Aşk Kutbu Hazret-i Mevlânâ

Ebedî Fecre

Yıl: 2005 Ay: Aralık Sayı: 10

NEY’İ DİNLE!

Mesnevî’sinin en başında;

Dinle neyden duy neler söyler sana,

Sızlanır hep ayrılıklardan yana!..

diyen ve bir rubâîsinde de;

“Ney’i dinle, bak neler neler söylüyor. Allâh’ın gizli sırlarını ifşâ ediyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş, yahut neyzenin nefesine terkedilmiş olduğu hâlde dilsiz ve kelâmsız feryât ederek; «Allah… Allah…» diyor.” ifadeleriyle âdetâ yanık bir ney gibi feryât eden Hazret-i Mevlânâ, hiç şüphesiz gelmiş geçmiş en büyük aşk kutuplarının ön safında yer alır.

Onun aşk feryâdı, muhabbet ateşiyle kavruluşu; tariflere sığmaz bir ilâhî sevdadır. Onunla aynı hâli yaşayan dertli Yûnus’un;

Ben bir acep ile geldim,

Kimse hâlim bilmez benim!

Ben söylerim ben dinlerim,

Kimse dilim bilmez benim!

Benim dilim kuşdilidir,

Benim ilim dost ilidir,

Ben bülbülüm dost gülümdür,

Bilin gülüm solmaz benim!

şeklinde ifade ettiği bir hâlet-i rûhiye ve iklim içindedir.

Hiç şüphesiz ki aşkın tezâhürü, her âşık ve ârifte ayrı ayrı tecellî eder. Bu değişik tecellîler dolayısıyla Hazret-i Mevlânâ, içi kavurucu sevda ateşiyle dolu semâ ve engin söz okyanusunda; Hallâc-ı Mansur, aşkın seveni sevilende kaybettiren «Ene’l-Hak» ikliminde; Bahâeddin Nakşibend Hazretleri de, yıllarca yaralı ve muzdarip hayvanâta bakma, yıllarca yolların temizliği ile meşgul olma ve herkesin iğrendiği hastaların şifâ ve ihtiyaçları ile ilgilenmek şeklinde hizmet yollarında Allâh’a koşmuşlardır. Usuller ayrı, maksat hep aynıdır: Aşk ve muhabbetullah ile dopdolu olmak… İlmi, aşk ile irfâna dönüştürüp ihsan kıvâmına ulaşabilmek… Bu da, elbette ki ulvî bir kıvılcım ister.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın, engin ve uçsuz-bucaksız bir aşk ufkuna yönelmesi, bir gönül güneşi olan Şems ile başlamıştır. O, Şems ile tanıştıktan ve ondan ilham aldıktan sonra yangın bir «aşk ney»i hâlinde hakikat goncasının bülbülü olmuştur.

ŞEMS VE MEVLÂNÂ

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ailece Konya’ya yerleştikten sonra tahsilini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. O sırada takriben otuz yaşlarındadır.

Bir gün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken değişik kılıklı bir kişi;

“–Ver elini öpeyim, ey âlemlerin sarrafı!..” der.

Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir. Celâleddîn-i Rûmî, ansızın gerçekleşen bu hâdise karşısında son derece şaşırır. «Bu ne iştir?» diye hayretler içinde kalır. Esrarengiz ve garip hüviyetli kişi, kendisi için âdetâ bir muammâ olur.

Celâleddîn-i Rûmî, seneler sonra bir gün Konya’daki medresesinde dersten çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. Bu şahıs Tebrizli Şems’tir. O da Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetine dâhil olur. Garip bir heyecanla şu acayip suâli sorar:

“–Bâyezîd-i Bistâmî mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- mi daha büyüktür?”

Mevlânâ  Hazretleri dehşete kapılır ve;

“–Bu nasıl sual?!. Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, bütün sermayesi O’na tâbîlik olan bir velî mukayese edilir mi?!.” diye hiddetle bağırır.

Tebrizli Şems, hiç sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar ve;

“–Öyleyse, neden Bâyezîd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini talep ettiği, lâkin küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; «Şânım ne yücedir! Kendimi tesbih ederim!..» dediği hâlde; Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hâlâ istiyor, istiyor, boyuna istiyordu?..” der.

Bu îzahat, Hazret-i Mevlânâ’yı sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hududuna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâle cevap vermek mümkün değildir. Şems, hâl gücüyle O’nu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir «ledün âlemi»dir. Böylece Şems; muhatabını, O’nda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî bir iklimin ufkuna doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur!

Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlâalarından birini serdediyormuşçasına kolaylıkla şu cevabı verir:

“–Bâyezîd’in; «Şânım ne yücedir; kendimi tesbih ederim! Ben sultanların sultanıyım!..» sözü bir işbâ, (doymuşluk) hâlinin ifadesidir. Yani, O’nun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Rûhu artık talepsiz bir hâle geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin O’nun istiâbı bu kadardı.

Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise;

اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ

sırrına mazhar olmuştu. Tecellîler, kendisini her taraftan kuşattı. Kâinat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyordu. Nitekim;

«Ben günde yetmiş defa -bir rivâyette yüz defa- tevbe ederim!..»  buyurmuşlardır.

Zira O, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyâkı sonsuz, kul ile Rab arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler;

«Ya Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım. Sana hakkıyla kulluk yapamadım.» diye ilticâ ve tazarrûda bulunuyordu.”

Şems’in vazifesi; muhatabının idrâkini, kalbî derinliğini, zâhirî ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için aldığı cevapla ulvî gayeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir neşe çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki mâneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan nûrânî bir şerâre vücûda gelmiş olur.

Bundan sonra Mevlânâ Hazretleri’nin rûhunda meknuz olan mânevî okyanus dâimî bir sûrette dalgalanmaya başlar. O anda sanki bir kibrit çakılmışçasına Mevlânâ’nın gönlü, bir petrol denizi gibi alev alır. Tebrizli Şems, Mevlânâ’nın gönlünü böylece ateşlemiş olur; fakat öyle bir infilâk karşısında kalır ki, onun alevleri içinde kendisi de yanar. Artık idrakler ve nasipler aynîleşir.

Bu hâdiseden sonra, daha evvel tamamıyla zühdî bir ibâdet içinde sakin bir müderris olan Hazret-i Mevlânâ’nın; birdenbire içi içine sığamayarak samimî ve coşkun bir heyecan içinde yaşadığını görürüz. Tebrizli Şems’in memuriyeti de, bu mânâ okyanusunu tutuşturmaktı.

ŞEMS, MEVLÂNÂ’YA NE ÖĞRETTİ?

Esas mevzu, «Şems Mevlânâ’ya ne verdi? Ne öğretti?» sorularının cevabıdır. Bu da, Şems’in ona aklın esâretinden kurtulmanın yollarını öğretmesidir. Çünkü aklın hududu muayyendir. Arkası cinnettir. Gönlün hududu ise, sonsuzdur. Teskin noktası da «fenâ-fillah»tır.

Şems, Celâleddîn-i Rûmî’ye kendi özünü, sahip olduğu değerleri tanıtarak ayağındaki zincirleri kopardı. Çünkü Mevlânâ uçmaya hazır bir kartaldı. Şems, onun ayağındaki bu bağları çözdü. Ona gönül penceresinden öteleri gösterdi.

Bundan sonra Hazret-i Mevlânâ, ışık etrafındaki pervâneler gibi Şems’teki tecellînin câzibesine kapılarak yanmaya başladı.

Hazret-i Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr’inde Şems’le başlamış olan bu macerasını şu şekilde anlatır:

“Şems Mevlânâ’ya;

«–Âlimsin, başsın, rehbersin; saltanat sahibisin!..» dedi.”

“Mevlânâ da ona;

«–Bundan sonra zâhir âlemin âlimi değilim; başı değilim; rehberi değilim.. Senin yaktığın meş’alenin aydınlattığı akıl üstü bir âlemde fakir ve garip bir seyyahım!..» dedi.”

“Şems tekrar;

«–Sende hâlâ akıl var! Bu sebeple dîvâne olamadığın için bu evin mahremi değilsin!..» dedi.”

“Mevlânâ da;

«–Bundan sonra aklıma gönlümle örtü örttüm… Dîvâne oldum. Himmetinle artık bu âlemin mahremiyim!..» dedi.”

“Şems yine;

«–Sende hesap var!.. Sekr hâlinde değilsin! Bu âlemin dışındasın!.. Bu âlemi aydınlatan akıl değil, aşktır. Önünü göremiyorsun!..» dedi.”

“Mevlânâ Şems’e;

«–Bundan sonra himmetinle baştanbaşa ateş kesildim. Her yanımı aşk ve sekr kapladı!..» dedi.”

“Şems bu sefer;

«–Sen bir cemaatin meş’alesisin! Yerin yükseklerde!..» dedi.”

 “Mevlânâ ise;

«–Bundan sonra artık o meş’alem söndü. Gözümde onların, mayısböceklerinin yanıp sönen parıltısından bir farkı yok!.. Artık başka meş’alelerin aydınlığında yürüyorum!» cevabını verdi.”

“Şems;

«–Sen ölü değilsin; Sen zâhirî diriliğini muhafaza ediyorsun! Bu kapıdan öteye böyle geçilmez! Fânî varlığını, bütün ihtişam ve debdebesiyle terk etmen gerekir…» dedi.”

“Mevlânâ;

«–O eskidendi!.. Seni tanıdıktan sonra insanların bildiği mânâda diri değilim. Başka bir dirilikle buluşarak öldüm!..» dedi.”

“Şems O’na;

«–Hâlâ nefsânî istinatların var! Makamın, mansıbın bâkî! Bunlardan kurtul!» dedi.”

“Mevlânâ da;

«–Bundan böyle senin beni çekip götürdüğün ledün âleminde mevkî ve mansıp aramaktayım… Evvelki varlığıma ait her şeyi terk ettim; onları aştım!..» dedi.”

“Şems;

«–Kolun kanadın var! Ben sana kol-kanat veremem!..» dedi.”

“Mevlânâ;

«–Bundan sonra senin kolun kanadın olmak için, kolumu ve kanadımı kırdım…» dedi.”

Şems de, bu ikrar karşısında vazifesinin bittiğine kanâat getirip ona ilâhî tecellîler ile dolu ebediyet ufuklarında yanması için bir kanat taktı… Çünkü onu vuslatın rehavetinden büyük bir firkate düşürerek hasretin bereketli ikliminde yalnız başına bırakmıştı.

İşte bundan sonra Celâleddîn-i Rûmî, Hazret-i Mevlânâ oldu ve asıl vazifesi başladı: İnsanlara aşkı talim etmek… Gönülleri sevda ile tutuşturup olgunlaştırmak… Tıpkı bir pervâne gibi… Mevlânâ takipçisi olan Muhammed İkbâl anlatır:

“Bir gece kütüphânemde bir güvenin pervâneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen satırları ve o satırlardaki bütün harflerin arasında yattım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»

Yarı yanmış pervânenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:

«–Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; yanış ve çırpınıştır hayatı kanatlandıran!..»”

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM!..

Gönlünde sonsuz bir sevda yangını olan Hazret-i Mevlânâ –kuddise sirruh– aşk, vecd ve istiğrak dolu hayatını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifade eder:

“Hamdım, piştim, yandım!..”

Bu itibarla onun bütün derdi, kâmil/olgun insandır. Yani kâinat sayfalarını çevirip okuyabilen insan… Yani; «Hamdım, piştim, yandım!..» sırrıyla kemâle ermiş yanık insan… Çünkü yanarak olmuş kimse, bozulma ihtimali çok az olan kimsedir. Bu gerçeği şöyle anlatır:

“Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek dönüp de yeniden buğday olmadı. Hiçbir üzüm tekrar koruk hâline dönmedi. Piş ve olgunlaş da, bozulmaktan kurtul!”

İnsanı pişirecek olan ateş ise, ayrılık ve hasret ateşidir. Hazret-i Âdem de bu sebeple cennetten çıkarılmış, yani pişip olgunlaşması için bu ayrılıklar yurduna gönderilmiştir. Bu bakımdan insan, burada aşk ile en güzel şekilde eğitilmelidir.

Aşk nedir?

Böyle bir suâle Hazret-i Mevlânâ’nın cevabı;

“Aşkın ne olduğunu bilmek istiyorsan, benim gibi ol!” şeklindedir.

Çünkü aşk, anlatılınca anlaşılacak bir bilgi değil, yaşanınca kavranacak bir hakikattir. Yaşamaksa, takvâ ölçüleri içerisinde olduğu gün aşkın sırları açılmaya başlar. Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!.. Bilin ki) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!” (el-Bakara, 282)

İNSANIN EĞİTİMİ

Derin ve engin bir âlem olan insanı Hazret-i Mevlânâ, menfî ve müsbet bütün yönleri ve özellikleriyle tanır ve ona göre konuşur. Bu sebeple insan, onun Mesnevî’sinde kendisini bulur. Öyle ki, Müslüman olmayan niceleri bile Mesnevî’yi okuduklarında bir Mevlânâ hayranı ve takipçisi olmaktadırlar… Hattâ bu sayede îman eden niceleri vardır. Meselâ Yaman Dede, Mesnevî okuyarak hidâyete ermiş bahtiyarlardandır. Bu itibarla kendisine;

“–Niçin sürekli olarak Mevlânâ’dan bahsediyorsunuz, Mesnevî’den okuyorsunuz?” diye soranlara şu hakikati ifade etmiştir:

“–Mevlânâ Hazretleri, elimden tuttu ve beni Hazret-i Peygam-ber’in kapısına götürdü…”

İşte Hazret-i Mevlânâ, böylesine bir gönül rehberi ve mimarıdır. Onun nazarında insan, bu dünyaya varlığın sırlarını anlamak için gönderilmiştir. Hayvan nasıl kendine has kabiliyetleri ve hünerleri ile değer kazanıyorsa insan da aklını ve gönlünü kullanarak değer kazanır.

Ona göre insan, bütün muhtevasıyla bir ormana benzer. Nasıl ki ormanda domuzundan tilkisine, bülbülünden kargasına, çiçeğinden böceğine her çeşit güzel ve çirkin mahlûkat varsa, insanın derûnunda da bunların hepsi, gizli veya âşikâr aynı şekilde huy ve ahlâk olarak mevcuttur. Yani insanın içi güzellik ve çirkinlikler meşheridir. Ve insana verilecek değer de, içindeki güzellikleri ilâhî güzelliklerle buluşturup yeşertebildiği ölçüde gerçekleşir. İlâhî olanın özü de Kur’ân-ı Kerim’dir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın insanlara değer verişi dâimâ bu pencereden tahakkuk etmiştir. Şöyle ki;

Devrin kıymetli hâfızlarından Hâfız İshak Efendi, Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarete gelmişti. Mevlânâ Hazretleri, büyük bir ihtiramla ayağa kalktı ve onu baş köşeye, üste buyur etti. Sonra da şöyle buyurdu:

“Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl aziz tutmak, rahle ve kürsülerin üzerine koymak lâzımsa, Kur’ân’ı kalbinde taşıyan hâfızları da o şekilde aziz tutmak ve baş köşeye, üste oturtmak lâzımdır. İçinde Kur’ân’ın nûru bulunan bir gönül, cehennemin yüzünü görmez. Bir kâğıt parçasına Kur’ân’dan bir âyet yazılı olsa bile ateşe atılmaz. Kalbinde bütün bir Kur’ân yazılı olan bir gönül cehenneme atılır mı?”

Bu değer verişin ve müjdenin feyz ü bereketi ile şehrin bütün hâfızları Mevlânâ’ya talebe oldular.

EĞİTİMCİLER, EĞİTİLENLER SAYESİNDE DEĞERLİDİR

Hazret-i Mevlânâ’nın eğitim anlayışında bıkmak ve usanmak yoktur. Hor ve hakir görmek de yoktur. Çünkü eğitenler, ancak eğitilenler sayesinde değerli olurlar.

Bu hususta der ki:

“Kırıkçı ustası, ayağı kırılmış adam neredeyse oraya gider. Zayıflar ve hastalar bulunmasa, hekimlik sanatının faydalı ve güzel özellikleri nasıl anlaşılırdı?”

“Bakırların horluk ve bayağılığı olmasa, kimya kendini nasıl gösterir?”

“Bilmeli ki noksanlıklar, olgunlukların aynası hükmündedir. Horluk da, üstünlüğün aynasıdır. Zıttı meydana çıkaran, kendi zıttıdır. Bal sirke ile daha iyi kavranır.”

Bütün mesele, bu dünya dershânesinde bir ömür en iyi talebe, en güzel hoca olabilmek… Bunun için de elbette hem kendimizi hem de dünyayı doğru tanımak lâzım…

DÜNYA NEDİR?

Mevlânâ -kuddise sirruh-; “Dünya nedir?” suâline; “Rûhlar hapishânesidir!..” diye cevap verir.

Hazret-i Mevlânâ bir gazelinde de;

“Ben iş görmek ve halkı irşad etmek vazifesiyle mükellef olduğum için dünya hapishânesinde bulunuyorum. Yoksa zindan nerede, ben neredeyim? Kimin malını çalmışım ki, mahpusum?!.” der.

Dünyada her adım attıkça arzu edilen menzile varılır. Her nefes aldıkça da dünyadan gitme yaklaşır. Diğer cihetten de ruhların aslı, âlem-i ervahtır. Her nefes aldıkça da aslına yaklaşır. Havuzdaki suyun buharlaşıp kaybolması gibi, sessiz sedasız alınan verilen nefesle ömür de zamanını tamamlar.

İnsan olsun, hayvan olsun, aslı toprak olduğu için onun içinde çürür ve kaybolur; toprağa dönüşür.

Maddiyat böyle olduğu gibi mâneviyat da aslına rücû eder. Mânevî mayası cennetin eczasından olanlar, cennete; cehennemin eczasından olanlar, cehenneme gider.

Hâsılı hiçbir hakikatten kaçış yoktur. Ne Allah’tan, ne içinde yaşadığımız kâinattan, ne de kendimizden… Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Bu hayâlî bir şey… Kimden kapıp kurtarıyoruz?.. Allah’tan mı? Ne boş hayal! Ne vahim dalâlet!..”

“Şunu bilesin ki, dünya; para, pul, kadın, giyim-kuşam, ticaret değil, Allah’tan gâfil olmaktır…”

KALB-İ SELÎM: HAKK’A TAM TESLÎMİYET…

Kulun dünyaya aldanmayarak gafletin amansız pençelerinden kendini kurtarabilmesi, ancak tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalp ile mümkündür ki kul, bu sayede kesâfetlerden (günahlardan) kurtularak letâfetlere nâil olur. Kalp, bir merceğin ışıkları üzerinde topladığı gibi ilâhî nûra müstağrak olarak rûhâniyetin odak noktası hâline gelir ve bütün mâsiyetleri kül eyler. Bu hâl, kalb-i selîme nâiliyettir. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda hüsn-i kabul görecek olan da ancak böyle bir kalptir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O gün, ne mal fayda verir, ne de evlât! Ancak Allâh’a kalb-i selîm (her türlü kirden arınmış temiz bir kalp) ile gelenler müstesnâ!” (eş-Şuarâ, 88-89)

Mevlânâ -kuddise sirruh-, insanı kalb-i selîme ulaştıracak olan fenâ mertebesine kavuşabilmenin sırrının Cenâb-ı Hakk’a mutlak teslîmiyette olduğunu şu şekilde ifade eder:

“Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde «Ölmeden evvel ölünüz.» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni baş üzerinde gezdirir.”

İnsanın yaratılış gayesi, kulluk ve Rabbin bilinmesidir. Eşyanın ve hakikatin derinliğine inebilmenin sırrı, mârifet okyanusundan bir şebnemciğe olsun kavuşabilmekle başlar.

Cenâb-ı Hak, hepimize Hazret-i Mevlânâ’nın engin aşkından bir nebze ihsân eylesin. O aşk ile ney misâli bir insan-ı kâmil olabilmeyi nasîb buyursun!..

Âmîn!..