Bugün Gönül Ehli Mü’minlere İhtiyaç Var

Altınoluk Dergisi – Osman Nûri Topbaş Hocaefendi ile Müsbet ve Menfî Örneklik Üzerine… -1-

ALTINOLUK DERGİSİ, 2018 – Temmuz, Sayı: 389, Sayfa: 032

Altınoluk: Efendim; Kur’ân’da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için “Üsve-i Hasene: Güzel Örnek”[1] ifadesi kullanılıyor. Yani İslâm’ın tebliğinde Kur’ân var, Rasûlullâh’ın sözleri var, bir de “Güzel Örnekliği” var. İnsanların bir inanç-değer manzûmesini anlaması bakımından “örnek oluş”un önemini nasıl değerlendirmeliyiz?

Osman Nûri Topbaş: Cenâb-ı Hak, insanoğlunu zulmetten nûra, küfürden hidâyete çıkarmak için birçok yardımda bulunmuştur. Kâinâtı ilâhî kudret ve azametinin sergilendiği bir mektep kılmıştır. Bu kâinat mektebinde tahsil edilecek ilâhî kitapları, yüce katından inzâl etmiştir. Bu mektebin muallimleri olarak da peygamberleri göndermiştir.

Peygamberler, en büyük insan terbiyecileridir. İlâhî hükümlerin hayata nasıl tatbik edileceğini fiilen göstermekle vazifelendirilmiş, örnek şahsiyetlerdir.

İnsanlar şahsiyete hayran, karaktere meftundurlar. İlâhî terbiye altında yetişen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kırk yaşına gelene kadar O’na müşrikler bile “el-Emîn, es-Sâdık” dediler, en çok O’na îtimâd ettiler. Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e peygamberlik vazifesi verince, O evvelâ şahsiyet ve karakterini tescil ettirdi. Kavmini çağırdı ve onlara:

“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasp edecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu.

Kureyşliler hiç düşünmeden:

“–Evet, inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik, (içimizde en doğru insan Sen’sin).” dediler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kavminden bu tasdîki aldıktan sonra onlara ilâhî hakikatleri bildirmeye başladı.[2]

Müşriklerin önderi Ebû Cehil ve arkadaşları bile, Rasûlullah Efendimiz’in doğruluğunu tasdik hâlindeydiler. Nitekim bir gün Efendimiz’e;

“–Ey Muhammed, vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim yanımızda son derece sâdık bir insansın. Ancak biz, Sen’in getirmiş olduğunu yalanlıyoruz.” dediler.

Böylece, vicdânen kabul ettikleri bir hakikati, nefsâniyetlerine uyarak reddettiler. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurarak müşriklerin perişan hâllerini gözler önüne serdi:

“Onların söylediği sözlerin Sen’i hakikaten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler, açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33)[3]

Yani Efendimiz’in şahsiyet ve karakterinin doğruluğunu, dürüstlüğünü, güvenilir ve sâdık bir insan olduğunu, aslâ yalan bir haber vermeyeceğini, düşmanları bile teslîm ediyordu.

Demek ki bir müslüman, bulunduğu toplumda; doğruluk, adâlet, güvenilirlik timsâli olacak. Örnek bir şahsiyet ve karakter sergileyecek. Yaptıklarıyla söyledikleri, birbirini tasdik edecek.

Diğer taraftan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allah’tan gelen emir ve nehiyleri evvelâ kendisi büyük bir titizlikle hayatına tatbik ediyor ve bizzat yaşadığı şeyleri ümmetine tebliğ ediyordu. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nezih yaşayışıyla canlı bir Kur’ân’dır; güzel ahlâkıyla, Kur’ân’ın fiilî bir tefsiridir. Âyet-i kerîmede;

“O, hevâsına (arzusuna) göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4) buyrulmaktadır. Yani hadîs-i şerîflerde verilen tâlimatların, her ne kadar lâfzı Rasûlullah Efendimiz’e âit ise de mânâsı Cenâb-ı Hak’tandır.

“İnsanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır.” demiştik. Nitekim asr-ı saâdette müslüman olanların birçoğu, okuma-yazma bilmiyorlardı. Bilenler de Kur’ân okumaktan ziyâde, Kur’ân ahkâmının ve ahlâkının, Rasûlullah Efendimiz ve ashâbının şahsında sergilenen güzelliklerini görerek, İslâm’ın ne yüce bir dîn olduğunu anlamış ve hidâyetle şereflenmişlerdi. Dolayısıyla İslâm’ı canlı bir şahsiyet ve karakter hâlinde sergileyebilmek, bu kadar mühim bir kıymeti hâizdir.

Ayrıca bu metot, tebliğin en tesirli şeklidir. Yani ilâhî hakikatleri, âdeta ete-kemiğe bürünmüş müşahhas misaller içinde tebliğ etmek, onu sadece sözle beyan etmekten, çok daha bereketli bir netice hâsıl eder. Zira insan müfekkiresi, mücerred hakikatleri kavramakta ekseriyetle zorlanır. Fakat aynı hakikatlerin tezâhürlerini, müşahhas hâdiseler içinde gördüğünde, kolayca idrâk eder.

Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri; “Hâl ile öğüt veren, kāl ile (sözle) öğüt verenden hayırlıdır.” buyurmuştur. Yine hâl ile öğüt vermenin ehemmiyetini ifade sadedinde; “Sakın sözün maskarası olma!” îkâzında bulunmuştur.

Diğer taraftan, İslâm’ı gerçek ve mükemmel bir dünya görüşü yapan; onun hayata tatbik edilip yaşanabilen bir din olduğunu müşahhas örneklerle ispatlayabilmiş olmasıdır. Yani “fiilî kıstas”lara sahip olmasıdır. Bundan mahrum olan beşerî nazariye ve felsefeler ise kütüphanelerin tozlu raflarında çürümeye mahkûm kalmış, insanlığa hiçbir zaman huzur ve saâdet verememişlerdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ilâhî kudretin insanlıkta tecellî eden bir hilkat bedîası, bir sanat hârikasıdır. Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği “kâmil insan” modelini, O’nun şahsında sergilemiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

(Rasûlüm!) Onu (Kur’ân’ı) Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) uyarıcılardan olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)

Dolayısıyla Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i anlamadan, O’nun gönül dokusundan hisse almadan, O’nun Sünnet-i Seniyyesi’ni hayat düstûru edinmeden; ne Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla anlayabiliriz, ne bu kâinattaki ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ olabiliriz, ne de makbul bir İslâm şahsiyeti sergileyebiliriz.

Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

(İnsanları) Allâh’a çağıran, salih amel işleyen ve «Kuşkusuz ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 33) buyuruyor.

Demek ki insanları Allâh’a davet etmek için evvelâ İslâm fiilen ve takvâ üzere yaşanacak, sonra da yaşanan bu gerçekler tebliğ edilecek. İslâm ahlâkı, şahsiyet ve karakterimizde hayat bulacak. İşte böyle kullarını Cenâb-ı Hak methediyor…

Altınoluk: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanların önüne konan “güzel örnekliği” hangi alanlarda tezâhür etmiştir?

Osman Nûri Topbaş: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel örnekliği; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta, muâşerette, velhâsıl hayatın her alanında tezâhür etmiştir. Zira İslâm bir bütündür, hiçbir boşluk bırakmadan hayatın her ânını tanzim eder.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel örnekliğine birkaç misal verecek olursak:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ibadette rûhâniyete en güzel örnektir:

Allah Rasûlüʼnün namazı dâimâ bir Mîrac hâlinde, yani Cenâb-ı Hak ile târifsiz bir vuslat mâhiyetinde idi. O’nun namazında bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Kâbe’nin Rabbi idi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Namazını, (dünyaya) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” [4] buyurarak namazda bütün dünyevî düşünceleri geride bırakmayı, yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda bulunmaya teksif olmayı emretmektedir.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazın kalbî cihetini; “…Namaz, huşû duymak, tevâzu ve tezellül göstermektir…” şeklinde ifade buyurmuştur.[5]

Sahâbeden Abdullah bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in namazdaki huşû hâlinden bir manzarayı şöyle tasvir eder:

“Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılmış; elbisesini, sakal-ı şerîflerini ve secde ettikleri yeri, mübârek gözyaşlarıyla yıkamışlardır. Kendisine:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” denilince de:

“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Demek ki, “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…”[6] buyuran Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu tâlimâtıyla biz ümmetine de kalp ve beden âhengi içinde ve âdeta Mîrac ikliminde namaz kılmayı emretmektedir. Namaza gösterdiği bu îtinâyı da bütün bir ibadet hayatımızda tatbik etmemizi tâlim buyurmaktadır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahlâkta nezâkete en güzel örnektir:

Çölden gelen yeni müslüman olmuş bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen karşı çıkarak adamı azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Sonra da Rahmet Peygamberi Efendimiz, o kimseye mescitlerin ehemmiyetini ve âdâbını, tatlı bir dille îzah ettiler.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz günaha olan nefreti günahkâra taşırmazlardı. Günahkârı, şefkat ve merhametle tedaviye muhtaç olan yaralı bir kuş gibi telâkkî ederlerdi.

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” buyururlardı. (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muâmelâtta zarâfete en güzel örnektir:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sadece gayr-i müslim ve münâfıklardan değil, İslâm’ın zarâfetini henüz yeterince kavrayamamış yeni müslümanlardan sâdır olan kabalıklara da, büyük bir sabırla tahammül gösteriyordu. Çölden gelen görgüsüz bedevîlerin kaba bir hitapla:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmalarına rağmen O, her seferinde kendilerine yumuşak bir üslûpla:

“–Buyurun, isteğiniz nedir?” diye mukâbele ediyordu. Yani muhataplarının kabalığına rağmen O, hiçbir zaman nezâket ve zarâfetini bozmuyordu.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte; bir müslümanın nezâketi şöyle tasvir buyrulmaktadır:

“Mü’min, bal arısına benzer. Arı; dâimâ temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise kırılmaz, bozulmaz.”[7]

Tasavvufî terbiye de bunu gerektirir. Tasavvufun ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir. Yani ilâhî affa lâyık hâle gelebilmek için, Allâh’ın kullarını affedebilme faziletine ermektir.

Allâhʼın Habîbi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Fakat O, bu eziyetlere rağmen daima, hamd, şükür, hâle rızâ, sabır, tahammül, tevekkül ve teslîmiyet zirvelerinde, gönül huzuru içinde yaşamıştır.

Mevlânâ Hazretleri, peygamberlerin en mühim vazifesi olan tebliğ ve irşâdın ne büyük bir sabır işi olduğunu ifâde sadedinde;

“Belâlardan çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham insanları yola getirmek, zaten (başlı başına bir) belâdır.” buyurmuştur.

Fakat yine Mevlânâ Hazretleri, belâ ve musîbetlere sabırla tahammül göstermenin insana kazandırdığı kemâlâtı ifade sadedinde;

“Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı.” buyurmuştur.

Bunun içindir ki, Allah yolunda türlü sıkıntılara katlanan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâvâsında muvaffak olup Allâh’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lûtfettiği zamanlarda bile, bir kenara çekilip insanların eziyetlerinden kurtulmayı aslâ düşünmedi.

Nitekim bir gün kalabalık bir sahâbe grubunun içinde diz üstü oturmuş yemek yerlerken O’nu bu hâlde görüp yadırgayan bir bedevî:

“–Bu nasıl ve ne değişik bir oturuş!” diyerek Efendimiz’in yüksek edep ve zarâfeti karşısındaki hayretini ifâde etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Allah Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zâlim değil!” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Et’ime, 17/3773)

Yani kendisinin hiçbir zaman mağrur ve kibirli insanlar gibi hareket etmeyeceğini beyân etti. Böylece ince ve hassas rûhuyla bütün insanlığa nezâket ve zarâfet timsâli olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- inatçılık, zorbalık, zulüm, gurur, kibir gibi kötü sıfatların, mü’minin şahsiyetiyle aslâ bağdaşmayacağına işaret buyurdu.

Peygamber Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- da, aziz yeğeninin insanlarla haşır-neşir olup onların çeşitli eziyetlerine mâruz kalmasından büyük ıztırap duyuyordu. Bunun için, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, yüksek bir taht üzerinde oturup hiç olmazsa bu sıkıntıların bir kısmından kurtulmasını istemişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:

“–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzura kavuşturuncaya kadar onların aralarında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa‘d, II, 193; Heysemî, IX, 21)

Demek ki bir mü’minin her hâli, zarif olmalıdır. Nasıl ki bir vazoya konulan çiçekten gaye, huzur vermesi ise bir müslüman da her girdiği yere huzur tevzî etmelidir.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gönüldeki letâfete en güzel örnektir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gördüğü yanlış hâl ve tavırları mü’minlerin yüzüne vurmaz, onların rencide olmasını istemez, bunu onlara yakıştıramadığını ifade sadedinde sadece; “Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyururdu.

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-, çocuk yaşta hizmetinde bulunduğu Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kendisini nasıl muhabbetle terbiye ettiğini anlatırken şöyle demiştir:

“Ben Rasûlullâh’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum. Allah Rasûlü’nün kokusundan daha hoş bir râyiha koklamadım. Efendimiz’e tam on yıl hizmet ettim; bana bir defa bile «öf!» demedi. Yaptığım bir şey sebebiyle «Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle de «şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi.” (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82)

Cenâb-ı Hak onun bu yumuşak huyunu şöyle methetti:

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sîmâdaki nûr-i melâhate en güzel örnektir:

İnsanın sîreti, sûretine akseder. Kişinin hâlet-i rûhiyesi, sîmâsından belli olur.

Yahudî âlimlerinden Abdullah bin Selâm, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret edince merakla yanına geldi. Mübârek sîmâsına bakınca da;

“Bu yüz aslâ yalan söylemez!” diyerek müslüman oldu. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)

Cenâb-ı Hak da Peygamber Efendimiz’le beraber bulunan bahtiyar kulların vasıflarını zikrederken;

“…Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) buyurmaktadır.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- lisanda selâsete en güzel örnektir:

Peygamber Efendimiz’in sözlerinde selâset, lisânında talâkat, kelimelerinde fesâhat, beyânında fevkalâde belâğat vardı. Konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı, kelimeleri ne bir fazla ne de bir eksik idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından rahatça anlaşılırdı. Çabuk çabuk konuşarak sözlerini arka arkaya sıralamazdı. Hâsılı O, insanların en fasih, veciz ve hikmetli konuşanı, en özlü söz söyleyeni ve merâmını en doğru şekilde ifâde edeni idi.

Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gidip bey’at etmiştik. Huzûr-i âlîlerinden ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana:

«–Yavrucuğum, bu zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz ve sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.» dediler.” (Heysemî, VIII, 279-280)

Velhâsıl, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış bir mü’min, açılmış bir çiçek gibi güzelliğiyle, hoş râyihasıyla, rûhu okşamalıdır. Her sözü, rûha gıdâ olan pırlanta ifâdelerden müteşekkil olmalıdır. Sîmâsından tebessümü eksik etmemeli, tatlı diliyle rahmet tevzî etmelidir.

֍

Peygamber Efendimiz’in örnekliğine dair şu da mühim bir hakikattir ki, bir insan ancak kendi sosyal statüsünde olanlara örnek teşkil edebilir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i her insana örnek teşkil etsin diye, yetim çocukluktan başlatıp devlet başkanlığına kadar hayatın hemen hemen her kademesinden geçirmiştir. Bu yönüyle de O, kıyâmete kadar gelecek bütün toplumların en alt kademesinden en üst kademesine kadar her bir ferdine en güzel örnek teşkil eder.

Hiçbir insan; “Benim başımdan o kadar büyük meşakkatler geçti ki; Allah Rasûlü’nde, O’nun getirdiği Kitap’ta, O’nun yetiştirdiği İslâm toplumunda, bunun bir benzeri yoktur.” diyemez. Rasûlullah Efendimiz’in getirdiği hayat nizâmı, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığın her türlü meselesine cevap verebilecek mükemmelliktedir.

Altınoluk: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz her fânî varlık gibi bu dünyaya veda etmiş, dâr-ı bekāya irtihâl eylemiştir. Oysa İslâm devam ediyor. Bugün İslâm’ın insanlara tebliğinde sadece Kur’ân’ı ve Rasûlullâh’ın güzel örnekliğini anlatmak yeterli midir? Yoksa insanların önüne, Rasûlullâh’ın güzel örnekliğinin bütün zamanlara taşınabileceğini göstermek üzere bu zamanda da müslümanlar olarak “güzel örnek”ler sergileme zaruretinden söz edilebilir mi?

Osman Nûri Topbaş: Elbette. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, kendisinden sonra insanlığa tebliğde bulunacak, ümmeti irşâd edecek olan Ashâb-ı Suffe’yi yetiştirdi. Onları uzak diyarlara gönderdi. Onlar, gittikleri beldelerde Allah Rasûlü’nün temsilcisi oldular.

Ashâb-ı kirâm, talebeleri oldukları Allah Rasûlü’nün ilmi yanında bir de hâlini, ahlâkını, ihlâs ve takvâsını tahsil ettiler. O’nun kulluk heyecanını, tebliğ gayretini, takvâ hassasiyetini, bizzat görerek ve hissederek idrâk ettiler. Bugün de İslâmî ilimleri tahsil eden talebelere, ilmin yanında o hâli, muhabbeti, takvâyı da kazandırmak gerekiyor.

Nasıl ki gözle göremediğimiz ışınlar var; alfa, beta, gama, mor ötesi vs… Bunun gibi insan yüreğinden de birtakım, göremediğimiz fakat tesirine şahit olduğumuz ışınlar çıkıyor. Bunun müsbetine “feyz” diyoruz; menfîsine “gaflet” diyoruz, “kasvet” diyoruz.

Meselâ aynı âyet ve hadîsi bir sâlih zâttan dinlediğimizde ayrı tesir ediyor, kendimiz okuduğumuzda veya avamdan birinden dinlediğimizde ayrı tesir ediyor. İşte bu, gönül farkından dolayıdır.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a îman edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor.

Demek ki mü’min, evvelâ kendini zâhiren ve bâtınen ihyâ edecek, o kıvam ile tebliğde bulunacak. Şayet bunu yapmazsa, yani söylediklerini yaşamazsa, yürekten gelmeyen samimiyetsiz telkinlerde bulunmaya kalkarsa, bundan hiçbir müsbet tesir beklenemez. Nitekim Cenâb-ı Hak böyle kimseleri, yani yaşayışıyla örnek olmayanları, Cuma Sûresi’nde kitap yüklü merkeplere teşbih ediyor.[8]

Saff Sûresi’nde de şu îkazda bulunuyor:

“Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (es-Saff, 2-3)

Yaşayışıyla söyledikleri tutarsız, özü sözüne uymayan böyle gâfil kimselerin, başkalarını gafletten uyandıramayacağı mâlumdur. Kendisi uyuyan biri, başkalarını nasıl uyandırabilir ki?!. Peygamberler de insanları gafletten uyandırmak için gönderilen örnek şahsiyetlerdir.

Allah Rasûlü’nün ebediyete irtihâlinden sonra ashâb-ı kirâm, tâbiîn, tebe-i tâbiîn, ecdâdımız Osmanlı, İslâm sancağını kıtalara taşıdılar. Âlimler, ârifler ve kâmil insanlar, beldelerden önce gönülleri fethettiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzel örneklik vasfını kendi şahsiyetlerinde temsil ve tebliğ etmeyi başarabildikleri nisbette ilâhî yardıma mazhar oldular. Böylece maddî-mânevî fütûhâta ve hidâyetlere vesîle oldular.

I. Murad Han Kosova’yı fethetti ve bu fetihte şehid oldu. Ardından gelenler, Kosova’ya Anadolu’dan getirdikleri temiz halkı yerleştirdiler. Onların yaşayışlarında İslâm’ın güzelliğini seyreden Arnavutların büyük çoğunluğu müslüman oldu.

Fatih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettikten sonra, o da Anadolu’nun temiz insanlarını o bölgede iskân etti. Onların nezih yaşayışlarına hayran olan Boşnakların tamamı müslüman oldu. Yani Anadolu’dan giden o temiz müslümanların hâl ile yaptıkları tebliğ bereketiyle o bölge ahâlisi îman nûruna kavuştu.

Tarihte müslüman tüccarların; ticaret hukukuna, kul hakkına, helâl-haram ölçülerine titizlikle riâyetleri, bugün en kalabalık müslüman nüfusa sahip olan Endonezya’nın İslâm ile şereflenmesine vesîle olmuştur.

Örnek bir müslüman olarak yaşamanın, hidâyetlere vesîle oluşuna dâir sayısız misallerden birini, merhum pederim Mûsâ Efendi g şöyle anlatırdı:

“Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum Molla Rebî’nin ticaretteki güzel ahlâkı vesîlesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve:

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi. Şaşırdım:

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim. O hassas ve zarif insan:

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin bahçeye girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi. Ben:

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî:

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi. İşte o mübârek insanın bu davranışı bana ziyadesiyle tesir etti. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet nûru içime doğdu. Kendi kendime:

“–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce dîndir. Böylesine zarif, hak-şinas, olgun ve temiz insanlar yetiştiren bir dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.»”

Demek ki sâlih bir müslüman şahsiyetin sergilediği en küçük bir İslâmî hassasiyet bile, bâzen en edebî sözlerden, en derin ilmî mütâlaalardan daha tesirli olabilir.

Nitekim geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullah bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hristiyanları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istilâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bazı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmin etmektedir.”[9]

Nitekim az önce verdiğimiz misalleri tahlil ettiğimizde de görüyoruz ki, bu insanlar hidâyet mahrumlarına sadece Kur’ân ve Sünnet’ten deliller getirerek değil, daha ziyâde Kur’ân ve Sünnet’i hayatlarında tatbik ederek tesir edebilmişlerdir. Cenâb-ı Hak da ihlâs ve takvâ sahiplerine yardım ediyor, onların önünü açıyor, ufkunu genişletiyor, sözlerine tesir bereketi ihsân ediyor.

Nasıl ki Yunus Emre, Mevlânâ, Abdülkâdir Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Hüdâyî Hazretleri gibi örnek şahsiyetler gönüllerde yaşamaya devam ediyorsa, bugün de onların izinden giderek insanlığın ebedî saâdetine vesîle olacak gönül ehli mü’minlere ihtiyaç var. Bunun için ihlâs ve takvâ sahibi örnek bir müslüman olmaya gayret etmek; hepimizin gönül ufku ve ideali olmalıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak;

(Ve o kullar:) «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!» derler.” (el-Furkân, 74) âyetinde, takvâ ehli olmaya ilâveten, bir de takvâda önder olmayı istememiz gerektiğine işaret buyurmaktadır.

Toplumda insanlara takvâ önderliği yapacak örnek müslümanlara her devirde ihtiyaç olmuştur. Günümüzde ise bu ihtiyaç had safhadadır. Fakat o örnek insanların gökten inmesini bekleyemeyiz. Bunun için evvelâ kendimiz örnek bir müslüman olmaya gayret edeceğiz. Sonra da o örnek müslümanları yetiştirmek için elimizden gelen her türlü fedakârlığı vazife telâkkî edeceğiz.

Şâzelî meşâyıhından Derkāvî g şöyle der:

“Üstâdım beni bir kabileye gönderiyordu. Ona dedim ki:

«‒Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»

Bana üstâdımın cevabı şöyle oldu:

«‒Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”

Hazret-i Mevlânâ’nın naklettiği ibretli bir kıssa vardır:

“Bir gece dışarı çıktım.” diyor. “Bir tarlada dolaşıyordum. Baktım, tarlada fenerle dolaşan bir insan var.

«‒Ne arıyorsun burada?» dedim.

«‒İnsan arıyorum!» dedi.

«‒Vazgeç, hiç yorulma, git yat, ben çok yoruldum onu aramaktan!» dedim.

Bana acı acı baktı ve;

«‒Ben de biliyorum bulamayacağımı, ama hiç değilse onun hasret ve arayışı içinde dolaşıyorum, onun hasreti bile bana zevk veriyor.» dedi.”

İşte bugün bütün toplumlar böyle ideal insanları arıyor. Hak dostlarının türbelerine her gün binlerce ziyaretçi uğruyor. Bu da ideal insana, örnek mü’minlere duyulan hasretin bir tezâhürü…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve sahâbe-i kirâm, fânî dünyadaki vazifelerini tamamlayıp ebediyete irtihâl ettiler. Bizler de meçhul bir müddet sonra onlar gibi fânî dünyaya vedâ edenlerden olacağız. Bizim bugün “sahâbî” olma imkânımız yok. Onlar yıldız şahsiyetler, zirve örnekler. Fakat Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;

(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100) buyuruyor. Demek ki Ensâr ve Muhâcirleri örnek alan, onların yoluna güzellikle tâbî olan ihsân ehli mü’minlerden olabilme imkânımız bâkī…

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Ashâb-ı kirâm bu beraberliği temin için;

1) Kur’ân ve Sünnet’i rehber edindiler.

2) Dînin zâhiriyle beraber bâtınını da yaşamak sûretiyle ilâhî sır ve hikmetlere âşinâ oldular.

3) Muhabbetleri, onları candan ve maldan fedakârlığa götürdü. Cellâtların parıldayan kılıçları önünde krallara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in İslâm’a davet mektuplarını tebliğ ettiler. Çin’e, Semerkand’a gittiler, İstanbul önlerine geldiler, kendilerini dünyanın gidişâtından mes’ûl gördüler. Dâimâ Allah Rasûlü’ne bey’at hâlinde yaşadılar.

Akabe’de, Efendimiz’i canlarından daha çok koruyacaklarına ve ne pahasına olursa olsun İslâm emanetine sahip çıkacaklarına dâir bey’at ettiler.

Bedir’de;

“‒Yâ Rasûlâllah! Biz hep Sen’in yanındayız. Sen denize girsen, biz de arkandan kendimizi denize atarız.” dediler.

Uhud’da Efendimiz’i mahzun gördüklerinde;

“‒Yâ Rasûlâllah! Şehid olmak üzere Sana bey’at ediyoruz.” dediler.

Hudeybiye’de yine Efendimiz mahzun oldu. O zaman da;

“‒Yâ Rasûlâllah! Sen’in gönlünde ne varsa, biz ona bey’at ediyoruz.” dediler.

İşte bizler de bu bey’atlerin muhtevâsında bir gayret-i dîniyye sahibi olabilirsek;

Muhâcir sahâbîler gibi bâtıldan hakka, şerden hayra, günahtan sevâba, hodgâmlıktan diğergâmlığa, bencillikten fedakârlığa hicret edebilirsek;

Ensâr sahâbîler gibi Allâh’ın dînine hizmet için bütün imkânlarımızı seferber edip mazlum ve mağdur din kardeşlerimizle elimizdekileri cömertçe paylaşabilirsek;

İşte o zaman bizler de ashâb-ı kirâmın izini güzelce takip eden, onların yolunu devam ettiren, ihsân ehli mü’minlerden oluruz -inşâallah-.

Unutmayalım ki ashâb-ı kirâm, nasıl Peygamber Efendimiz’in tâlim ve terbiyesinde yetişen talebeleriyse, bizler de ashâbın muhâtap olduğu aynı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere 14 asır sonra muhâtap olan, Allah Rasûlü’nün âhir zamandaki ümmeti ve talebeleriyiz.

Ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûl’üne yakınlık şerefine mazhar olabilmek için, ilâhî ve nebevî tâlimatları nasıl idrâk edip hayatlarına tatbik etmişlerse, aynı tâlimatların bugünkü muhâtapları olan bizler de, aynı gayreti sergilemekle mükellefiz.

Şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve oradakileri selâmladıktan sonra;

“…Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu.

Ashâb-ı kirâm:

“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlâllah?” dediler.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu. Sahâbe-i kirâm:

“–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana:

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de:

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

Demek ki Efendimiz’in Sünnet’ine sımsıkı sarılarak yaşadığımız takdirde O’nun âhir zamandaki “kardeşleri”nden olma imkân ve ihtimâli, önümüzde duruyor.

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bazı hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerden bir kısmı, benden sonra gelenler arasından olacak. Mallarını ve ailelerini feda pahasına, beni görmeyi arzu edecekler.” (Müslim, Cennet, 12)

“Ümmetimden bir tâife, Allâh’ın emirlerini ikāme etmeye devam edecektir. Onları yardımsız bırakan veya muhâlefet edenler, onlara zarar veremeyecektir. Nihâyet onlar, insanlara gâlip iken (hizmetlerinde muvaffak olup dîni üstün kılmış iken) Allâh’ın emri, (yani kıyâmet öncesi mü’minlerin rûhunu alacak olan rüzgâr) gelecektir.” (Müslim, İmâre, 174)

İşte bu tâife; zâhirî ilimlerde rehberlik eden sâlih âlimler, fakihler, müfessirler ve muhaddisler gibi; bâtınî meselelerde yol gösteren, güzel ahlâklarıyla numûne-i imtisâl olan, Hak dostu mürşid-i kâmillerdir. Onlar, Allâh’ın dînini önce kendi hayatlarında yaşar, sonra da hâl, söz ve fiilleriyle insanları irşâd ederler.

Diğer bir hadîs-i şerîfte de Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

O hâlde bu bereketli yağmurun bir rahmet damlası olabilme imkânı, hepimizin önünde kıyamete kadar açık duran bir kapı… Yeter ki bizler de Efendimiz’in âhir zamandaki kardeşlerinden olabilme idealine yaraşır bir istikâmet içinde olalım. Evlâtlarımızı bu istikâmet üzere yetiştirmeye gayret edelim. Kendimize Allah Rasûlü ve ashâbını ölçü almak yerine, toplumdaki gâfillerle kulluk gayretimizi kıyaslayıp boş tesellîlerle avunma gafletinden kurtulalım.

Bizler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmeden îman ettik. Fitne ve fesâdın çoğaldığı günümüz dünyasında Efendimiz’in Sünnet’ini tatbik etmeye, tıpkı zor şartlarda hizmet edenlere verilen mahrumiyet primi gibi, büyük ecirler vaad ediliyor.

Rabbimiz cümlemizi bu ecir ve müjdelere mazhar olan bahtiyar kullarından eylesin.

Altınoluk: Örnek olma mes’ûliyetinin ehemmiyetini daha iyi kavramak adına, görünüşte İslâmî hüviyet içinde bulunanların kötü örnekliğinin İslâm’a ödettiği bedelden de söz edilebilir. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri Topbaş: Bu da çok mühim bir husus. Nasıl ki, bir insanın hidâyetine vesîle olmak, üzerine Güneş’in doğup battığı her şeye sahip olmaktan daha kıymetli ise,[10] bir müslüman olarak İslâm kimliği ile yanlış hâl ve tavırlar sergileyip insanların hak dinden veya takvâ hayatından uzaklaşmasına sebebiyet vermek de, o denli büyük bir âhiret vebâlidir.

Asr-ı saâdetten hemen sonra -maalesef- dîni, siyâsî görüşlerine payanda yapmak isteyenler, onu dünyevî menfaatleri için istismâr edenler, güyâ dîn adına hareket ettiklerini söyleyip aslında dîne zarar veren fırkalar ortaya çıkmıştır.

En zor şey, insanın ihtiraslarını bertaraf etmesidir. Bunun için nefislerin büyük bir terbiye ve tezkiye görmesi îcâb eder. Meselâ Kasas Sûresi’nde bahsedilen Kârun, daha evvel sâlih bir kimseydi. İhtiraslarına kapılması, onu helâke sürükledi.

İsrâiloğullarının âlimleri Tevrât’ı çok iyi bilen insanlardı. Fakat nefisleri tezkiye görmediği için, o bilgileri kalplerine nüfûz etmedi. Onları takvâya, hikmete, mârifetullâh’a, haşyetullâh’a ulaştırmadı. Bunun için azıcık bir dünya menfaati uğruna, hiç çekinmeden dinlerinden taviz verdiler.

Tahrif edilen Hristiyanlık adına bilhassa Ortaçağ Avrupa’sında işlenen cinayetler, zulümler, baskılar, insanları; dîni sosyal hayattan dışlamaya sevk etti. Lâik ve seküler beşerî sistemlerin doğuşuna sebebiyet verdi.

Dînî bir kisve altında fitne ve fesâda sebebiyet veren, haksızlığa, yolsuzluğa, zulme ve ihtirâsa sapan kişi ve grupların; toplumların dîne bakışını menfî yönde etkiledikleri muhakkaktır.

Dolayısıyla İslâmî bir kimlikle ortaya çıkanların, evvelâ nefis tezkiyesinden geçmeleri, takvâ hassasiyeti ile istikâmetlerini korumaya büyük bir titizlik göstermeleri elzemdir. Aksi hâlde güzel örnek olmak yerine, kötü örnek olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin 73 fırkaya bölüneceğini, bunlardan yalnızca birinin kurtuluşa erebileceğini haber vermiştir.[11] Günümüzde de güyâ İslâmî bir kimlikle ortaya çıkıp mezhepleri ortadan kaldırmak isteyen, Sünnet-i Seniyye’yi îtibarsızlaştırmaya çalışan, böylece Kur’ân’a saldırmaya zemin hazırlayıp sonra da birçok ahkâm âyetine; “bunlar yerel ve tarihsel hükümlerdir(!)” diyerek onları âdeta emekliye ayırmaya çalışan birtakım din tahrifçileri ortaya çıkmış durumdadır.

Demek ki takvâ hassasiyetinin olmayışı, nefsânî ihtirasların tezkiye ile dizginlenmemesi, İslâm’ın rûhuna nüfûz edilmeden kaba ölçüler içinde telâkkî edilmesi; nicelerini mânen helâke sürüklüyor.

Diğer taraftan, bir hadîs-i şerîfte de bildirildiği üzere her insan İslâm fıtratı üzere doğar. Fakat daha sonra anne-babası, örnek aldığı insanlar onu yahudî, hristiyan veya mecûsî yapar.[12]

Cenâb-ı Hak insanoğlunu selîm fıtratla, mükerrem vasıfta yaratarak dünyaya gönderiyor. İnsan, çevresinden aldığı müsbet terbiye ile bu mükerremlik vasfını koruyup Cennet’e lâyık oluyor. Aksi takdirde ise kalbi vîrâneye dönüp hazin bir âkıbete dûçâr oluyor.

Bu sebeple her mü’min, kendi istikâmetine dikkat etmekle mükelleftir. Fakat bundan daha mühimi, meselâ bir âile reisi ise, çoluk-çocuğuna karşı, bir eğitimci ise talebelerine karşı, bir işverense işçilerine karşı, bir devlet başkanı ise bütün bir topluma karşı büyük bir mes’ûliyeti bulunmaktadır. Bu da, onlara güzel bir örnek olmaktır.

Önde bulunanların güzel hâlleri etrafında bulunanlara tesir ettiği gibi, bunun zıddına yanlışları da çevresindekiler tarafından doğru telâkkî edilerek taklit edilebilir. Öndekilerin küçük bir ihmâli, onu örnek alanlar nezdinde katlanarak büyür ve neticede telâfisi imkânsız zararlara müncer olur. Bu hakikat, bir âile yuvasından devlete kadar, toplumun her kademesinde geçerlidir.

Nitekim tarih bunun sayısız misalleri ile doludur. Meselâ adâlet, doğruluk, takvâ ve istikâmeti sebebiyle “beşinci râşid halife” sayılan Ömer bin Abdülaziz’den önce hüküm süren iki Emevî hükümdarından biri, lüks binalara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da onu örnek alarak emlâk ve bina merakına kapıldılar. Meclislerde-mahfillerde sürekli dünya varlıklarından konuşulur oldu. İnsanlar birbirlerine güç gösterisi yapmak için, süslü evler ve köşkler inşâ ettirmekte yarışarak israf musibetine dûçâr oldular.

Bir diğer hükümdar ise yiyip içmeye ve eğlenceye düşkün biriydi. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme, eğlence ve hevâ-hevesleriyle vakitlerini israf ederlerdi.

Ömer bin Abdülaziz ise takvâ sahibi, âbid ve zâhid bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibadet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, ne kadar infakta bulundun?” gibi ifâdelerle sohbet ederlerdi. Böylece insanlar birbirlerini hayra teşvik ederlerdi.[13]

Yine Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk yıllık kısa fakat bereketli ve adâletli iktidârı döneminde, insanlar kendilerini o kadar fakir-fukarâdan mes’ûl görüp zekât ve sadakalarına öyle ihtimam göstermişler ki, tarihte ilk defa şâhid olunan bir şekilde, zenginler zekât verecek fakir bulamamışlardır.[14]

Demek ki herhangi bir topluluğa önderlik-liderlik edenlerin hâli örnek alınıyor. Onların hayrı da şerri de toplumlara sirâyet edip revaç buluyor.

İlk Osmanlı tarihçilerinden Âşık Paşazâde der ki:

“Bu Âl-i Osman, bir sâdık soydur. Onlardan meşrû olmayan bir hareket sâdır olmamıştır. Onlar, ulemânın günah dediği hareket ve amellerden son derece kaçınmışlardır.”

Nitekim onların bu sûrette davranışları sebebiyledir ki, Şeyhülislâm Molla Fenârî, cemaate devam etmemesi sebebiyle Yıldırım Bayezid’in şâhitliğini kabul etmeme cesaretini rahatlıkla göstermiş ve sebebini hayretle soran Sultân’a da açık bir şekilde:

“–Sultânım, sizi cemaatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yani sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir… Şâyet cemaate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhitliğinizin kabulüne engeldir…” cevabını vermiştir.

Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu muvaffakıyetinin bir şükrânesi olarak, Yıldırım Bayezid, Bursa’daki meşhur Ulu Câmi’yi yaptırmış ve beş vakit cemaate devam etmiştir.

İnsanlara iyilikte, hayır-hasenatta, gayret-i dîniyyede, takvâda güzel bir örnek olabilmek, ebedî saâdet vesîlesidir. Bunun aksine, şerde, bâtılda, günahta ve gaflette örnek olmaksa, fecî bir âhiret hüsrânına sebeptir.

Şu ibretli kıssa, bu hakikati ne güzel îzah eder:

Bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri çamurda yürüyen bir çocuğa rastlar. Ona şefkatle tebessüm ederek:

“–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” der.

Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döner ve kendisinden beklenmeyen şu ibretli mukâbelede bulunur:

“–Ey İmam! Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat asıl siz dikkatli olunuz. Zira eğer sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gelenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, onların hepsini kaldırmak oldukça zordur.”

Çocuğun sözlerine hayran kalan İmam, nemli gözlerle talebelerine döner ve:

“‒Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar.” buyurur.

Nitekim ümmet-i Muhammed’in en fazîletlisi ve ilk halifesi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da halife seçildiği gün aynı hassasiyetle halka şöyle hitâb etmiştir:

“Ey insanlar!.. En fazîletliniz olmadığım hâlde sizin başınıza halife seçilmiş bulunuyorum. Şâyet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz… Allâh’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şâyet Allâh’a isyan edersem, bana itaat etmeniz söz konusu olamaz…” (İbn-i Sa‘d, III, 182-183)

İşte bir zamanlar yeryüzünde, fazîletin zirvesinde, îmânın vecd ve istiğrâkı içinde insanlığa rehberlik etmiş kimseler dolaştı. Bugün ise insanlık, kendisini Hakk’a adayan böyle önderlere, örnek şahsiyetlere muhtaç, onların hasreti içinde…

Bu hususta bizlere düşen vazife, aslâ ümitsizliğe kapılmadan, kendimizi Allah yolunda gayretten muaf görmeden, gücümüz yettiğince, hayatın her sahasında İslâm ahlâkını sergilemektir. Yaşayışımızla Allâh’ın yeryüzündeki bir şâhidi olmaya gayret etmektir. Her hâlükârda İslâm şahsiyet ve karakterinin izzet ve haysiyetini korumaktır.

Gelecek Ay:

Tasavvufun Gayesi,

Kulluğu Kemâle Erdirmektir…


Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Ahzâb, 21.

[2] Buhârî, Tefsîr, 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, Îmân, 355.

[3] Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, thk: Kemal Besyûnî Zağlûl, Beyrut 1990, s. 219; Tirmizî, Tefsîr, 6/3064.

[4] İbn-i Mâce, Zühd, 15.

[5] Tirmizî, Salât, 166.

[6] Buhârî, Ezân, 18.

[7] Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmî, no: 8147.

[8] Bkz. el-Cumua, 5.

[9] M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Ayrıca bkz. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543.

[10] Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 690.

[11] Bkz. Tirmizî, Îman, 18.

[12] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 80; Müslim, Kader, 22, 23; Ahmed, II, 253.

[13] Bkz. Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Kâhire 1939, V, 266-267; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, İstanbul 1976, I, 717.

[14] Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Beyrut 1980, s. 434.