Alemdeki Vahdet Temayülü

1995 – Aralik, Sayı: 118, Sayfa: 036

Hz. Mevlana -kuddise sirruh-, “nefsaniyet” ve “Rûhaniyet” diye adlandırılan, birbirine zıd iki keyfiyetin, birbirleri ile mücadelelerini ve her birinin tabi olduğu cazibeyi çeşitli misallerle anlatarak Rûhaniyetini inkişaf ettirmek isteyenlerin, ancak gerçek aşk sayesinde gayesine ulaşabileceklerini aşağıdaki hikayede şöyle izah eder:

“Mecnûn’a, Leyla’nın yolculuğa çıktığı haberi gelir. Bunun üzerine devesine biner, Leyla‘nın gideceği köye doğru süratle yol almağa çalışır. Yeni doğmuş bir yavruya sahip olan devesinin ise gözü, arkada kalan yavrusundadır. Mecnûn, devenin üzerinde uyumağa başladığı zaman deve, hemen yavrusunun istikametine döner. Mecnûn, farkına varınca, telaş içinde deveyi, yine Leyla‘nın köyüne çevirir. Bu hal, defalarca tekerrür eder.”

“Günün sonunda Mecnûn, nereye geldiğini merak ile etrafına bakar, ileri-geri bu hareketlerle, daha sabahleyin yola çıktıkları mahalde olduklarını, bir fersah bile yol almadıklarını görür. O zaman Mecnûn, deveye seslenir:

“A deve! Sen yavruna aşıksın, bense Leyla’ma!.. Dolayısıyla ikimizin de yolları farklı. Sen benim yolumu kesiyorsun, ben senin yolunu!.. Biz bu halde yoldaşlık edemeyiz. Sen fanî bir tene aşıksın, bense ebedî bir cana.. Ayrılmamız gerek!”

Bu hikayede Mecnûn’dan murad, “sultanî ruh”tur ki, o da, Hüsn-i Mutlak’ın (Allah’ın) meclûbudur. Deveden maksad ise, “nefs” dir. Yavrusu da “heva vü heves” denilen dünya lezzetleridir.

Bu hikayede, birbirinin zıddı olan iki Mecnûn, yani rûhaniyet ve nefsaniyet bir araya gelmiştir, ikisinin mücadelesi, temsîli olarak ifade edilir.

Hz. Mevlana -kuddise sirruh-, bu hikaye ile ilgili bazı beyitlerinde şu şekilde teşbihler yapar:

“Rûhaniyet ile nefsaniyet, Mecnûn ile devesi gibidir ki, biri ileri, diğeri geriye gitmek ister.”

“Mecnûn‘un anlık gafleti, deveyi yavrusu tarafına döndürür.”

“Mecnûn‘un bedeni, Leyla‘nın aşk ve sevdası ile dolu olduğu için Mecnûn, zaman zaman gayr-i iradi hayale dalarak kendinden geçer.”

“Ona rehber olacak olan akıl ise, Leyla‘nın sevdasıyla kaplanmıştır.” “Lakin deve, yani “nefs”, dikkatli ve atik davranıp Mecnûn’un hayranlıkla kendinden geçtiği an, yavrusuna (heva ve hevesine) dönüyordu.”

“Nihayet Mecnûn, deveye döndü:

“Ey deve! ikimiz de birbirimizin zıddına aşığız.. O halde yol arkadaşlığı yapamayız. Seninle beraber oldukça, ruhum Leyla’dan uzak kalıyor…”

“Ey deve! Vuslata giden yol, iki adımdan ibarettir. Senin mekrin (hilen), beni senelerdir vuslattan mahrum bıraktı. Halbuki yol, çok yakındı…”

“Lakin ben ise çok geç kaldım. Bu süvarilikten, yani senin sırtına binip, beni taşımandan usandım!..”dedi.

“Mecnûn, canhıraş bir şekilde kendisini devenin üzerinden yere attı.”

“O yiğit Mecnûn, kendini öyle bir attı ki, kaza-yı ilahi ile ayağı kırıldı.”

“Ayağını bağladı. Kendini top gibi yaptı. Süratle Leyla’nın menziline doğru bir tekerlek gibi yuvarlana yuvarlana yol almağa başladı.”

Hikayede açıklanan gerçek şu ki; Varlığın aslı ve hakikati, vücûd-ı mutlaktır. İlahî irade ve latîf sıfatının tecellîsi ile vücuda gelen kesret aleminin temel kaidelerinden biri, aynileşme ve insanoğlunun aslına dönme iştiyak ve temayülüdür.

Varlık, muhabbet sebebi ile kesrete dönüşür. Kesrette vahdet demek olan mahlükattaki ilahî tecellîlerin teke ircası manasındaki aynîleşme, ancak sevgi ve aşkla gerçekleşir.

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeyi arzu ettim, (marifetime muhabbet ettim) de kainatı yarattım.” kudsî hadîsinde de beyan edildiği gibi kainatın yaratılış sebebi de, aşk ve muhabbettir.

Bu sebepledir ki, varlıkların en şereflisi olan insanı, fanîlere bağımlılıktan kurtararak Rabb’ına yücelten ve ahsen-i takvîm mertebesine ulaştıran yegane müessir budur. Ancak bu yolda, Rûhaniyetin harcı olan aşk ve sevgi yerine nefsanî heva ve heveslerin peşinde koşmak, bu ilahî gayeye ters düşen bir bedbahtlıktır.

Salike lazım olan, ne halde bulunursa bulunsun, nefsin hilelerine kanmayıp, gelen iptila ve imtihanları aşarak Hakk vuslatına doğru istikametlenmektir.

Mevlana -kuddise sirruh-, ruhların, nefslerin ve istîdadların insandan insana farklı olduğunu, herkesin kendi aynasında Kainat nakışlarını, değişik perspektiften ayrı ayrı görmelerini şu misallerle anlatır:

“Bir sufî, neş’elenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengarenk tezyinatı karşısında mest olur. Gözlemi kapayarak murakabe ve tefekküre dalar.”

“Orada bulunan gafil bir kişi, sûfî‘yi uyur zanneder. Onun bu haline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye:

” – Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allah’ın -celle celâlühû- rahmet eserlerine nazar et!” der. Sûfî de ona şöyle cevap verir:

“Ey heveskar insan! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilahiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakilar bu büyük eserin gölgesi mesabesindedir.”

“Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün..”

“Su içine aksedip görülenler, hayalî bir bağbahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargah-ı ilahîdir. Onların zarif ve latîf akisleri, su ve çamurdan olan Dünya alemindedir.”

“Eğer bu alemdekiler, gönül alemindeki o neş’e selvisinin aksi olmasaydı, Cenab-ı Hakk bu hayal alemine “aldanış” mekanı demezdi.” dedi.

Sûre-i Al-i İmran, 185. ayette:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı muhakkak kıyamet günü tastamam verilecektir. O vakit, kim ateşten uzaklaştırılıp Cennet’e sokulursa, artık o, muhakkak muradına ermiştir. (Bu) Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir.” buyurulur.

Gafil olanlar, Dünya’yı cennet zannederek “Cennet budur!” diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır.”

“Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyaullahdan uzakta kalanlar, o hayale meylederek aldanırlar.”

“Birgün bu gaflet uykusu nihayet bulur. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefesde o manzaranın ne faydası olur?”

“Ne mutlu o kimseye ki, ölümden evvel ölmüş, onun ruhu, bu bağın hakîkatinden koku almıştır…”

Gerçekten bir kimse, Dünya’nın nefsanî lezzetlerce itibar etmez, ondan yüz çevirirse, Allah -celle celâlühû-, o kulun ruhunu saf, kalbini nurlu kılar.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“İçine nur giren kalb, açılır ve genişler.” buyurduğunda;

“Ya Rasülallah, bunun alameti nedir?” diye sorulmuş, O da:

“Fanî Dünya’dan uzaklaşmak, ebedî olan Ahiret yurduna gönül vermek ve ölmeden evvel ölüme hazırlanmaktır.” şeklinde cevap vermişlerdir.

“Tasavvuf nedir?” diye soran bir şahsa, Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri şu cevabı verdi:

“Halka uyma kirinden arınmak, Hakk’a tabî olmak, süfli huylardan ayrılmak, nefsanî davalardan uzaklaşmak, ruhanî vasıfları kazanmağa gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, daima en uygun olana göre hareket etmek, herkese nasîhatta bulunmak, ruhların ezel toplantısında verdikleri ahid üzerinde samimiyyetle durmak Hz. Rasûlullah’a -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ve şerîate uymaktır.”

Sırları saf, kalbi temiz ve içi nurlu olan bu vasıftaki bir kimse, Allah huzurunda ilk safta bulunanlardandır. Bunlar hakîkî sûfilerdir. Allah katındaki bilgileri ve marifetleri sıhhatlidir. Onlar, Rabb‘lerine güvenir tevekkül ederler, kazasına rıza gösterirler.

Kainat’ta bütün mahlükatın kalbi, müsbet veya menfî istîdadlarına göre değişiktir. Ancak egoizm, yani varlığın kendine meclübiyeti asıldır. Bundan dolayı her varlık, kendine aid müşterekleri nerede müşahede ederse, oraya celb olunur. Bu, kendini gayrda tesbit ve temaşa etmenin bir neticesidir. Yani, aynı cinsten olanlar, birbirlerini cezbederler. Her nerede bir sevgi varsa, bu, sevenin sevilende kendi özelliğini görmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim cezb ve incizab, yani çekmek veya çekilmek için bu beraberlik ve ayniyet şarttır. Nefsî hayat, fasıkları Rûhaniyet, sadık ve salihleri; küfür, kafiri; irşad, irşada talib olan müsterşidi cezbeder. Bu cazibe kanunu, maddede ve manada, hayırda ve serde bütün ihtişamıyla hükmünü icra eder.

Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

“Ruhlar, düzenli ordular gibidir, (Ruhlar aleminde) birbirleriyle tanışanlar Dünya’da kaynaşır, birbirlerini yadırgayanlar da ihtilafa düşerler.”

Muziplik yaparak çevresindeki topluluğu güldüren Mekke’li bir hanımın, hicretten sonra bir tevafuk eseri Medine’de yine kendisi gibi nüktedanlığıyla meşhur bir hanıma misafir olması, bu cazibenin güzel bir numunesi olarak değerlendirilebilir.

Malik b. Dinar anlatır:

“Bir gün bir kişiye selam verdim. Bana ismimle iade-i selamda bulundu. Şaşırdım:

“Bugüne kadar beni görmediğin halde nereden tanıdın?” dedim.

“Ruhum, ruhuna meleküt aleminde mülaki olduğu için seni bana Rabbım tanıttı.” dedi.

Yine Veysel Karanî, kendisine selam veren kişiye, ismi ile iade-i selamda bulundu. Adamcağız:

“Benim Herim b. Hayyan olduğumu nereden bildin?” dedi.

Veysel Karanî ise:

“Ruhum ruhunu tanıdı.” diye cevap verdi.

Hz. Ali‘ye -radıyallâhu anh- bir kadın gelip:

“Küçük oğlum dama çıktı; ucuna geldi. Çağırsam gelmeyecek; bıraksam yere düşüp parçalanacak! Ne yapayım?” dedi. Hz. Ali -radıyallâhu anh-:

“Ey hanım, onun emsali bir çocuğu dama çıkar. Onu görünce yanına gelir. Sen de alıp

kurtarırsın.” dedi.

Kadın, çocuğunun emsali bir çocuğu dama çıkardı. Çocuk, kendi cinsini görünce, emekleyerek onun yanına geldi. Tehlike bitti.

Mevlana -kuddise sirruh- buyurur:

“Cins, cinsine ebediyyen aşıktır.”

“Kulları tehlike ve badirelerden kurtarmak için gönderilmiş olan peygamberlerin insanlardan seçilmesi aynı sebepledir.”

“İsa -aleyhisselâm- ve İdrîs -aleyhisselâm-, fevkalade riyazat ve mücahede ile melekler gibi oldular. Neredeyse yemez, içmez hale geldiler. Adeta meleklerle hemcins olduklarından semaya kaldırıldılar.”

“Harut ve Marut isimli melekler de ten cinsinden olduklarından semadan yere indirildiler”

Hz. Mevlana -kuddise sirruh-, bu misaller ile İdrîs -aleyhisselâm- ve İsa’nın -aleyhisselâm- riyazat ve mücahede ile letafet peyda ettiklerinden melekler gibi semaya yükseldiklerini, Harut ve Marut’un ise nefsaniyetin kesafetine büründükleri için, melek oldukları halde yeryüzüne indirildiğini ifade eder.

Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, zaman zaman beşeriyyet aleminden sıyrılarak, serapa rûhaniyyete bürünürdü. Nitekim hadîs-i şerifte:

“Ben Allah‘ın nürundanım. Kamil mü’minler de benim nurumdandır.” buyurdu.

“Musa -aleyhisselâm-, Firavun ve Haman nazarında çok kötüdür. Hz. Musa‘nın kavmi önünde de, onlar çok zalim ve kötü idi.”

“Firavun ve Haman’ın canı, kendi kıptîlerini cezbediyordu. Hz. Musa‘nın ruhu ise, tevhîd taliblerini cezbediyordu. Zira bu, aralarındaki mahiyet farkının eseri idi.”

“Merkebin midesi samanı, insanın midesi de buğday çorbasını hazmeder.”

“Eğer sen, gaflet ve cehalet karanlığı yüzünden bir kimseyi tanıyamaz isen, dikkat et o kimse, kimi üstad tanımış ve arkadaşları kimlerdir!.. Bir insan-ı kamile iktida ediyorsa, hareketleri müttakî ise, o, gerçek olgunlaşma yolundaki insandır..”

“Kiminle arkadaşlık edeyim?” diye soran bir zata, Sehi b. Abdullah et-Tüsterî -kuddise sirruh- şöyle nasihat eder:

“Süfîleri tavsiye ederim. Onlardan ayrılma. Zira onlar, sana yaptıkları yardımları hiç bir zaman çok görmez: Sende gördükleri hususlardan dolayı, seni ayıplamazlar. Her davranışını, seni mazur görecek şekilde te’vîl ederler.”

Zünnün-ı Mısrî -kuddise sirruh-;

“Kiminle dostluk kurayım?” diyen Yusuf b. Hüseyn’e:

“Kalbinde Dünya’ya aid bir şeye malik olmayan, senin hiç bir halini ayıplamayan, kendilerine karşı ne kadar çok değişirsen değiş, sana karşı takındıkları tavrı değiştirmeyenlerle dost ol!..

Çünkü dostlara en fazla muhtaç olduğun zaman, en çok değiştiğin zamandır!..” buyurur.

İki fert arasındaki meclübiyet, ruhanî beraberlikden doğuyor ise, hiç bir engel önünde sarsılmaz. Tatmin olmakla tükenmez.

Nefsanî sebeplerden doğan meclûbiyet ise, en basit engellemelere mukavemet edemeyip yıkıldığı gibi, her tatminkarlıkta bir parça daha tükenir. Rûhaniyet ortadan kalkar. Ulviyyet yolunda ilerlemenin yegane kanunu, meclûbiyetlerin ruhanî temayüllerle gerçekleşmesini sağlamaktır.

Esasen beşer hayatını yükseltip veya alçaltmada en büyük müessir, muhabbet ve nefreti yönlendirmeğe bağlıdır. Eğer muhabbet layıkına, husumet ve nefret de müstehakkına tevcîh olunursa, o tevcihdeki şiddet nisbetinde fail yükselir. Aksine hareket, yani muhabbeti layık olmayana, husumeti de gayr-i müstehakkına tevcîh, tevcîhdeki şiddet nisbetinde hayatı süflîleştirir.

Allah Teâlâ buyurmaktadır ki:

“Sabah akşam Rabb’lerine (sırf) O’nun (rızasını ve) cemalini dileyerek dua edenlerle beraber candan sabır (ve sebat) et! (Sakın) Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme! Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!..” (el-Kehf,28)