Bu, Bir Gönül Damlası

Yıl: 2002 – Ay: Temmuz – Sayı: 197

Altınoluk: Efendim, “Îmandan İhsana Tasavvuf” isimli bir kitap hazırladınız. Bugüne kadar tasavvufa dair pek çok eser yazılmışken yeni bir kitap te’lîfine neden lüzum hissettiniz?

Osman Nuri Topbaş: Doğrudur. Tasavvufa dair pek çok kitap yazılmıştır. Ancak dinamik olan hayatın akışı içindeki med ve cezirler, yâni toplumun maddeye râm olduğu, ictimâî huzur ve sükûnun bozulduğu devreler, insanların karşısına her gün yeni birtakım ihtiyaçlar çıkarır. Mes’elelelerin özü aynı olmakla beraber zamanla yeni yeni görüşler ve talepler doğar. Bunların değerlendirilmesi ve böyle ihtiyaçların karşılanması için şer’î kitaplar ve tarihe dair eserlerde olduğu gibi tasavvufî mes’elelerin de her devirde o devrin icap ve ihtiyaçlarına göre rûhî eğitimin zarûreti olarak yeniden yazılması lüzûmu vardır. Yâni tasavvufî hakîkat ve gerçeklerin her zaman doğru bir şekilde dile getirilip ifade edilmesi, yanlış anlayış ve taşkınlıkların düzeltilmesi, pek mühim bir zarûrettir. Elbette sadece bu zarûretle değil, tasavvufun ihtivâ ettiği engin güzelliklerin de zamanın ve mekânın şartlarına göre bütün gönüllere takdîm edilebilmesi için tasavvufî sahâ, âdeta bir eserler deryâsı hâlindedir.

İşte biz de bu deryâya, aynı gâyeler içerisinde âcizâne bir gönül damlası takdîm etmeye çalıştık. Bir damla, çünkü tasavvuf “kâl”den (sözden) ziyâde “hâl” olduğundan eserimiz, gönülleri yüce huzûra yönlendirmede bir köprü vazîfesi îfâ edebilirse kendimizi bahtiyar addederiz. Yâni eserimizi şimdiye kadar yazılmış olanları geçmek iddiasıyla kaleme almış değiliz. Böyle bir hâlden teeddüb ederiz. Bizim yaptığımız, günümüze kadar telif edilmiş tasavvufî eserler ve Hak dostlarının feyizli yaşayışlarının zamanımız şartlarına göre tasavvufu genel hatlarıyla maslahata uygun tarzda yeniden gündeme taşımaktan ibarettir. Esasen bu eser, Hak dostlarının tasavvufî mirasından süzülerek günümüz insanına sunulan bir testi sudur.

Hak dostları ki, doğan güneşe, ışık huzmelerinin gurûbda resmettiği rengârenk tablolara, hayrete gark olmuş bir sûrette bakar ve her vesile ile mârifetullah ufkuna kanat çırparlar. Onlar, bir yılana bile muhabbet dolu gözlerle nazar ettiklerinden, başkalarının duyduğu ürküntü yerine, bu hayvanın derisindeki hârelere, ayakları bulunmamasına rağmen hareketlerindeki sür’at ve cevvâliyete meftûn olurlar. Yâni bu has kullar, bütün mahlûkâta muhabbet ve hikmet nazarıyla baktıklarından, vahşî hayvanların tasallutundan bile sâlimdirler.

Yine bu eser, tasavvufu İslâm’dan ayrı bir disiplin ve üslûp gibi gören anlayışın doğru olmadığını ortaya koymak sûretiyle, dînin zâhir ve bâtınının feyiz ve huzur içinde yaşanmasının lüzûmunu açık bir şekilde ifâde etmek gâyesiyle telif edilmiş ve bu gâyeyi serlevha olarak vurgulamak üzere de kitaba “Îmândan İhsâna Tasavvuf” adı verilmiştir.

Bu eserin yazılma gâyesi, îmân ve İslâm’ın ihsân’la taçlanması, yâni ilâhî müşâhede altında bulunma duygusunun kalbde bir şuur hâlinde sâbitleşmesini temine medâr olması içindir.

Çünkü gerçek tasavvuf, Ki­tab ve Sünnet’in duygu derinliği içinde sır ve hikmetlerden nasip alarak yaşanmasıdır. Kitab ve Sünnet’in muhtevâsının dışına taşan her kâl, hâl ve davranış bâtıldır. Bu hakîkati ifâde etmek için de: “Pergelin sâbit ayağı şeriattır.” denmiştir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şeriatta, öteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız.”

“Şeriat bir muma benzer, ışık tutar, yol gösterir. Mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Ama o ele alınmadan da yola düşülemez. Şeriatin ışığında yola düşüp gitmeye başladın mı, işte bu gidişin tasavvuftur.”

Diğer taraftan kulun, Rabbini her an görüyormuşçasına kendisine çeki-düzen verip, o minvâl üzere hayatını tanzîm etmesi ve ilâhî müşâhedenin kalbde sabitleşerek şuur hâline gelmesi olarak ifade edilen ihsân, Allâh’a yakın kulların rûh mîrâcıdır. O; manevî, rûhî, sırrî ve ilâhî hakîkattir. Mutasavvıfların hedefi bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da Allâh ile kurulan rûhî ve derûnî râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, Rabbin velî kulu hâline gelir. Böylece o, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur.

Bu hâl ise, Allâh’a en güzel şekilde kulluk ve ebedî âleme ciddî bir hazırlıktır. Yâni tasavvuf, kulluğu en güzel bir şekilde yaşayabilmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak insanı kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. Dolayısıyla tasavvuf, kulluğu engelleyici maniaları ortadan kaldırmaktan ve kulluğa vesile olacak imkânları temin etmekten başka bir şey değildir. O, nice yaraları sararken, nice kurak toprakları yemyeşil ve münbit bir gülistan hâline getirmekte ve nice vîrâne gönülleri mâmûr bir saray eylemektedir. Kısacası tasavvuf, şu gurbet âleminden sonsuz vuslat âlemine giderken kulları Hak katında « » «ne güzel kul» rütbe ve taltifine mazhar kılacak nûrlu bir yoldur. Bu da, hiç şüphesiz ki îmânın ihsân kıvamına gelmesi ile mümkündür.

Altınoluk: Söyledikleriniz, aynı zamanda kitabın muhtevâ ve çerçevesini de yansıtıyor herhâlde. Bu bakış açısı etrafında kitabınızda genel olarak nelerden bahsediliyor? Özellikle neler gündeme getirildi?

Osman Nuri Topbaş: Eserimizde tasavvufun umûmî olarak muhtevâsını verdikten sonra, onun ana mevzûunu teşkil eden mârifetullâh, muhabbetullâh, tezkiye-i nefs, tasfiye-i kalb, tasavvufî üslûb vb. hususları îzâh etmeye gayret ettik. Başta Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- olmak üzere, o mübarek varlığın vârisleri olan İslâm büyüklerinin davranışlarından örnekler sunmaya çalıştık. Yer yer de tasavvufun derinlik ve incelikleriyle ilgili birtakım tereddüt ve muhalif görüşlere cevap mahiyetinde -şahısları hedef alarak değil sadece fikir plânında- mâlumatlar arz ettik.

Ayrıca eserde, tasavvufun arzu ettiği mânevî terbiyeden uzak bâzı kimselerin, ya iyi niyetle fakat câhilâne ya da gafletlerinden ötürü aksak, kifayetsiz ve yersiz uygulamalarının bu mübârek yol ile bir alâkasının bulunmadığına temas ettik. Zîrâ tasavvuf, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde bilhassa ifade buyurulan nefsi tezkiye etmek suretiyle insanı olgunlaştırmayı ve böylece ebedî saadete kavuşturmayı hedefler. Bu husus, Cenâb-ı Hakk’ın üst üste yemin ederek dikkat çektiği bir hakîkattir. Şems Sûresi’nde buyurulur:

“Zât-ı ulûhiyyetim hakkı için; Güneş’e ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi tâkip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kâbiliyyetler verip de iyilik ve kötülüklerini (fücûr ve takvâsını) ilhâm edene YEMÎN OLSUN Kİ;

Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 1-10)

Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, üzerinde yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifade edilen ilâhî gaye ve muradın yücelik, azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu âyetlerdeki yeminlerde de durum böyledir. Ancak şu farkla:

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde üst üste tam yedi defa yemin etmekte, ardından bir de mânâyı daha çok kuvvetlendirmesi için ” ” (mutlaka) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kit ve te’yitlerden sonra bildirmektedir ki: «Nefsini arındırıp temizleyen kimse, mutlaka kurtuluşa erecek; aksine onu günah ve masiyetlerle kirleten kimse de muhakkak hüsrâna uğrayacaktır…»

Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta böyle üst üste yedi defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne derecede önemli ve zarûrî olduğunu ifadeye kâfîdir.

İşte “Îmândan İhsâna Tasavvuf” ismiyle kaleme aldığımız bu eser, Hak dostlarının bu hakîkati, yâni nefis tezkiyesini; söz, hâl ve davranış güzellikleri ile îzâhından ibârettir.

Altınoluk: Bütün bunlar, şüphesiz “nasıl bir tasavvuf” suâlinin de cevabı. Buna göre efradını câmi ağyarını mâni bir şekilde tasavvufu nasıl tarif etmeliyiz? Bu suâli, zatıâlinizden “tasavvuf tarifi veya tarifleri yahut bu meyanda değerlendirmeler” şeklinde de düşünebilirsiniz.

Osman Nuri Topbaş: Tasavvuf, yaşandıkça tadılan ve idrâk edilen bir ilim olduğundan onun hakkında herkes, umumiyetle tattığı ve idrâk ettiği yön ve hususları ele almıştır. Bunun neticesinde de tabii olarak pek çok tarifler ortaya çıkmıştır. Diyebiliriz ki, bu yolun önde gelenleri, âdetâ her kesitinden muhtelif ışıklar yansıyan bir kristalin sadece kendilerine akseden kısmını açıklama yolunu tutmuştur.

Hak dostlarının, nâil oldukları rûhânî tecellîlere göre yaptıkları sayısız tasavvuf târiflerinden bazıları şöyledir:

– Tasavvuf Güzel Ahlâk ve Edeptir
– Tasavvuf, Nefs Tezkiyesi ve Kalb Tasfiyesidir
– Tasavvuf, Sulhü Olmayan Mânevî Bir Cenktir
– Tasavvuf İhlâstır
– Tasavvuf İstikâmettir
– Tasavvuf, Rızâ ve Teslimiyettir
– Tasavvuf, yâr olup bâr olmamaktır. Yâni herkesin yükünü çekmek ve buna mukabil kimseye yük olmamaktır.

Bu muhtelif târiflerin ortak yönleri itibâriyle tasavvuf; mümin­lerin iç âlemini düzelterek onları mânen tekâmül ettiren, kulu ahlâk-ı hamîdeye erdirerek Hakk’a yaklaştıran ve bu sûretle de mârifetullâh’a ulaştı­ran bir ilimdir, diyebiliriz.

Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi İbrahim Efendi’nin meşhur «tasavvuf manzûmesi» de baştan sona pek güzel tasavvuf tarifleri ile doludur. İşte bunlardan birkaçı:

Bidâyette tasavvuf sûfî bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler

“Tasavvufun başlangıcı, maddî varlığından sıyrılan ve kendinde bir varlık görmeyen, kısaca irâdesini Hakk’a teslim etmiş bir sûfî olabilmektir. Sonu ise, bütün ilâhî güzellikleri kazanarak gönül tahtının sultânı olmaktır.”

Tasavvuf urvetü’l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufran olmağa derler

“Tasavvuf, Hakk’ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes’ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler.”

Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur’ân olmağa derler

“Tasavvuf, bütün kâinata «İsm-i a’zam»la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur’ân hükümlerini gönülde cemetmek, yâni canlı bir Kur’ân olabilmektir.”

Bu ifadeler ışığında tasavvuf; gönlün, maddî-mânevî kirlerden arınıp güzel ahlâk ve vasıfları kazanma, dîni, özüne uygun bir keyfiyette ihlâs ve feyizle yaşayabilme gayretidir. Bu itibarla tasavvuf, sırf aklın çözmeye kâfî gelmediği maddî veya manevî hadiselerdeki sırrî oluşlar, hikmetler ve yüce muammâları kuşatıcı bir görüş olgunluğuna ulaşmaktır. Gönlün, sonsuz rûhânî hazlara meftun olmak suretiyle önünde âdetâ bir ayak bağı olan nefs engelini bertaraf etmeye çalışmaktır. Yâni tasavvuf, öncelikle rûhun hapsedilmiş olduğu bedenin nefsânî temâyüllerini aşmaktır. Daha sonra ise bütün hâdiselerin özündeki sırrî hakîkatleri ve o hakîkatlerin de arkasında cereyân eden ibret ve hikmet safhalarını ârifâne bir üslûb ile temâşâ edebilmeyi sağlayan birtakım bilgiler, mânevî hâller, kalbî duyuşlar, sünûhatlar ve tecellîlerdir.

Bu itibarla tasavvuf, -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır. Çünkü o, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in zâhirî-bâtınî, iç ve dış tecellîleri, yâni hâlidir. Onun içindir ki, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-‘in rûhâniyetinden hisse alabilmek ve rûhen O’nunla mezc olabilmekten ibarettir.

Diğer bir ifadeyle tasavvuf, aşk ile birleşen îmân, vecd ile îfâ edilen ibâdet ve davranış güzelliğidir. Hâsılı tasavvuf, Âdem -aleyhisselâm-‘a “rûh üfürülmesi”yle başlayan bir yüce nasîbin, âhırzaman Nebîsindeki kemâl tezâhüründen, muhabbet dolu kalblere akseden feyz şebnemleridir.

Altınoluk: Tarih boyunca tasavvuf sahasına olan yoğun alâkanın, yaptığınız tarifler etrafında yaşanan samîmî bir îmân ve irfan hayatı sebebiyle gerçekleştiğini düşünebilir miyiz? Hakîkaten dün olduğu gibi bugün de tasavvuf, -zaman zaman kasıtlı ithamlar dolayısıyla gözden düşürülmeye çalışılsa da- gün geçtikçe daha çok alâka duyulan bir İslâmî saha durumunda. Gerek müslümanlar arasından gerekse İslâm’ın dışındaki çevrelerden «İslâm’ın mânevî boyutu» diyebileceğimiz bu alana yoğun bir alâka gözleniyor. Bu alâkanın sebepleri neler olabilir?

Osman Nuri Topbaş: Tasavvuf, insanı rûha yöneltir. Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar. Bunun için de insanın nefsini ve rûhunu alâkadar eden her hususla ilgilenir. Yâni kulun, mânevî yolculuğunda kat ettiği bütün mesâfeler, geçtiği âlemler, irtibat hâlinde olduğu varlıklar, yaşadığı binbir türlü ahvâl ve nihâyet, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ı bulabilme, kalben tanıyabilme ve O’na kulluk etme gibi sayısız hususlarla alâkadar olur.

Böyle olduğu için de toplumun her kesimine hitab edebilen tasavvuf, bir yandan iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarındaki rehavet ve gevşeklikleri engelleyerek zindeliği devam ettirmiş, diğer yandan da istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerin kargaşa ve bunalımları arasında daralmış gönüllere ulvî pencereler açarak feyizli tesellî nefesleri aldırmış; yaralı gönüllere merhem, yorgun dimağlara tesellî ve kurak rûhlara kevser olmuştur. O, bir yandan güzel ahlâk ve ibadette zirveleşenlere tevâzu ve mahviyet telkin ederek gurur, kibir ve ucuptan muhafazasını sağlamış, bir yandan da günah çukurunda boğulan kullara engin bir af, müsamaha, merhamet ve rahmet gibi can simitleri uzatmıştır. Nitekim Moğol istîlâlarından sonra bütün bir Anadolu’yu saran kargaşanın ortaya çıkardığı huzursuzluk ve ızdırapları teskin ve tesellî edici olarak o devirde tasavvufî cereyanların kuvvet kazandığı ve pek çok büyük mutasavvıfın da zuhûr etmiş olduğu husûsu târihî bir gerçektir.

Çünkü tasavvuf, aklın kâfî gelmediği meselelerde, kalbi devreye sokarak teslîmiyetle yola devâm eder. Meseleleri, Kur’ân ve sünnete mutabık keşf ve ilhâm gibi kalbdeki tecellîlerle vuzûha kavuşturur. Bu sûretle ferdi, nihâî bir tatmine ulaştırır. Geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullâh’ın şu ifadeleri pek manidar ve ibretlidir:

“Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukûkî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde târif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukûkî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:

«Allâh benim Rabbimdir. Sâhibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazîfe birbirine bağlıdır. Allâh bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir; şu hâlde ben ona şükretmekle vazîfeliyim.»

Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, Hristiyanların İslâmiyet’i kabûlü; onları İslâm’ı kabûle sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmîn etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalb, yâni tasavvuftur.

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bâzı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgûl olmaktır; fakat insan ile Allâh arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazîfelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmîn etmektedir.”1

Bu ifadeler de gösteriyor ki tasavvuf, ağır sanayinin, fennî terakkînin zirvelere tırmanması ile birlikte bir taraftan ictimâî ve iktisadî buhranı artırdığı, diğer taraftan da insanı bir makinanın dişlisi hâline getirdiği çağımızda pek ehemmiyet arzetmektedir.

Dipnot: 1. M. Aziz Lahbâbî, İslâm Şahsiyetçiliği, Terc. İ. Hakkı AKIN, s. 114-115, dipnot 8. İst. 1972. Bu dipnot, Muhammed Hamidullâh’ın mütercime yazdığı 27 Eylül 1967 târihli mektubun metnidir. (Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543’ten naklen.)