“–Sen gelmeden önce Mesnevî isimli şu kitabı okuyordum. Tam da tevekkül hakkındaki bir pasajı yeni bitirmiş ve bir kısmını da bu kâğıda not etmiştim. İzninle onu okuyayım sana:

«Kaderden sakınmakta perişan olmak, kötülüklere uğramak vardır. Yürü, tevekkül et; çünkü tevekkül, işlerin en iyisidir. Kaza ve kaderle pençeleşme ki, kaza ve kader de seninle pençeleşmesin, kavgaya tutuşmasın. Allâh’ın hükmüne ve takdirine karşı ölü gibi olman gerekir ki, sabahın Rabbi olan Allâh’tan bir kahır yarası almayasın.

Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Tevekkül ise, tedbirlerin bittiği noktada Rabbine sığınmaktır. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır ki?!»

Tevekkül, insandaki rûhî mukâvemeti artıran en büyük haslettir. Bu haslete sahip olan bir kişi, değil intiharı düşünmek, içinde bulunduğu hâlden en ufak bir şekilde şikâyet dahî edemez.

Sen bir de intihar etmekten bahsettin. Bu şekilde yaşadığın sıkıntılardan kurtulabileceğini sanıyorsun. Ama unutma ki, intihar bir insanın uğrayabileceği en büyük ziyandır. Kişinin kendisini ebedî hüsrana hapsetmesidir. Çünkü sahip olduğumuz her şey, Allâh’ın bize bir emanetidir. Biz bu emanetleri korumak ve O’nun istediği yönde değerlendirip kullanmak durumundayız. En önemli ve kıymetli emanet de can emanetidir. Can emanetini Allâh’ın emrine isyan ile almak, yani kendi öz canımıza kastetmek, büyük bir günahtır. İntihar, dönüşü olmayan tek yoldur; işlendikten sonra tevbe etmesi mümkün olmayan tek günahtır.”

Müge, solgun ve buğulu bakışlarını pencereden dışarıya çevirerek:

“–Günahtan bahsediyorsun İffet Anne… Ben bu kelimeleri çok fazla duymuş birisi değilim. Annem babam bana sevap nedir, günah nedir, öğretmedi. Oysa küçüklüğümden beri beni çok severler. Bir dediğimin iki edildiğini hatırlamam. Benim bütün istediklerimi yaptılar şu ana dek… Bütün nefsânî arzularımı, tatminkâr bir şekilde yaşadım. Ama anamın babamın bana bu yanlış davranışı şimdi pahalıya mâl oluyor. Bundan sonra ise hayat çok farklı olacak sanırım. Çünkü, bütün hayat şartlarım değişti ve şu son birkaç gündür de kimseden vefanın kırıntısını bile göremedim.” diye mırıldandı.

İffet Anne şefkat dolu bakışlarla şöyle dedi:

Kızım, şu güne kadar anne ve baban sana olan sevgileri sebebiyle bütün maddî ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamış olabilir. Ancak, anladığım kadarıyla onlar senin en fazla ihtiyaç duyduğun mâneviyatı, gafletlerinden dolayı fark edememişler. İnsanoğlu, hem maddî hem de mânevî yönlere sahip bir varlıktır. Bu sebepten onun, maddî yapısını doyuracak gıdalara olduğu kadar mânevî yapısını doyuracak gıdalara da ihtiyacı vardır. Her iki açlık da doyurulmalı ve bedenimizle ruhânî hayatımız bir âhenk içinde olmalıdır. Bu da gerçek mânâda dinî ve ahlâkî eğitimle olur. Allâh’a olan inancımız ve bu inanca uygun bir hayat hem bizim varlığımıza anlam kazandırır hem de hayatta karşılaşmış olduğumuz zorluklara karşı mukavemetimizi artırır.

Sonra kızım, sakın ola arkadaşsız kaldığını da düşünme. Bak senin Şebnem gibi vefâkâr ve sana hiçbir zaman küsmemiş olan bir arkadaşın var. Onun vefâsı sana yeter.

Unutma ki;

Vefâkârlık, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Ne kadar zor da olsa elde edilmeli ve yaşatılmalıdır. O kaybolduğu zaman gönüller mahzun olur, kimsesiz kalır, harabeye döner.

Bunun için ilk vefâ, Cenâb-ı Hakk’adır. Çünkü bizi yaratan O’dur. Mal – mülk O’na aittir. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. O’na vefalı olan, sâlih kullar arasına dâhil olur.

Vefâ bahsinde Mehmed Âkif merhumun şu hatırasını da anlatmadan geçemeyeceğim:

Mehmed Âkif, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi davet etmiş. Yaşlı hocaefendi bu davete biraz geç gelmiş ve gecikme sebebi olarak da Vefa Yokuşu’ndan çıkışının biraz vakit aldığını söylemiş. Merhum Âkif de bu yerinde mâzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve manidar şekilde şöyle cevaplamış:

«Hangi Vefa Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi? Şimdiki nesil o yokuşu çoktan düzledi.»

Âkif merhum, bugünkü toplumumuzu görse, kim bilir nasıl feryat ederdi. Bugün insanlar, izleri silinmiş, unutulmaya yüz tutmuş iyilikleri nefsânî arzularının galebesi sebebiyle hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle vefâ kelimesi, âdeta ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Bahçelere bekçilik için konulan köpekler dahî vefâkârlığına göre itibar kazanır. Yani bir hayvanda bile asâlet aranır. Hazret-i Mevlânâ bu hususta ne güzel buyurur:

“Vefâ, köpekler için bile bir değerdir. Vefâsızlık, köpekler için dahî bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da bir insan olarak vefâsızlık gösterebiliyorsun!..”

Bir de şöyle bir hadise anlatılır:

Hazret-i Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’yi hastalığı sebebiyle ziyarete gitmişti. Talebeleri ve dostları, sokağın başında ve sonunda ihtiram hâlinde bekliyorlarmış. Dar bir yerden de bir köpek geliyormuş. Mevlânâ’nın talebelerinden biri telâşla o köpeğe vurup uzaklaştırdı. Mevlânâ o talebesine:

“–Evlâdım!.. Çelebi’nin mahallesinin köpeğine mi vuruyorsun?” diye sitem etmiş.

Bu hâdise, hem Mevlânâ’nın hayvanlara olan şefkatini göstermekte, hem de dostlarına olan sevgi, vefâ ve bağlılığının derecesine işaret etmektedir. Zira dostuna herhangi bir şekilde yakınlığı olan her şeye, velev ki mahallesinin köpeğine bile olsa, vefa gösterilmelidir. Çünkü vefâ, muhabbetin aynasıdır.

Hazret-i Mevlânâ vefasızlardan uzak olmanın zarûretini de şöyle ifade eder:

«Vefasızlara gitme!.. Onlar yıkık birer köprüdür.»

Vefâ, İslâm’ın şiarlarından biri ve belki de en esaslısıdır. Zira vefâ, ahde riâyet, yapılan bir iyiliğe sadakat göstererek onu unutmamaktır. Minnettarlıktır, sadâkattir…

Vefânın en güzel örneklerini İslâm’da buluruz. Peygamber Efendimiz, vefat eden Hatice Annemizin akrabalarına bile çok ihtimam gösterirdi. Bir kurban kesse, Hatice Annemizin akrabalarına da mutlaka et gönderirdi.

Vefâ, ince ruhlu, hassas, rikkat sahibi kalplerin hasletidir.”

İffet Anne, bu minvalde Müge’yle bir hayli konuştu. Ona, gönlündeki buhranların hakikî çarelerini göstermeye çalıştı.

Müge, İffet Anne’nin yanından ayrıldığında üzerindeki dağ gibi ıztıraplar âdeta kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Uçarcasına evine doğru giderken kendi kendine sitem etmekteydi:

“Yıllarca aynı apartmanda İffet Anne’den yazık ki boşuna uzak yaşamışım…”