Boş Sözler ve Boş İşlerden Korununuz

DiNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

BOŞ SÖZLER VE BOŞ İŞLERDEN KORUNUNUZ

Cenâb-ı Hak bizden şahsiyet ve karakter istiyor. Boş şeylerle meşgul olmamız, -Allah korusun- dedikodu vs. bunlarla meşgul olmamız -Allah korusun- bir felâket oluyor.

İbadetler huşû verecek, ibadetin dışında da her türlü boş ve faydasız söz, bunlardan da kendimizi koruyacağız.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyleri terk etmek, kişinin iyi bir müslüman olduğunu gösterir.” Hadîs-i şerîf. (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَجَسَّسُوا buyuruyor. (el-Hucurât, 12) Kimsenin ayıbını aramak yok.

Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَجَسَّسُوا buyuruyor. (el-Hucurât, 12) Kimsenin ayıbını araştırmayacağız. Ayıp aramak istersek, kendi ayıbımıza bakacağız.

Gıybet hele… O da bir felâket! Kul hakkına giriyor, kıyâmete kalıyor; dedikodu, bir kardeşinin ayıbını ortaya dökmek.

Hattâ bir Hak dostu diyor ki:

“Eğer (diyor), gıybet etmeye alışmışsan (diyor), kendini dedikodudan kurtaramıyorsan (diyor), bâri anneni-babanı gıybet et ki (diyor) sevapların annene-babana geçsin.” diyor.

Yine Abdullah Dehlevî Hazretleri bir meclisten geçerken o mecliste gıybet ediliyor. Hemen geçiyor oradan.

“–Eyvah (diyor), orucum bozuldu (diyor).”

Diyor ki talebesi:

“–Üstad (diyor), siz gıybet etmediniz ki.” diyor.

“–Olsun (diyor), oradan geçerken (diyor), oradan bana o gıybetin kasveti aksetti.” buyuruyor.

Velhâsıl, şu dil çok mühim.

Bir hadîs-i şerîf var. Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-, Efendimizʼin çok sevdiği bir sahâbî idi. Efendimiz onunla husûsî meşgul olurdu.

Bir gün Efendimiz devede, ashâb-ı kiram da yanlarında gidiyorlardı. Muaz bin Cebel, Efendimizʼe karşı çok derin duyguları vardı. Muaz bin Cebel dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Eğer Sizʼi rahatsız etmezsem yanınıza yaklaşabilir miyim?” dedi. Efendimiz:

“–Muaz, buyur.” dedi. Muaz geldi:

“–Canım fedâ olsun Sana yâ Rasûlâllah!” dedi. “Benim bir derdim var.” dedi. “Ben isterim ki (dedi), Sizʼden evvel vefat edeyim, Sizʼin acınızı tatmayayım. Fakat kader; Siz bizden evvel vefat ederseniz, bize tavsiyeniz nedir?”

Efendimiz, cevap vermedi. Bir müddet sırlı bir sükût içinde kaldı Efendimiz. Muaz dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Cihad mı edelim?” dedi.

Efendimiz dedi ki:

“–Muaz (dedi), cihad güzel şeydir ama ondan daha da iyisi var.” dedi.

“–Peki oruç tutmak, namaz kılmak, onlar mı?” dedi.

“–Onlar zarûrî (dedi), şart (dedi). Fakat ondan daha da güzeli var.” dedi. “Daha da ötesi var.” dedi.

Bu minval üzere ondan sonra bütün o emirleri saymaya başladı, nehiyleri saymaya başladı.

Efendimiz buyurdu ki:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.”

Muaz dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dedi. Bu saydıklarımdan daha hayırlısı ne olabilir acaba?” dedi.

“–Hayır konuşacaksan konuş, hayır konuşmayacaksan sus!” dedi.

Onun üzerine Muaz dedi ki:

“–Yâ Rasûlâllah! Konuştuklarımızdan hesaba mı çekileceğiz?” Yani kötü konuşma değil, boş konuşmalar. “‒Ondan hesaba mı çekileceğiz?” dedi.

Muaz diyor ki:

“Rasûlullah diyor, dizime şöyle bir dokundu, vurdu.” diyor hattâ teʼyid olarak.

“‒Yâ Muaz!” dedi. “İnsanları Cehennemʼe sürükleyen (dedi), yüzüstü Cehennemʼe sürükleyen, bu konuştuklarından başka nedir ki?” dedi. “Hayır söyleyeceksen konuş, hayır söylemeyeceksen sus!” dedi.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Onlar ki boş sözlerden kendilerini korurlar.” buyuruyor.

Demek ki bir müʼminin lügatinde, boş söz olmayacak.

Yine şunu düşünelim:

Ağızdan çıkan her söz, bizim iç dünyamızı aksettirir. Eğer bizim dilimizden gıybet çıkıyorsa, dedikodu çıkıyorsa, yalan çıkıyorsa, iftira çıkıyorsa, yahut boş, lâubâlî sözler çıkıyorsa, bu bizim iç dünyamızı aksettirir. Demek ki iç dünyamızda böyle duygular var ki bu duygular zâhire çıkıyor. Yok eğer ağzımızdan hep bizim hayır çıkıyorsa, güzel şeyler çıkıyorsa, demek ki bizim gönül dünyamız da çok güzel duygularla dolu. Bizim için bir ölçü…

Yine Efendimiz buyuruyor, -Tirmizî naklediyor-:

“Allâhʼı anmaksızın çok konuşmayın.” Yani her konuşmanızda bir, Cenâb-ı Hakkʼı anın, zikredin. “Allâhʼı zikir dışında çok söz söylemek, kalbi katılaştırır. Katı kalpli olanlar ise Allahʼtan en uzak kimseler olduğu kesindir.” buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 62)

Yine aynı şey, -Buhârî-:

“Allâhʼa ve âhiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin veya sussun.” (Buhârî, Edeb 31, 85, Rikāk 23)

Bu hususta tabi çok muhtelif îkazlar da var.

Demek ki biz, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, nasıl Oʼnun hâli, Oʼnun hâline bürüneceğiz.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ :“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

İbadetimizde rûhâniyet olacak.

Muâmelâtımızda zarâfet olacak. Dâimâ rûhumuzdan rahmet taşıracağız.

Ahlâkımızda nezâket olacak. Başkalarına olan nezâketimiz, onlardan beklediğimiz nezâket seviyesinde olacak.

Gönlümüzde letâfet olacak. Gönlümüzde bir derinlik olacak. Bütün mahlûkâtı içine alacak bir merhametle bir kucaklamamız olacak. Kapımızdaki kediden, köpekten dahî biz mesʼûlüz. Allah onları bizim için yarattı.

Sîmâlarımızda nûr-i melâhat olacak. Çünkü Cenâb-ı Hak:

“…Onları sen (diyor) rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29)

مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ “…Onlarda secde alâmeti (bir nûrâniyet, bir huzur) vardır…” (el-Fetih, 29) buyuruyor.

Abdullah bin Selâm, yahudîlerin hahambaşı… Efendimizʼi hicrette “bana gösterin” dedi. Gösterilince şöyle bir süzdü:

“‒Bu insan yalan söylemez.” dedi.

Demek ki dâimâ sîret, iç dünya insanın dışına akseder. Yine Cenâb-ı Hak bunu yine “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Demek ki kalp, öyle bir berraklaşacak ki “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Orada, tabi bu, infâka âit…

“Siz (diyor Cenâb-ı Hak) sadakalarınızı (diyor), kendini Allâhʼa adayanlara verin… Onların bir kısmı teaffüf sebebiyle, (yani iffet sebebiyle) hâllerini açıklamazlar. Sen onları sîmâlarından tanırsın.” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 273)

Demek ki bir müʼminin yürek âlemi bir röntgen hâline gelecek.

Lisanlar… Efendimizʼin lisânındaki selâset. Cenâb-ı Hak bizden nasıl konuşmamızı istiyor? Kurʼân lisânıyla… Kalbimiz Kurʼân lisânına şey olacak.

Annelere babalara “قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23)

“قَوْلًا سَدِيدًا” buyuruyor, “doğru söyleyin” buyuruyor. (Bkz. en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70)

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. Hiçbir şey veremiyorsan bile bir müslümanın gönlüne sevinç vererek konuş, diyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

“قَوْلًا بَلِيغًا” diyor. Açık seçik konuş, diyor. (Bkz. en-Nisâ, 63)

“قَوْلًا لَيِّناً” diyor. Bir İslâmʼı tebliğ ederken suyun akışı gibi çok güzel ifadelerle İslâmʼı tebliğ et, buyruluyor. (Bkz. Tâhâ, 44)

Velhâsıl Cenâb-ı Hak bize Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi üsve-i hasene, örnek şahsiyet, örnek karakter (olarak takdim ediyor)…

Kişi de sevdiğiyle beraberdir. Demek ki her hâlimizin Oʼnun gibi olmasını… İşte ashâb-ı kirâmın bütün derdi böyle… Oʼnun gibi düşünmek, Oʼnun gibi merhametli olmak…

Ondan sonra gelen âyette;

وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ

(“Onlar ki zekâtlarını verirler.” [el-Müʼminûn, 4])

Demek ki zekât, bir müslümanın, imkânı olmayanın, imkânı olan üzerindeki hakkı.

“لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ” buyuruyor. (el-Meâric, 25; ez-Zâriyât, 19) Hâlini açıklayan ve hâlini açıklamayanın hakkı vardır, buyruluyor. Burada da en mühim vazife o. “فَاعِلُونَ” buyuruyor. Bunun için bir faâliyet hâlinde olabilmemiz…

Mûsâ -aleyhisselâm- sordu:

“‒Yâ Rabbi!” dedi. “Senʼi ben nerede arayayım, nerede bulurum?” dedi. Cenâb-ı Hak:

“‒Yâ Mûsâ! Sen Benʼi (kalbi) kırıkların, yalnızların, gariplerin, kimsesizlerin yanında ararsın.” buyurdu.

Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri diyor ki:

“Hak dostları, kimsenin alışveriş yapmadığı dükkânlardan alışveriş yaparlar.”

Nedir o dükkânlar? Mahzun gönüller, mahzun kalpler…

Velhâsıl bir müʼmin, Hâlıkʼın (şefkat ve merhamet) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacak. Kendisi için istediğini bütün mahlûkat için isteyecek.

Abdullah bin Câfer bir yerden geçiyordu. Baktı bir köle. Üç tane ekmek var. Koparıp koparıp köpeğe veriyor. Sordu:

“‒Sen kimsin?” dedi. “Bu köpek nedir?” dedi.

“‒Ben (dedi) köleyim (dedi). Şu üç ekmek de bugünlük benim tahsisâtım.” dedi.

“‒Bu köpek nedir?” dedi.

“‒Bu (dedi), yabancı bir hayvan. Buranın hayvanına benzemiyor (dedi). Baktım (dedi), bana bir misafir olarak geldiğini kabullendim (dedi). Bir dilim verdim, aç, ikinciyi kapıyor.”

“‒Ne yapacaksın?”

“‒Doyuncaya kadar hepsini vereceğim.” dedi.

“‒Sen ne yapacaksın?”

“‒Ben de bugün sabredeceğim.” dedi.

Demek ki nedir bu? Hâlıkʼın (şefkat ve merhamet) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı.

Şems-i Tebrizî diyor, -afedersiniz- Mevlânâ diyor:

“Şems-i Tebrizî (diyor), bana bir şey öğretti (diyor). Dedi ki (diyor); «Dünyada bir tek muzdarip varsa, bir tek üşüyen insan varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin.» dedi bana. Ben de biliyorum çok muzdarip de var, üşüyen de var. Ben onun için ısınamıyorum.” diyor Mevlânâ.

Nedir bu? Bir müʼmin yüreği…

İbrahim Atâ Hazretleri buyuruyor ki -gönlün şu şekilde olsun, bir misalle, bir misal veriyor-:

“Güneşʼte (diyor) gölge gibi ol (diyor). Soğukta kaftan gibi ol, açlıkta ekmek gibi ol…”