Bedava Yaşadığını Zannetme!

Bir Soru Bir Cevap

Yıl: 2010 Ay: Şubat Sayı: 41

Efendim, bitmek bilmeyen nefsânî arzu ve ihtirasların esâreti altında gâfilâne bir hayata dalıp ebedî istikbâli mahvetmemek için, bilhassa ölüm muammâsıyla ilgili neler tavsiye edersiniz?

Ölüm, ömür takvimini aksettiren bir istikbal aynasıdır. Henüz hayatta iken ölüm ışığının girmediği kalpler, güneşten mahrum vîrâneler gibidir. Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!”[1] tâlîmâtı, bizlere, en çetin bir geçit olan mezar âlemini ve kıyâmet infilâkını her fırsatta düşünerek, hâlimize çeki-düzen verme yolunda çok ciddî bir îkaz mâhiyetindedir.

Kâinattaki her varlık kendi üzerindeki fânîlik yani kıyâmet mührünü sergilerken, varlıkların en mükerremi olan insanoğlunun; «Aman canım, nasıl olsa daha önümde uzun bir zaman var, bu gün günümü gün edeyim, vur patlasın, çal oynasın…» terâneleri ile ölümü ve sonrasındaki çetin âhiret hesâbını kendine uzak görmesi, ne hazin bir aldanış ve ne büyük bir gaflettir. Hâlbuki ölüm meleği, herkesi meçhul bir anda ziyaret edecek ve can kuşunu ten kafesinden uçuracaktır.

Sahâbe-i kiramdan Berâ -radıyallâhu anh-, bir cenâzede kabrin başına oturarak inci tânesi gibi gözyaşları döken Peygamber Efendimiz’in kendilerine şöyle buyurduğunu bildirmektedir:

“–Kardeşlerim! İşte (hepimizin başına gelecek olan) şu ölüme iyi hazırlanın!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Unutmamak gerekir ki, hayatın hangi safhasında ve hangi yaşta olursak olalım, bir gün muhakkak gireceğimiz kabirde, fânî bilgilerimizin hepsi hükümsüz kalacak, dünyevî makam, mevkî, servet ve mülkün kıymeti sıfırlanacak, orada ancak dünyada iken îman bağına atmış olduğumuz tohumlar çiçeklenip yeşerecektir. Gel-geç emeller, çılgın arzular ve içi boş felsefeler, ölüm rüzgârı önünde sonbaharda dökülen kuru yapraklar gibi, perişan bir şekilde savrulacaktır.

İnsanın elinde olmayan hayat ve ölüm kânunlarının tatbikatı karşısında, yaşatan ve öldüren Cenâb-ı Hakk’a itaat etmemek, O’nun hükümranlığına girmemek, insan için âkıbeti çok korkunç bir gaflet ve isyan hâlidir. Dünyada bedava yaşadıklarını zannedenlerin, kendilerine pahalıya mal olacak bir istikbâlle karşılaşacakları, çok açık ve te’vil götürmez bir hakikattir.

Yaşadığımız bu fânî âlemden ebedî âleme selâmetle geçebilmek, ancak îmânın rehberliğinde mümkündür. Ölüm ötesi coğrafyada da yolumuzu aydınlatacak olan, îman haritasıdır.

İdrak ve şuurunu mezarlık duvarlarından öteye atlatamayan ve neticede beşik ile tabut arasındaki kısacık yolun şaşkın bir yolcusu olan bir kimseden daha zavallı ve daha bedbaht kim olabilir?!

Bu sebeple her geçen gün, sınırlı hayatımızın bitme noktasına doğru ilerlediğimizi, dünyadan bir adım daha uzaklaşıp kabre bir adım daha yaklaştığımızı unutmamalıyız.

Bu meyanda İmam Gazâlî Hazretleri’nin şu îkazı çok ibretlidir:

“Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayatında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât! (Geri dönüş söz konusu değildir!)”

Mes’ûd bir ölüm, îman ve Kur’ân nurları altında geçen bir hayatın mükâfâtıdır. Dünya hayatından ebedî âleme geçiş kapısı olan kabir; dıştan sessiz bir toprak yığını hâlinde görünse de, iç âlemi bakımından bir mahşer numûnesidir. Onun bütün saâdet veya felâketi de dünyadaki amel ve niyetlerimizden ibarettir.

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- bir kabrin başında durmuş;

“Ey kabir! Dışın ne kadar sessiz, fakat için ne dehşet verici korkularla dolu!..” diyerek hüngür hüngür ağlamıştır.

Mezarlıklar; gerçek ve ebedî hayata kavuşmuş anne-baba, eş-dost ve hısım-akraba adresleri ile doludur.

Her nefis için zarûrî olan kabir yolculuğundan kaçmak mümkün değildir. Hâl böyleyken imtihan hikmetine binâen yaratılan ve fazîlet numûneleriyle yaşanması gereken dünyayı, rezâlet meydanına çevirmek ne hazindir!

Ensârdan bir zât Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“–Mü’minlerin en akıllıları kimlerdir?” diye sormuştu.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz bu suâli şöyle cevapladılar:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için hazırlığını en iyi yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 31/4259)

Emevî halîfelerinden Süleyman bin Abdülmelik, zühd ve takvâ ehli bir zât olan Ebû Hâzim’e:

“–Allah Teâlâ’ya gidiş nasıl olacaktır?” diye sorduğunda kendisinden şu cevâbı almıştır:

“–İtâatkâr bir kulun Allâh’a gidişi, evinden, âilesinden ayrı düşen bir insanın onu iştiyâkla bekleyen âilesine gelişi gibidir. Ama âsî bir insanın Allâh’a gidişi, efendisinden kaçan bir kölenin, tekrar ona dönüşü gibidir.”

Velhâsıl, ömür takvimimizden geriye kaç yaprağın kaldığı meçhuldür. Cenâb-ı Hak, bu dünyadaki son nefesin hangi muhtevâda verilmesi gerektiğini şöyle ifade buyurur:

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Bunun en selâmetli yolu ise hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulur:

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, V, 663)

Bu nebevî îkâzın ışığı altında bir mü’min düşünmelidir ki;

Camide ibadet ederken, helâlinden rızkını kazanmak için iş başında çalışırken, sâlihler meclisinde bulunurken, bir yalnızın dert ortağı veya bir kimsesizin kimsesi olurken, Allah rızâsını tahsîl için kazancını Cenâb-ı Hakk’ın kullarına infâk ederken ölmek de var; bunun zıddına -Cenâb-ı Hakk’a sığınırız- uygunsuz bir yerde iken, bir kalbe diken batırırken, hakkı savunmak yerine haksızlık taraftârı olurken, nefsânî bir öfke anında, süflî arzuların pençesinde, Allah düşmanlarıyla veya fâsıklarla dostluk hâlinde, şerri seyrederken ölmek de var…

Velhâsıl, bir yaz yağmuru gibi gelip geçen şu dünya hayâtını, âhiret ve ölüm endîşesi olmadan yaşamak, gündüzü akşamsız telâkkî etme ahmaklığından başka nedir ki?

Sözlerimizi, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu samîmî niyazlarına gönülden “âmîn” diyerek tamamlayalım:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”[2]

Âmîn…


Dipnotlar:

[1] Tirmizî, Kıyâmet, 26.

[2] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103.