26 Nisan 2021 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

26 Nisan 2021 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine,

Dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine,

Ramazân-ı Şerîf’in bereket ve rahmet olması niyaz ve duâsıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Çok Muhterem Kardeşlerimiz!

Sohbet mevzumuz, Şems Sûresi, 1 ve 15 âyetler muhtevâsı içinde.

Tefekkürümüzü ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları, ilâhî sanat üzerinde derinleşebilmek, tefekkürümüzün artması.

Bu sûrede Cenâb-ı Hak, sekiz varlık üzerine yemin ediyor. Yani ilâhî kudret, ilâhî azamet: Güneş, kuşluk vakti, Ay, gece, gündüz, yer, gök ve nefs üzerine.

Yine Cenâb-ı Hak Zât’ı üzerine üç yerde yemin ediyor.

Yani on bir yerde bu sûrede, Cenâb-ı Hak yemin ediyor. Yani ilâhî azamet tecellîlerine âşinâ olmamız, tefekkürümüzü artırmamız, zikrimizi daim hâle getirebilmemiz ve nefsimizi tezkiye etmek. Bu şekilde bir selâmete çıkabilmek.

Bir insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesi…

Peygamberler üç vazifeyle geliyorlar. Peygamberin birinci vazifesi; Allâh’ın âyetlerini tebliğ etmek. İkinci vazifesi; mü’min olanları, onları tezkiye etmek. Yani kalp âlemlerini alıcı hâle getirmek, ilâhî kudret akışlarını alıcı hâle getirmek. Yani kevnî âyetlerden kalben hissedâr olabilmek.

Üçüncü vazifesi de; tekâmül etmiş, irfana erme gayretinde olan kulu, Kitap ve hikmeti telâkkî ettirmek.

Hikmet; hâdisâtın, vukuâtın, eşyanın sırrî tarafını idrâk edebilmek.

Bunun için de kulun tekâmül etmesi mânen, nefs-i mutmainneye ermesi, Cenâb-ı Hak ile dost olması ve Cenâb-ı Hak’tan kuluna bir davetiye, Cennet davetiyesi çıkartılması.

Şems Sûresi’nde:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa erdi.” (eş-Şems, 9)

Diğer taraftan, fücurda olan kişi de, bunun da büyük bir zarara uğradığını… (Bkz. eş-Şems, 10)

Hattâ bu hususta Cenâb-ı Hak, bir Semud Kavmi’nin nasıl felâkete uğradığını bildiriyor.

“Onu (günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur! Onu (isyanla) örten ise, muhakkak hüsrâna uğramıştır!” (eş-Şems, 9-10)

Kâbe, kâinatta ne ise, insan vücudunda da kalp. Yani kalp, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellî ettiği mekân. Kalp, temizlenecek, fücurdan kurtulacak, cemâlî sıfatlarla müzeyyen hâle gelecek, o şekilde kul, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşacak, idrâk genişleyecek, sâlih bir kul olacak.

Terbiye ve tezkiye olmamış ham nefsin, insanı nasıl bir musibete dûçâr edeceğini bildiriyor. İşte Semûd Kavmi’nin misâli.

Cenâb-ı Hak; peygamberleriyle irşâd ediyor.

Kâinat, ilâhî bir laboratuvar. Kevnî âyetlerle îkaz ediyor ve nefs hodgâmlıktan kurtulacak, diğergâm bir nefs olacak, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayan bir nefs olacak.

Rabbimiz, yine Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerde:

يَا لَيْتَنِي (“Eyvah bana” [el-Kehf, 42; el-Fecr, 24…])

يَا لَيْتَنَا (“Eyvah bize” [el-En’âm, 27; el-Ahzâb, 66…])

Kullarının orada bir pişmanlığını bildiriyor.

Kullar; “keşke, keşke” diyecek. Fakat her şey bitmiş olacak.

Birinci âyet:

وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا

Cenâb-ı Hak:

“Yemîn olsun Güneş’e (diyor) onun (kuşluk vaktindeki) aydınlığına!” (eş-Şems, 1)

Demek ki sabahleyin kalktığımız zaman, biz bu âyeti hatırlamamız lâzım. Güneş nasıl ilâhî bir azamet tecellîsi; hayat veriyor ve aydınlatıyor. İlâhî bir azamet lambası.

İnsan, bu dünyaya boş bir kaset olarak geliyor. Bu kaset Kur’ân ve Sünnet ile dolarsa, kul kemâl buluyor ve insan, ahsen-i takvîm, en güzel bir yaratık hâline geliyor.

Tabi böyle bir kalpte, tezkiye neticesinde;

–Tefekkür derinleşiyor, zirveleşiyor, hâdisât ve vukûatı tahlil edecek duruma geliyor. Neticede kalpte bir hikmet tecellîleri başlıyor.

–Mârifetullâh’a ufuklar açılıyor. Sunûhat, tulûat, bilhassa hikmet tecellîleri başlıyor.

İşte burada, âyette İbrahim -aleyhisselâm-; malıyla, canıyla, evlâdıyla, kavmiyle yaptığı mücadeleyle Cenâb-ı Hakk’a dost oldu. Geniş ufuklar açıldı. Bu ufuklar açıldıktan sonra, İbrahim -aleyhisselâm- bir acziyet içinde, Allâh’ın verdiği bu nîmetlerin mukâbilini verememe endişesiyle:

“Yâ Rabbi dedi, insanları (tekrar) yarattığın gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) buyurdu.

Cenâb-ı Hak:

“…Ay’ı da parlak kılan (buyuruyor), yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (Ay’a) birtakım menziller takdir eden O’dur (buyuruyor. Yani ilâhî bir takvim). Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve bir hikmete) binâen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.” (Yûnus, 5) İdrâk sahibi bir kavme.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9)

Gerçek tahsil nedir? Başta şerîat yaşanacak. Hayatın bütün muhtevâsı içinde, şerîat ihmal edilmeyecek. İbadet hayatı, muâmelât hayatı, beşerî münâsebetler, âile hayatı, evlât yetiştirme, ticarî hayat -demek ki bir ihmal olmayacak- mîras, şerîatin muhtevâsı içinde bir istikâmet olacak.

Cenâb-ı Hak:

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ buyuruyor.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) buyuruyor.

Zümer Sûresinde:

“…Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor. Şerîat yaşanacak, ondan sonra birinci madde:

سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا buyuruyor Cenâb-ı Hak:

“Seherlerde secde ve kıyâm hâlinde ol(up hayat bul)anlar.” (ez-Zümer, 9) Rûhânî hayatını tezyin edenler.

İkincisi:

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ buyuruyor. Fânîliği bir tefekkürle yaşayanlar. Yani “âhiret endişesi içinde bulunanlar”. (ez-Zümer, 9)

Üçüncüsü:

وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ

Devamlı duâ hâlinde yaşayanlar. Yani devamlı “Allâh’ın rahmetini dileyenler.” (ez-Zümer, 9)

En çok duâ hâlinde peygamberleri görüyoruz. En ufak bir zelleye “ظَلَمْنَا, ظَلَمْنَا” (zulmettik, zulmettik) diyorlar.

Bu üç vasfı yaşayanların durumu nasıl olacak bilenlerin? Yani bilenler, hangi vasıfları taşıyorlar?

Bilenler, bu cihânın ilâhî ihtişam ve kudret akışlarına âşinâ olanlar. İlâhî feyz ve tecellîlerden kalben nasîb alabilenler.

Yine bilenler, ölmeden evvel nefsinin, fücûrun esâretinden kurtularak, hakîkat sabahında, yani son nefeste selâmet bulanlar.

Yine bilenler, ilâhî hesâba çekilmeden evvel, kendini hesâba çekebilenler.

Nasıl olsa hesaba çekileceğiz. Daha ölmeden evvel hayatımızı şöyle bir kalben gözden geçirmek ve bir istiğfar hâlinde yaşayabilmek.

Yine bilenler kimlerdir? Gönül insanıdır. Hâssaten gönlü, bir dergâh hâline getirenlerdir ve bütün mahlûkâtı kucaklayan gönüller.

İşte Mevlânâ’ya izâfe edilen bir dörtlük var, orada Mevlânâ buyuruyor ki, bütün mücrimleri çağırıyor. Yani bütün mücrimler gelsin, burada hayat bulsun, burada İslâm’ın o güzellikleriyle, o nezâket, o zarâfet, o incelikleriyle müzeyyen hâle gelsin.

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

Gel gel, yani geri dön gel diyor. O eski hâlinden, o çirkin hâlinden geri dön, gel.” diyor.

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ

“Kâfirsen de, putperestsen de gel diyor. Burada bir hidâyeti gör.” diyor.

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

“Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.” diyor.

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

“Yüz kere tevbeni bozmuşsan yine gel.” diyor. “Burada İslâm’ın hidâyetiyle hidâyetlen, huzur bul.” diyor.

İşte bu, gönlü bir dergâh hâline getirebilmek. Bir mü’minin kendisini, dünyanın akışından mes’ûl görebilmek.

Cenâb-ı Hak:

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. En büyük nîmet, İslâm’la şereflenmek. En büyük nîmet, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek. Bu şekilde bunun bir mukâbilini îfâ edebilmek.

İşte ashâb-ı kirâm, bu mes’ûliyetle Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Afrika’ya girdi, nerede insan toplumu var, oraya sahâbî sefer etti. Allâh’ın verdiği bu îman nîmetinin bedelini ödeyebilmek.

Velhâsıl bir müslüman, gönül insanı olacak.

Yine bilen, ilm-i ilâhînin azameti karşısında bir hiçliğini idrâk edecek. Onun için mütevâzı olacak. Hiçlik hâlinde olacak. Ki, bir hiç sermaye ile dünyaya geldi. Bunun tefekkürü içinde olacak.

İşte bunun için Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne, kadılık apoletleriyle ciğer sattırıldı. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’ne helâ temizlettirildi. Yunus Emre, başı eşikte bekletildi.

Velhâsıl kalpten “ben” çıkacak, “ben” olmayacak. Kalpte daima; “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” olacak.

Mûsâ -aleyhisselâm-’a mukaddes vadi Tuvâ’da peygamberlik verildi. Hanımı Safura da doğum yapmıştı mağarada.

Cenâb-ı Hak:

“–Firavun’a git dedi, Firavun azdı.” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi dedi, Safura’yı nereye bırakayım, ne yapayım?” dedi.

Cenâb-ı Hak dedi ki:

“–Yâ Mûsâ dedi, anan seni doğurup dünyaya attığı zaman seni Firavun’un şerrinden kim korudu?” dedi. Yine:

“–Anan dedi, bir sandık içinde seni bir deryaya bıraktığı zaman orada seni kim korudu?” dedi.

“–Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyordu.

“–Firavun’un sarayında, o zâlimin sarayında kim korudu?” diyor.

“–Sen yâ Rabbi!”

“–Seni o Medyen çöllerinde aç, susuz, çaresizken seni kim korudu?”

Hep Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyordu. (Bkz. Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337)

İşte bu, bilen de bir teslîmiyet içinde… Tabi bu çok zor, kolay bir iş değil.

Yine bilen; dîninin, vatanının, milletinin, bayrağın emânet olduğunun bir idrâki içinde olacak. Zira îmânın, ırzın, nâmusun, malın, canın muhâfazası; vatan ve milletin muhâfazası ile olur.

Zaten hicret de onun için oldu. Hicret de niye oldu? Din yaşanacak, çünkü o zaman Mekke’de din yaşanması mümkün değildi. Irz korunacak, o da mümkün değildi. Mal korunacak, o da mümkün değildi.

Onun için vatan; dînin yaşanması, korunmasıma büyük bir nîmet. Vatan bir emânet. Bize nasıl geldi, bizden sonrakilere de o şekilde, gençliğe ehemmiyet vermek…

Velhâsıl bilen, nefsinin esâretini bertaraf ederek rûhânî bir hayat içinde yaşamanın gayreti içinde olmalı.

Yine bilen, servet, şehvet ve şöhretin “هَيْتَ لَكَ” (gelsene bana) sûretindeki câzip dâvetlerine karşı, kalbin “مَعَاذَ الله” (Allâh’a sığınırım) diyebilmesi. Yusuf -aleyhisselâm-’ın misâli.

Yine bilen, sebepten Müsebbib’e, eserden Müessir’e, sanattan Sâni-i Mutlak’a kalbin ulaşabilmesi…

Yine insan, kendinin bir hiçliğini tefekkür etmesi. İnfitar Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:

“Ey insan! (Diyor.) Seni (diyor) en güzel şekilde birleştiren, Rabbine karşı seni aldatan nedir?” buyuruyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)

Nasıl o, anne karnındaki o fasılları?

“…En güzel bir şekilde birleştiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” diyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6-8)

Cenâb-ı Hak insan olarak yarattı. Elhamdülillâh, zirve bir dînin mü’mini kıldı. Demek ki bu mü’minliğin îcâbını yerine getirebilmek. Bunun için de tefekkürün… Tefekkür bir îman anahtarı. Tefekkürün çok ehemmiyetli bir yeri var.

Burada “وَالشَّمْسِ” diye başlıyor. Cenâb-ı Hak:

“Güneş’e yemin olsun…” (eş-Şems, 1) diye başlıyor.

Cenâb-ı Hak Güneş üzerinde bir tefekkürümüzü arzu ediyor.

Ÿ Dünya ile arasındaki uzaklık, 150 milyon kilometre. Güneş’ten ışık, 8 dakikada geliyor. Yani ışık 300.000 km hızla geliyor. Bir karanlık içinde geliyor. Atmosfere girdiği zaman, sıcaklığını, ışığını veriyor. Sanki bir kablo içinde geliyor o kadar ışıklar.

Ÿ Güneş, yaklaşık 5 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor, yaratılışı.

Ÿ Işığı, kendi merkezinde bir nükleer santrali var, oradan alıyor.

Ÿ Güneş içinde, Dünya’mız kadar, tam 1 milyon 300 bin tane gezegenin sığacak kadar hacmi var.

Ÿ Yüzey sıcaklığı 6 bin santigrat, iç sıcaklığı da 20 milyon santigrat olduğu tahmin ediliyor.

Hiç aksama yok, ârıza yok.

Güneş, saniyede 4 milyon ton, yani dakikada 240 milyon ton madde kaybediyor. Ancak Güneş’in bugüne kadar kaybettiği madde de, ancak 5 binde 1’i diyorlar. Tabi kıyamete kadar ne kadar gidecek, bilmiyoruz.

Ÿ Yine bu Samanyolu galaksisinde bulunan 200 milyar yıldızdan sadece birisi Güneş.

Nasıl bir sonsuzluk, ilâhî azamet, ilâhî kudret akışları…

Ondan sonra:

وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا

Yine:

(Güneş batınca) onu takip eden Ay’a!” (eş-Şems, 2)

Yani Ay da bir ilâhî azamet tecellîsi. Güneş’ten ışığı alıyor, Dünya’ya aksettiriyor. Bir mehtap oluyor. Denizdeki o med-cezirlere vesîle oluyor. Daha bilinmeyen, belki zamanla çıkacak birçok hususiyetleri var. Güneş’in aynası oluyor geceleri…

Yani Ay, bir kil, toprak parçası. Onu mehtap hâline getiren, Güneş’ten aldığı şuâlar.

İn’ikas, yani sâdık ve sâlih insanlarla beraberliğin bir lüzûmu. Nasıl Ay’ın Güneş’ten ışığı aldığı gibi, mü’min de sâlih ve sâdıklardan feyz ve rûhâniyet alması…

Lokman Hakîm evlâdına şu tavsiyelerde bulunuyor:

“Yavrum diyor, âlim kimselerle beraber ol. Onların sohbetinden ayrılmamaya çalış! Zira Allah Teâlâ, yağmurla toprağı canlandırdığı gibi, hikmet nûruyla da kalpleri canlandırır.” (Ahmed bin Hanbel, Zühd, hd. no: 551)

Yine Mevlânâ buyuruyor ki:

“Güneş diyor, bir fidana da kuru dal parçasına da aynı ışığı veriyor diyor. Filiz diyor, genişliyor diyor, büyüyor diyor, çiçekler açıyor diyor, meyvelerini veriyor diyor. Öbürü, kuru dal ise, ancak diyor, o diyor, yanmaya bir odun oluyor.” diyor. Allah korusun, yani îmandan mahrumlar…

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاۤءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, mü’minler için şifa ve rahmettir…” (el-İsrâ, 82)

Bilhassa Ramazan ayında -inşâallah- Kur’ân-ı Kerîm ile -inşâallah- hemhâl olmak, mânâlarıyla hemhâl olmak, hayatımıza intikal ettirmek ve Kur’ân-ı Kerîm’in şifasından nasîb alabilmek.

Kuru dal gibi -Mevlânâ’nın bildirdiği- odun olacak. Onlar için âyet-i kerîme:

“…Zâlimler için yalnız ziyanlığı artırır.” (el-İsrâ, 82)

Ondan sonra:

وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا

“…Onu (Güneş’i) açığa çıkardığı zaman, gündüze!” (eş-Şems, 3)

Yani gündüz ile yeniden bir gün başlıyor.

Cenâb-ı Hak diğer bir âyette “وَالْفَجْرِ” buyuruyor. Yani bir “Fecre andolsun.” (el-Fecr, 1) buyuruyor. Yani Allah, demek ki o fecirle sana ömür takviminden bir yaprak açıyor.

Sâdî-i Şîrâzî var. O diyor ki:

“Allah Teâlâ, geceyi senin istirahatine ve gündüzü de çalışman için yarattı. Ay geceni, Güneş de gündüzünü aydınlatır.

Güneş ışığı, döşemeci gibi senin için bahar yaygısı döşer diyor. Rüzgâr, kar, yağmur, bulut, bulutları süren gök gürültüsü ve kılıç gibi parlayan şimşek, hep senin ektiklerini beslemek için iş görüyor. (Senin tarlanı zenginleştiriyor.) Hak Teâlâ’nın emirlerini yerine getiriyorlar. (Mecâzî olarak tabi.) Susuz kalırım diye telâşlanma! Çünkü bulut sakası, omuzlarında sana su getirir.”

Yani orada ilâhî azameti, Allâh’ın sana ikramını gör, diyor.

Kâinatta her şey, bir ibret dersi. Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki, gece ve gündüzün nasıl bir ibret tablosu olduğunu şöyle naklediyor:

“Kâinâta bak diyor; gece ile gündüz birbirini kucaklarlar (diyor. Vardiya değiştiriyorlar.) Sevgi ile birbirlerinin arkasından birbirlerine koşarlar. Onlar görünüşte ayrıdırlar ama, hakîkatte birdirler. Faydalı olmak ve hizmet etmek için el ele vermişlerdir.”

Sen de Rab ile gece gündüz beraber ol, diyor. Nasıl olacaksın? Rabbimiz, kulunun hamd ve şükür hâlinde olmasını arzu ediyor. Yine Cenâb-ı Hak A‘râf Sûresi’nde:

“Doğrusu Biz sizi yeryüzüne yerleştirdik (imtihan olarak tabi) ve orada size geçim vasıtaları verdik. (Bütün ikramlar kula. Güneş ikram ediliyor, Ay ikram, toprak ikram, hayvanat ikram…) Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (el-A‘râf, 10) buyuruyor.

“O (Allah -celle celâlühû-), sizin için kulakları (niye kulakları veriyor? Vahyi duymak için.), gözleri (ilâhî azametten hisse alacak) ve gönülleri (Hakk’a gönül râm olacak) (yaratandır). Ne de az şükrediyorsunuz!” (Bkz. el-Mü’minûn, 78) buyuruyor.

Yani bütün uzuvların bir şükür, bir teşekkür, bir zikir hâlinde olması. Yine:

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا

“Ve onu örttüğü zaman, geceye!” (eş-Şems, 4)

Gece, bir noktada bir ölüm tatbikâtı. Ölüme giriyorsun gece. Uyuyorsun, haberin yok. Başka bir âlemde seni dolaştırıyorlar.

Diğer taraftan, yorulan bedenin dinleniyor, dinlenme gıdası alıyor. Yine, kalp seher vakti dolacak, gündüzün nefsânî arzularına, nefsânî câzibelerine karşı, kalp bir mukâvemet hâlinde olacak.

Onun için seherler, mühim çok. Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار  buyuruyor. “Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17) Cenâb-ı Hak kapıları açıyor. İstiğfâra ihtiyacımız var mı? Peygamberlerin bile ihtiyacı var.

O seherlerde, Allah dostları hep uyanık. Horozlar bir çalar saat gibi. Bazen uluyan kelpler var, onlar da bir çalar saat gibi. Havanın bir güzel bir lezzetli bir net bir havası oluyor, bir kokusu oluyor, çiçeklerin ayrı bir kokusu oluyor. Bir ibret levhası.

“Bilenler” kimler?

سَاجِدًا وَقَاۤئِمًا Bu, seherlerde uyanık olan, “secde ve kıyam hâlinde olanlar.” (ez-Zümer, 9)

Kul, seher vaktinde gıdayı aldığı vakit, gündüzleri fücurdan, o seherden aldığı gıda, kendisini korur, aldığı kadar korur.

Cenâb-ı Hak yine Zâriyat Sûresi’nde:

“…Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât 17-18) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hak, İnsan Sûresi’nde:

“Gecenin bir bölümünde O’na secde et, gecenin uzun bir kısmında O’nu tesbîh et.” (el-İnsân, 26) buyuruyor.

Yani gündüz nasıl Cenâb-ı Hak ile berabersin, gecenin de muayyen vakitlerinde Cenâb-ı Hak ile beraber olacaksın.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seherlerde uzun uzun teheccüd namazı kılarlardı. Hattâ o zor seferlerde bile seher ibadetini aksatmazlardı.

Âişe Vâlidemiz diyor:

“Ayakları şişerdi diyor. Secde yerini ıslatırlardı diyor gözyaşıyla.” diyor. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

Demek ki seherler;

–Bir istiğfar zamanı. Cenâb-ı Hak kapıları açıyor.

–Yine bir, kelime-i tevhîd:

“Lâ ilâhe İllâllâhu’l-Melikü’l-Hakku’l-Mübîn.”

Kul, tefekkür edecek. Bir nevî îman yenileme, tecdîd-i îman.

“Lâ ilâhe İllâllâhu’l-Melikü’l-Hakku’l-Mübîn.”

–Yine salevât-ı şerîfe, Rasûlullah Efendimiz’le selâmlaşma, muhabbetimizi arz etme…

–Yine bu seherler, bir tefekkür-i mevt. Hepimizi âkıbet, bilmediğimiz bir zaman içinde ölüm bizi bekliyor. Bu, havanın loş karanlığında seherler de, kabir iklîmine girebilmenin bir ön hazırlığı.

Onun için Rasûlullah Efendimiz:

“Bütün lezzetleri kökünden yok eden ölümü çok çok anın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)

Yani kendimizi bir noktada tefekkür etmek, istikbâldeki hâlimizi bir tefekkür edebilmek.

Yine nasıl ki vücudumuzda maddî merkezler var; kalp, akciğer, karaciğer, mide vs. birtakım üniteler var, fakülteler var. Bu mânâda seherler de, rûhânî merkezlerimizi zikirle tezyin etmenin demleri olacak orada. Yani letâifler var, zikir merkezleri. O letâifler bir lezzet verecek. Bir mukâvemet nefsânî arzulara, gündüzleri bir mukâvemet hâlinde olacak. Onun neticesinde de:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

“…Kalpler ancak Cenâb-ı Hakk’ı zikretmekle huzur bulur (itmi’nâna erer).” (er-Ra’d, 28)

Tabi bu kıvâma erişebilmek. Cenâb-ı Hak:

“Ey itmi’nâna ermiş nefs.” (el-Fecr, 27) buyuruyor.

Tabi bu, dille beraber, kalbin müşterekliği. Bu hâli hayatımızın her ânına yaygınlaştırmak. Buyuruyor ki Cenâb-ı Hak:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Fakat zikrin keyfiyetine geçiliyor:

“…Göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Daima bir ilâhî azameti tefekkür hâlinde. Kalpten ufuklar açılıyor:

“…Yâ Rabbi, Sen Sübhan’sın (derler. Sonsuz bir azamet sahibisin.) Bizi Cehennem azâbından koru (derler).” (Âl-i İmrân, 191)

İşte bu âyet indiği zaman, Bilâl -radıyallâhu anh- geldi:

“–Yâ Rasûlâllah dedi, Siz’in hâlinizi değişmiş gördüm.” dedi.

“–Bilâl dedi, bu gece öyle âyetler indi ki beni bu hâle getirdi.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Maânî, IV, 157)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Yeniden dirilme günü çok sıcak bir gündür. O gün ferahlamak için şimdiden oruç tut! (Yani bir nîmet oruç. Hem dünyada bir nîmet, nîmetin kadrini hatırlayacaksın, merhametin artacak, dünyevî bir nîmet, hem de ukbâda bir nîmet.)

Kabir yalnızlığı için gece karanlığında da (teheccüd) namazı kıl (hiç değilse, iki rekât).

Kıyâmet gününün büyük hâdiseleri için bir kere haccet ve muhtaca da bir sadaka ver. (Tabi imkânı olanlar için.)

(Yine umûmî/genel:) Ya hakkı söyle veyahut da kötü söz söylemekten dilini koru!” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kitâbu’t-Teheccüd; Gazâlî, İhyâ, I, 354)

Bu seherler için Hak dostlarından tâlimatlar:

Bayezid-i Bistâmî Hazretleri buyuruyor ki:

“Bana hiçbir şey fetholunmadı, geceler gündüz olmadan.”

Demek ki o gecelerde güneşi bulabilmek…

Hasan-ı Basrî Hazretleri:

“Gece ibadetine kalkmak, günah altında ezilen kişiye ağır gelir.”

Demek ki gündüzleri kendini ne kadar mâlâyânîden, boş sözlerden ne kadar koruyacak ki, koruyacağız, Cenâb-ı Hak bizi huzûruna davet edecek seherlerde.

Bir kişi geldi, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne dedi ki:

“–Gece ibadetine kalkamıyorum dedi, bana bir çare söyle.” dedi.

İbrahim bin Edhem Hazretleri, şu cevâbı verdi:

“–Gündüzleri O’na isyan etme (dedi. Gözünü, kulağını, ağzını, şerlerden koru.) Geceleri o zaman seni huzûrunda durdurur. (Tabi hastalıklar hâriç.) Geceleyin O’nun huzurunda bulunmak en yüksek bir izzettir, bir şereftir!”

Yine Cenâb-ı Hak:

وَالسَّمَاۤءِ وَمَا بَنٰيهَا

“Ve (o) göğe, hem onu binâ edene!” (eş-Şems, 5)

Gök ne kadar, sonsuz… İdrâki bile mümkün değil. Ucu yok. Bittiği yer yok.

Cenâb-ı Hak yine buyuruyor âyette:

“…Rahman olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk görüyor musun? Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun (semâda? Bir trafik kazası var mı? Bir havanın azotu, oksijeni değişiyor mu?) Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak (buyuruyor Cenâb-ı Hak); göz (aradığı bozukluğu bulamadan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)

Yani ilâhî azamet tecellîlerini orada seyredecek, âciz hâlinde bir tefekküre, kendini tefekküre yönlendirecek.

Çok âyet var semâ hakkında, çok! Meselâ bir âyet Vâkıa Sûresi’nde:

“Hayır (diyor Cenâb-ı Hak). Yıldızların yerine yemin ederim.” (el-Vâkıa, 75) diyor.

O zaman yıldızların yeri bilinmiyor, o zaman 1400 sene evvel, yıldızlara bir gemilerde vs.de bir yıldız vâsıtasıyla istikâmet bulmak içindi. Burada bir azamet-i ilâhiyye.

Tabi bu zamanla… Yani Kur’ân önden gidiyor, ilim arkadan geliyor.

“Hayır! Yıldızların yerine yemin ederim ki (diyor) bilirseniz, gerçekten bu bir, azim bir yemindir (çok büyük bir yemindir).” (el-Vâkıa, 75-76) buyuruyor.

Zihindeki matematik sıfırlanıyor. Bilmem kaç ışık yılı deniyor. Yani saniyede 300.000 km giden bir hız. Yani zihnin bunu kavraması, idrâk etmesi mümkün değil.

Ondan sonra:

وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا

“Hem yere ve onu döşeyene!” (eş-Şems, 6)

Yeryüzüne indik şimdi. Toprak, ilâhî bir fabrika. Bu toprak terkibinden sayısız mahlûkata, ayrı ayrı sofralar kuruluyor. Karıncanın sofrası ayrı, devenin sofrası ayrı. İçimizdeki birtakım virüslerin sofrası ayrı.

Denizde, toprakta, toprağın altında, havada, trilyonlarca sofralar kuruluyor. Bütün mahlûkat, Cenâb-ı Hakk’ın Rezzâk sıfatıyla rızıklandırılıyor.

Mevlânâ Hazretleri de şu nasihatte bulunuyor:

“Tevâzûda toprak gibi ol da, sende renk renk çiçekler açsın.”

Şeyh Sâdî de diyor ki:

“Yaratan, senin gözün, burnun, dimağın, ağzın zevk alsın diye topraktan renkler, kokular ve çiçekler, yiyecekler halketmiştir. Çekirdekten hurma ağacı, hurma ağacından hurma yemişi, arıdan bal meydana getirmiştir.

(Yine) senin için diken(li bir sap)tan bir gül, âhudan (ceylanın) karnından bir misk kokusu, topraktan altın, kuru daldan taze yaprak vücuda getirdi.

Gözlerini ve kaşlarını kendi kudret eliyle çizdi.

O, Kâdir’dir, işte kullarını naz ve nîmet içinde böylece besler.

Öyleyse cân u gönülden, yalnız dil ile değil, bütün âzân ile durmadan O’na şükretmen gerekir.”

Yine âyet-i kerîmede:

“…Allâh’ın nîmetlerini sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Bkz. en-Nahl, 18)

Kur’ân-ı Kerîm’le kâinat, ikisi birbirinin bütünüdür. Şems Sûresi’nde, insanın zihnini bu tefekkür ufkuna hazırlamak, bu tefekkür neticesinde kalpte incelikler, hikmetler, zarâfetler, hassâsiyetler, alıcı hâle gelecek.

Yani tefekkür, bir îman anahtarıdır.

Rabbe lâyık olabilmek için kalp, itmi’nâna erecek. Kalp ve ilim bir âhenk hâlinde olacak. Çünkü ikisi birbirini tamamlayan unsurlar.

Cenâb-ı Hak:

اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50])

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…])

اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor.

Yine Mevlânâ buyuruyor:

“Ey kardeş, sen tefekkür (sâlim düşünüş) ile hayat bulmalısın. Beden; et ve kemikten ibaret. Hayvanlarla aynı (vücudun, onlar da et-kemikten).

Eğer tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin (dünya cennetindesin). Eğer diken (içindeysen, nefsinin arzularına râm olmuş, esir olmuş isen) bir külhan kütüğündesin.”

Çâre; Kur’ân-ı Kerîm’e râm olabilmek, Efendimiz’e râm olabilmek.

Cenâb-ı Hak yine bu, insana ikramını bildiriyor Câsiye Sûresi’nin 13. âyetinde:

“O göklerde ve yerde ne varsa, hepsini kendi katından âmâde kıldı (hizmetinize verdi. Güneş âmâde, Ay âmâde, toprak âmâde, atmosfer âmâde, say sayabildiğin kadar, her şey âmâde. Meyveler, sebzeler, hepsi âmâde.) Bu, düşünen bir toplum içindir.” Cenâb-ı Hak buyuruyor.

İlk âyet:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ

İle başlıyor.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak, 1)

Bir Hak dostu buyuruyor ki:

“Cenâb-ı Hak, o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”

Yani her şey, gördüğümüz her şey, Cenâb-ı Hakk’ın bize azametini in’ikâs ettiriyor. Her şey Cenâb-ı Hakk’ın şâhidi.

Uzay boşluğunda, atmosferin üzerinde Güneş ışığı gözükmüyor. Fakat atmosfere değdiği anda görünür hâle geliyor.

Aynen bunun gibi; Kur’ânî hakikatler ve hikmetler de Peygamber Efendimiz’in gönül dünyasından nasîb almamız için muhabbet ve tertemiz bir vicdâna mâlik olmamızla ancak zuhûr eder.

Kur’ân ve Sünnet’ten bîhaber kimselerin kalbi ise, zifiri karanlıklarla dolu. Onun için devamlı itiraz ediyorlar. Çünkü din, onları rahatsız ediyor. Nefsânî hayatlarına mânî olduğunu zannediyorlar.

Yine Mevlânâ:

“İki parmağının gözünün önüne koy diyor, bir şey görebilir misin diyor. Görmüyorsan diyor, bu Dünya yok değildir diyor. Görmemek ayıp ve kusuru ancak nefsin uğursuz iki parmağına âittir.” diyor.

Yani tezkiye edilmemiş bir gönül, sadece menfaatlerini görür. Kur’ânî ifadeyle:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

 “Çalışır, çalışır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) Kendine mâzeretler de bulur. “Allah çalışanı sever.” der. Fakat;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

Boşuna çalışma! Mâneviyat yok!

“Ben şu kadar kişiye ekmek veriyorum.” der. Kendini bu şekilde kandırmaya çalışır. Eğer takvâ olmazsa, inançta zaafiyet olursa;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Tezkiyeden geçirilmiş bir kalp ise, marifetullahtan nasîb alır. Ona ufuklar açılır, İbrahim -aleyhisselâm-’da olduğu gibi.

Efendimiz:

“Benim bildiğimi bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahralara düşerdiniz.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Temâyüller ve ağızdan çıkan her söz, insanın iç dünyasının bir nevi aynası mesâbesindedir.

Akıl zarurî. Lâkin dâimâ aklın, vahyin içinde kullanılması zarûrî. Vahyin sınırları dışına çıkan akıl, çöllerin serapları içinde kaybolur gider. Feylesofların durumu gibi.

İnsan âciz. Dâimâ Rabbine muhtaçtır. İnsan bunun daima farkında olacak. İşte;

“…Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık… Düşünen bir toplum için.” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)

Yine Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî talimatlardan bazıları:

Kıyâme, 36. âyet:

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!”

Dünyada serbest, istediği gibi rahat yaşıyor. Hattâ diğer mahlûkattan -af edersiniz- hayvanlardan daha öteye geçiyor. Hayvanların yapmadığı işlere meylediyor.

Yine Cenâb-ı Hak Mü’minûn Sûresinde:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı, hakikaten huzûrumuza gelip (hesap vermeyeceğinizi) mi zannediyorsunuz?” (el-Mü’minûn, 115) buyuruyor.

Hep îkaz. Ne kadar hesap? Zerrelerin hesabı.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ ﴿7﴾ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ ﴿8﴾

“Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim, zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.” [ez-Zilzâl, 7-8])

Yine Cenâb-ı Hak bu semâyı yaratması, yeryüzünü yaratması, Duhân Sûresi’nde:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, bir eğlence olsun diye yaratmadık (buyuruyor). Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.” (ed-Duhân, 38-39)

Gâfiller, farkında değiller. Niye Dünya’ya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, bu geliş niye, gidiş niye? Milyonlar geliyor, milyonlar gidiyor, bu akış nereye? Bir de “ben akıllıyım” diyor.

Akıl; vahye bağlı olan akıl, akıldır. Cenâb-ı Hakk’ın yine Haşr Sûresi’nde ilâhî bir tâlimâtı… Sonsuz bir âleme geçeceğiz:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarına ne hazırladığına baksın. (Yani Cenâb-ı Hak isterse on bin sene olsun, yarın diyor. Çünkü sonsuzluğa doğru bir yolculuğumuz olacak.) Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16])

Her şeyi herkesten gizlersin, Allah’tan gizleyemezsin. Çünkü O sana şah damarından daha yakın.

Yine gâfiller için Cenâb-ı Hak, Haşr Sûresi 19. âyette:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”

İşte bu ne oluyor? Allah korusun, nefs-i emmâre oluyor. Yani aygırlaşmış bir nefs oluyor. İstediği gibi yaşıyor, pervâsı yok. Firavun nefsi.

Tasavvufta mevzû, ham insandan kâmil insan hüviyeti çıkarabilmektir.

Tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilme mahâretidir.

Tasavvuf, Allah’tan râzı olma ve şikâyeti unutma sanatıdır.

Tasavvufun gâyesi, âyet-i kerîmede buyrulan ظَلُومًا جَهُولًا insan “çok zâlim ve çok câhildir”. (Bkz. el-Ahzâb, 72) Câhillikten korunmak, zulümden korunmak.

ظَلُومًا; en büyük zâlim, hayatını gaflette geçiren, küfürde geçiren, isyanda geçiren insandır. “ظَلُومًا” En büyük zulmü kendine yapıyor, ebedî hayatını mahvediyor. Bunun için îman ve “عَمَلًا صَالِحاً” ameller de sâlih olacak.

جَهُولًا; insan çok cahil. İsterse trilyon kitap okusun. Dünyaya geliş;

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek ve mârifetullah’tan nasip alabilmek. Eğer bunlardan nasibi yoksa, en cahildir. İşte en büyük âlimler/allâmeler, evliyâullah’tır. Onlar hem zâhir, hem bâtın…

Yine âyet Fecr Sûresi’nde:

“O gün Cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var! (İşte o zaman insan:) «Keşke (işte;

يَا لَيْتَنِي (“Eyvah bana” [el-Kehf, 42; el-Fecr, 24…])

يَا لَيْتَنَا (“Eyvah bize” [el-En’âm, 27; el-Ahzâb, 66…])

Vs. hep âyetlerde var) keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!» der.” (el-Fecr, 23-24)

Yani kişinin asıl sermâyesi, hayatta iken yaptığı infaklardır. İşte insanın vefatıyla bütün ameller kesilir, üçü devam eder:

–Eğer sâlih bir evlât bırakmışsa,

–Bir ilmî eserlerde bulunmuşsa,

–Allah yolunda hizmet edecek müesseseler kurmuşsa.

Şerde de aynı. Onda da devamlı seyyie ile geleceksin. İşlediğin günah kadar ona da o günahlar zammolacak.

Es‘ad Erbilî Hazretleri bir nasihatinde diyor ki, yazdığı bir mektupta:

“Kiracıların bir evden diğer eve taşınırken bütün eşyalarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbirini bırakmadıkları mâlumdur. Hâl böyle iken, insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyalarından kısmen olsun bir şeyi bırakabilmeleri akıl kârı mıdır?” (Bkz. Mektûbât, s. 16, no: 5)

İnfâk edip kendilerinden önce âhirete göndermeleri îcâb etmez mi?

Ebû Zer diyor -radıyallâhu anh-:

“Bir malın diyor üç tane ortağı vardır diyor. Bir; mal sahibi diyor, kendisidir diyor. İkincisi diyor; kaderdir diyor. (Kader, sende olacak mı o mal, olmayacak mı? Onu düşünemez diyor. Ondan sonra) O diyor, hayır mı yoksa felâket mi, ölüm, şer mi getirecek, onu da sormazlar sana diyor. (O da diyor miras bıraktığın kimselere aittir o mal diyor.) Üçüncü; mirasçılar diyor, yani onlar diyor, o da diyor -tabi bu gâfil mirasçılar- o da bir an önce başını yere koymanı, senin ölmeni bekler diyor. Önce malını alıp götürür, sen de onun hesabını verirsin diyor. Eğer gücün yeterse bu üç ortağın en âcizi sen olma diyor.

Cenâb-ı Hak:

“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe hayra eremezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

İşte diyor, benim sevdiğim de şu dünyada diyor, topu topu diyor, malım diyor, ancak şu devemdir diyor. Âhirette karşıma çıkması için, o deve beni karşılaması için diyor, bu devemi diyor, şimdiden infak ediyorum.” diyor.

Tabi bu, zirvelerdeki bir ölçü…

Ondan sonra Cenâb-ı Hak:

“O nefse, onu (güzel bir şekilde yaratıp) düzenleyene!” (eş-Şems, 7)

Demek ki kul daima şükür, hamd ve zikir hâlinde olacak.

Efendimiz, Muaz’ı çekti yanına:

“–Muaz dedi, şu dedi, duâyı devamlı unutma dedi, devam et bu duâya dedi:

«Allâh’ım! Seni zikretmek (yani unutmamak), Sana şükretmek (bir teşekkür hâlinde yaşayabilmek) ve Sana güzelce kulluk etmek için bana yardım et!»” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56])

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye)

Zikretmek, şükretmek ve güzelce kulluk etmekte yâ Rabbi bana yardım et!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26)

Şükür nedir? Allâh’ın nîmetlerini Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği istikâmette kullanmaktır.

Her rekâtta;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz.

Hamd kelimesi, şükrü de içine alır. Nitekim hamd’in sözlük mânâlarından biri de, Allâh’a teşekkürdür.

Şükretmek; sonsuz nîmetler karşısında gafletten kendimizi muhafaza ederek, dâimâ hamd ve şükür hâlinde yaşayabilmektir.

Dilin şükrüne ilâveten, fiilin şükrü de zarûrîdir. Lâkin şükür, en zor amellerden biridir. Şükür, ispat ister.

En büyük şükür, Cenâb-ı Hakk’a olan sonsuz şükürdür. Cenâb-ı Hak bizi insan olarak yarattı. Bir yılanı görsek ürkeriz, nasıl kaçarız yılandan. Yılan olarak yaratılabilirdik.

Demek ki bizleri insan ve müslüman olarak halketti. Peygamberlerin de en üstününe bizi ümmet kıldı.

Demek ki Fatiha ile bir yaşayabilmek. Günde en aşağı kırk sefer okuyoruz, Fâtiha ile hayatımızı o istikâmete yönlendirebilmek.

İkincisi:

Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olabilmek. Rasûlullah Efendimiz bir rahmet. İnsanlıkta bir âbide. Demek ki “rahmet insanı” olabilmek ve Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanıyabilmek.

Sahâbî yakından tanıdı:

“–Yâ Rasûlâllah! Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun.” dedi.

Büyük bir nîmete kavuştu, çok büyük nîmete. Dünya nîmetleri gözünde eridi. Zaman içinde Kuzey Afrika fethedildi, çok yerler fethedildi. Sahâbînin evinin dekoru değişmedi. Sahâbînin bütün gayesi, “Ben acaba Allah Rasûlü ile kıyamette beraber olabilecek miyim?..”

Demek ki o muhabbet, öyle bir mânevî lezzet verdi ki, bütün lezzetler onun içinde eridi gitti.

Üçüncüsü:

Din kardeşliğinin şükrü. Bir kardeşin eksiğini, diğer kardeşlerin telâfî etmesi îcâb ediyor.

Kul, dâimâ merhamet sahibi olacak. Bugün dünyada maalesef merhamet kazındı, bitti. Küresel güçler, nasıl insanlığı bir mazlum hâle getiriyor! İşte bak Suriye’ye, Yemen’e bak, Myanmar’a bak, emsallerine bak! Bir mâtem ülkesi hâline getirdiler…

Hâlbuki bir müslümanın en büyük fârik vasfı, merhamet. Cenâb-ı Hak Rahman, Rahîm. Efendimiz raûf, rahîm Efendimiz. Müslüman da devamlı merhameti yaşayacak.

وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ وَتَوَاصَوْا بِالْمَرْحَمَةِ

(“…Birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti öğütleyenlerden olmak…” [el-Beled, 18])

Sabrı yaşayacak, merhameti yaşayacak ve yaşatacak.

Diğer bir ifadeyle, başkasının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşacaksın. Kendini toplumdan mes’ûl göreceksin. Dünyanın akışından mes’ûl göreceksin.

ثُمَّ لَتُسْـئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (Bkz. et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Bütün mahlukât -şu dünyada gördüğümüz- insan için yaratıldı. Her biri, insana ayrı ayrı manzaralar sergiliyor. Her neyi gördüyse “el-Musavvir, el-Bârî” sıfatını düşünecek Cenâb-ı Hakk’ın. Ayrı ayrı manzaralar… Sıfatların tecellîsi; hayvanda, bitkide/nebatta vs…

Mü’min, Hâlık’ın nazarıyla bütün mahlûkâta şefkat hâlinde olacak.

Efendimiz, zekât hayvanlarını verirken:

“–(Bu emanettir dedi, Allah’ın emâneti.) Sütlerini sağarken tırnaklarınızı kesin!” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)

Bir karınca yuvası gördü yanık, dehşet içinde kaldı:

“–Allâh’ın verdiği canı kim yakabilir?” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Allah, sana verdiği canı o karıncaya da verdi. Senin dünyada yakılmanı arzu eder misin, ateşin içine düşmeni? Efendimiz çok üzüldü bu yanık karınca yuvasını görünce.

Hattâ bu Mekke Fethi’ne giderken yavrularını emziren bir kelp/köpek…

“–Öbür taraftan geçin!” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)

Ne kadar zarâfet, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…

Bedenimizde;

Dilin şükrü: En mühim. Bu en zor. Yani ya hayır söyleyeceksin veyahut da susacaksın. Sustuğumuzda tefekkürümüz artacak.

Bu, kalp çok mühim, kalp kırmamak.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki:

“Şunu iyi bilin ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O mukaddes Zât’ına kalpten daha (yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına kalpten daha) yakın bir varlık yoktur. (Çünkü tecellîgâh-ı ilâhî, kalptir.) O hâlde ister mü’min olsun, ister âsî olsun, kalbe eziyet etmekten sakının! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir.” (Mektûbât, III, 326, no: 45)

Gözün şükrü: Haramlardan korunmak. Gözünü muhafaza. Çünkü gözler de konuşacak yarın, Fussilet Sûresi’nde. (Bkz. Fussilet, 20) O; “Kitabını oku, nefsin kâfidir.” denilecek. Yani “Kendin kendine kâfidir.” (Bkz. el-İsrâ, 14)

Göz konuşacak, kulak konuşacak, deriler konuşacak. O zaman bir şahit de yok, kendi kendinin vücut, şahidi olacak. (Bkz. Fussilet, 20)

Gözün şükrü çok mühim. -Allah korusun- ibâdullahı/Allâh’ın kullarını istihkār etmek, istihfâf etmek, çok ağır bir cürüm. Cenâb-ı Hak “Hepsine yazıklar olsun.” diyor. “Göz-kaş işareti yapar, küçük görür vs.” (Bkz. el-Hümeze, 1)

Kulağın şükrü: Dedikodu, gıybet, tecessüs, nemîme dinlemeyecek, o yerden hemen sıyrılıp geçeceksin.

Abdullah Dehlevî Hazretleri bir yerden geçerken bir mecliste dedikodu ediliyordu, hızla geçti:

“–Orucum bozuldu.” dedi.

Talebesi de:

“–Üstad dedi, siz ne bulundunuz, ne ettiniz.”

“–Fakat oradan esinti geldi.” dedi.

Bilhassa bu Ramazan’da; dile oruç, kulağa oruç, göze oruç… Sırf mideye oruç değil.

Hâle Şükür: Daima; “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَال” (Her hâlükârda Allâh’a hamd olsun.) Daima maddeten kendimizin aşağısına bakacağız şükredeceğiz. Mânen de kendimizin yukarısına bakacağız, onun gayreti içinde olacağız.

Yani Allâh’ın verdiği güç ve kuvveti yine Allah yolunda sarf edeceğiz. Hem bedenimizi, hem kalbimizi.

Kalbin şükrü ne o zaman: Allâh’ın verdiği nîmetleri dâimâ tefekkür etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacağız.

Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var:

“Nerede akarsu var; orada yeşillik vardır.

Nerede gözyaşı dökülürse; oraya rahmet gelir, merhamet olunur.

Bostan dolabı gibi (eskiden bostan dolabıyla sular çekilirdi) inleyerek gözlerinden yaşlar saç da; can bağında yeşillikler bitsin. (Gönül âleminde zuhuratlar olsun, tulûatlar olsun.)

Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara bak. Acınmak, merhamete kavuşmak arzu ediyorsan; zayıflara ve kimsesizlere, gariplere, yalnızlara merhamet et.”

“Akıllı kişiler önceden ağlarlar; ahmaklar ise işin sonunda başlarına vururlar, hayıflanırlar. Sen işin başlangıcında sonunu gör de kıyâmet gününde pişman olma!”

“Nîmet, kalbi zayıf olan insana uyanmanın yerine gaflet getirebilir. Şükretmek ise, dâimâ uyanıklık getirir (intibâha sevk eder). Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”

Tabi ağzımızla beraber, kalbimiz, tefekkürümüz, hepsi o şükre iştirak edecek.

Şükrettiğin için de bir şükür var. Şükür sonsuza doğru gider.

İşte onun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ayakları şişinceye kadar namaz kılardı, teheccüd vakitlerinde ama, halka olduğu zaman, kısa okurdu. Gözyaşıyla ıslatırdı. Âişe Vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlâllah! Allah Sen’in geçmiş-gelecek her şeyini affetti.” deyince:

“–Yâ Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur!” [er-Ra’d, 28])

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا

(“Sonra da ona (o kişiye) günâhını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itâat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemin olsun).” [eş-Şems, 8])

Demek ki insanda iki duygu: Fücur var. Cenâb-ı Hak nefsânî arzulara bir muhabbet verdi. Onun için nefsânî arzulara kayar insanlar. Yani şerre olan bir muhabbet.

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا

Demek ki insanda takvâ ve fücur.

Mevlânâ diyor ki:

Firavun da diyor, Mûsâ da senin iç dünyanda diyor. Devamlı Firavun’la diyor, Mûsâ diyor, içinde kavga etmektedir diyor. Bir harp hâlindedir diyor. Sen sen ol da diyor, Mûsâ ol da diyor, Firavun’u bertaraf et.” diyor. Yani nefsânî arzularını bertaraf et diyor.

Rasûlullah Efendimiz bu âyeti okuyunca şöyle duâ etmişti:

“Allâh’ım! Nefsimi takvâ sahibi et, onu her türlü günahlardan temizle. Zira onu en iyi temizleyecek olan Sen’sin. Ona yardım edip (onu istikametlendirecek) olan da sadece Sen’sin.” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

İnsan bu, onu da kendinden bilmeyecek; “Yâ Rabbi, Sen’in lûtfundur.” diyecek.

Cenâb-ı Hak:

“…Eğer takvâ sahibi olursanız, Allah size öğretiyor…” (el-Bakara, 282) buyuruyor.

Takvâ nedir?

Nefsânî arzuları köreltmek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirmek.

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4])

Kulun kendisinin, ilâhî kameranın altında olduğunun kalpte idrâk ve şuur hâline gelebilmesi.

Yani dîni; bir vecd ve istiğrak içinde, muhabbet içinde yaşayabilmek dîni. Takvâ bu.

İhsân var. O da işte ilâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde olabilmek ve ihsan sahibi olabilmek. Onun için Cenâb-ı Hak “اَحْسِنُوا” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 195) Bir mü’minin her işi en güzel olacak.

Kalbi tekâmül edecek çok vasıf var ama en mühim üç tanesi:

Birincisi: Hayatın her ânı Kur’ân ve Sünnet muhtevası içinde yaşayacak. Bu şekilde hayat bulacak.

Cenâb-ı Hak buyuruyor, Enfâl Sûresi 24. âyette:

“Ey îmân edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlü’ne uyun…”

Demek ki huzurlu bir hayat istiyorsan, huzurlu bir kabir istiyorsan, huzurlu bir âhiret istiyorsan…

“…Ve bilin ki Allah, kişiyle onun kalbi arasına girer. Ve siz mutlakâ O’nun huzûrunda toplanacaksınız.” (el-Enfâl, 24)

Burada bir kıssa var; bir genç şöyle dua ederken Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- duydu:

“–Allâh’ım, Sen kişiyle kalbi arasına girersin. Benimle günahlar arasına gir de hiçbir günah işlemeyeyim!”

Bu duâ Hazret-i Ömer’in çok hoşuna gitti.

“–Allah sana rahmet eylesin.” diye başlayarak gence hayır duâlarda bulundu. (İbn-i Batta, el-İbânetü’l-kübrâ, IV, 132; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 45 [el-Enfâl, 24])

Onun için çok Cenâb-ı Hakk’a sığınmak lâzım.

Temizlenmiş bir gönül nasıl olacak? Ki orada cemâlî sıfatlar tecellî edecek.

Neden gönülleri temizleyecek:

Enâniyet, haksızlık, zulüm, kin, intikam, hırs, tamah, fitne, gurur, kibir, yalan, gıybet, tecessüs…

Bunun yerine kalpte ne olacak:

İlâhî muhabbet olacak. Merhamet olacak. Hizmet, tevâzu, cömertlik, hamiyet, hakşinaslık, adâlet, kanaat, el-emîn ve es-sâdık olabilmek, hüsn-i zan, ihsan, ikram, nezâket, affedicilik, ihlâs, vakar, sabır, edep hayâ gibi sıfatlarla müzeyyen olacak kalp.

İşte o zaman o kalp, kâmil bir kalp olmuş oluyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ-hevesine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)

Rasûlullah Efendimiz güçlü bir pehlivanı misal veriyor:

“…Herkesi sallayıp yere yatıran değil, asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108)

Gayzlarını yutanlar…

“Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır. Ahmak da nefsini hevâsına uydurduğu hâlde Allah’tan iyilik bekleyip durandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Hem hevâ-hevesinde, hem iyilik bekliyor…

Hâtem-i Esam Hazretleri’nin şöyle bir tembihâtı var:

“Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere sakın aldanma. Cennet’ten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem’in başına ne geldiyse, Cennet’in o sonsuz güzellikleri içinde geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Ve yasak ağaca yaklaştı. İlâhî hikmet gereği, dünyaya indirilmekle cezalandırıldı.

İbadetin ve kerâmetin çokluğuna da aldanma. Zira sahip olduğu bunca kerâmete rağmen, Allah Teâlâ’nın kendisine ism-i âzamı öğrettiği Bel‘am bin Bâûrâ’nın başına gelen hazin âkıbet, ne kadar ibretlidir. (Soluyan bir kelp gibidir buyruluyor. [Bkz. el-A‘râf, 176])

Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen İblis’in başına neler geldiğini bilmiyor musun?! Nefs, şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma! (Bir rivâyete göre meleklerin hocasıydı.)

Âbidlerin, zâhidlerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. (Bu, çok câhil insanda var. «Ben onun eteğine yapışırım, o beni götürür…») Zira kuru kuruya bir beraberlik, faydası yok. Sâlebe, Rasûlullah Efendimiz’in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir âkıbete uğradı.

(Yine devam ediyor:)

Bir peygamber çocuğu olmasına rağmen Hazret-i Nûh’un oğlu, babasının dâvetine karşı bu bedbahtlığa sürüklendi. (Ben dağa çıkarım dedi.) Aralarındaki kan bağı bir fayda sağlamadı. Neticede, helâk edilenlerden oldu. (Tabi acıdı, üç oğlu girdi, biri girmedi. “Ben dağa çıkarım” dedi. Baba / Nuh -aleyhisselâm- bîçâre, baba şefkatiyle:

“–Yâ Rabbi dedi, o benim ehlimdir.” dedi.

Cenâb-ı Hak:

“–Nuh dedi, câhillerden olma dedi. Onun ameli gayri sahihtir.” dedi.

Nuh -aleyhisselâm- hemen istiğfar etti. [Bkz. Hûd, 45-46]

Yine devam ediyor:)

Lût’un karısı, kâfir ve fâsıklarla ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle, yanı başındaki hidâyet nûrundan nasipsiz kaldı (Lût -aleyhisselâm-’dan nasipsiz kaldı.) Ve gaflet içinde küfrün karanlıklarına daldı.

Hülâsa; ilim, amel, mal, evlât ve dost gibi ne kadar dayanak varsa, âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma.”

Mü’min, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girecek, onu sîgaya çekecek ve “nefis muhâsebesi”nde bulunacak.

Gazâlî Hazretleri buyuruyor:

“Nefis diyor, azgın bir ata benzer diyor. Rûhu da diyor, süvariye (teşbih ederek şöyle buyurur):

Atını terbiye eden süvâri, at istediği menzile götürür. Fakat terbiyesi ihmal edilen bir atın, süvârisini uçuruma geldiği zaman uçurumdan aşağıya atar.”

Cenâb-ı Hak âyette de “yaklaşmayın” diyor. “Zinâya yaklaşmayın!..” (el-İsrâ, 32) diyor.

Her fâcianın öyle, her facianın civârında dolaşmayacaksın.

Rabbimiz, tertemiz olarak Cennet’e girmemizi arzu ediyor. Yani Cennet, kirle-pasla girilecek bir yer değil.

Onun için bu, nasıl insan doğduğu zaman tertemiz doğuyor, amel-i sâlihlerle, ibadetle, muamelâtla, muâşeretle, kalp, kalb-i selîm hâle gelecek.

Ve Cennet’te de o kalb-i selîm ile gidenler, onlara:

“Selâm size! (Denecek.) Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere buraya girin.” (ez-Zümer, 73) buyruluyor.

İnşâallah bu Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hak bu sene lûtfetti bize. İnşâallah tamamlamayı Cenâb-ı Hak nasîb eder. Önümüzde bir Kadir Gecesi var. Seksen küsur seneden, bin aydan daha hayırlı bir gece. Onu da daima tefekkür edeceğiz. Cenâb-ı Hakk’ın merhameti ne kadar sonsuz, bir. İki; Efendimiz’i ne kadar çok seviyor. Üç; Efendimiz’e ümmet olmamız sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın bize ne büyük bir lûtfu. Fakat, tabi bu, insan kazanır kazanır, bir ihmal -Allah korusun- ayağı kayar gider.

Onun için îman çok hassas bir nokta. Kul borcu varsa onu ödememiz lâzım. Helâlleşmemiz lâzım. Gıybet ettiğimiz kimselerle helâlleşmemiz lâzım. Borçlandığımız, fakat öldü o kişi, onun çoluk-çocuğuna gidip helâlleşmemiz lâzım. Onun için sadakalar vermemiz lâzım.

Rasûlullah Efendimiz; “Aman aman diyor, sakın diyor, kul hakkıyla gelmeyin” diyor. O, kıyamete kalıyor, kul hakkı. “Dünyada diyor rezil olmaktan, âhirette rezil olmak beterdir.” diyor. (Bkz. İbn-i Esir, el-Kâmil, II, 319)

Onun için -inşâallah- Cenâb-ı Hak kul hakkından da sıyrılmayı, borçlar varsa borçlarını edâ etmeyi, bu şekilde bir Kadir Gecesi’ni ihyâ edip bir bayramda şehâdetnâme almayı, Cennet şehâdetnâmesi almayı, Cenâb-ı Hak nasîb eylesin.

Hayatımız -inşâallah- bir Ramazân-ı Şerîf hâlinde devam eder. Son nefesimiz -inşâallah- bir Cennet sabahı olur -inşâallah-.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..