15 Mart 2021 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

15 Mart 2021 Sohbeti

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, lâtif, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının; şehidlerimizin, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, dînimizin, vatanımızın, milletimizin, bütün İslâm dünyasının selâmetine, bu vesîleyle bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs!

Efendim; sohbetimiz, Enfâl Sûresi’ndeki âyetlerin muhtevâsı üzerinde. Yani Cenâb-ı Hak’la dost bir kul olabilmek.

Cenâb-ı Hak insanı eşref-i mahlûkat olarak yarattı ve istîdatlar verdi.

نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي

(“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor. Kendinden vasıflar verdi. Bu vasıfları, nefsânî arzuları kul bertaraf edecek, rûhânî istîdatları inkişâf ettirecek. Kendisini ihsan, irfan, ilâhî kameranın altında olduğunun şuuru içinde olacak. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a dost olacak.

Bedir Harbi, İslâm’ın küfre karşı ilk galebesi. Cenâb-ı Hak ihlâsa göre yardım etti. İhlâsa göre, bin melek, üç bin melek, beş bin melek gönderdi.

Müslümanların sayısı çok azdı, imkânları çok azdı. Hattâ Bedir’e gelene kadar bir deveyi üç kişi kullanıyordu, sırayla, nöbetle, 150 km yolu. Bu kadar bir meşakkatliydi. Cenâb-ı Hak büyük bir zafer ihsan etti.

Bedir günü, bu, Sa‘d bin Ebî Vakkâs ve Ensârdan birisiyle beraber ganimet toplamaya çıkmışlardı. Yerde atılmış durumda bir kılıç parçası gördüler. ikisi de onu almak istedi.

Sa‘d bin Ebî Vakkâs: “Bu benimdir.” dedi, öbürü de “Bu benimdir.” dedi.

Velhâsıl Rasûlullah Efendimiz’e geldiler. Rasûlullah Efendimiz:

“Ey Sa‘d, dedi, bu kılıç ne senindir ne onundur.” dedi. Bunun üzerine âyet indi. (Bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Me‘ânî, IX, 162)

Daha evvel baktığımız zaman, Bedir’de rûhâniyet zirveleşti. Lâkin nefsin zaafından dolayı, bir demir parçasına takıldılar. Yani okyanus geçildi, bir su birikintisinde boğulma tehlikesine girildi. Bunun üzerine bu ganimet âyeti indi.

Bu ganimet âyetinde Rabbimiz buyuruyor:

“Sana savaş ganimetlerinden soruyorlar…” (el-Enfâl, 1)

Daha evvelden peygamberlerde ganimeti almak haramdı. Ganimeti yakarlardı. Fakat Rasûlullah Efendimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu, ganimet, müslümanlar arasında paylaşma oldu.

Âyette buyruluyor:

“Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: «Ganimetler Allah ve Rasûl’üne âittir. O hâlde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin…»” (el-Enfâl, 1)

Yine, Enfâl Sûresi’nin 41. âyetinde:

“Eğer Allâh’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiriyle karşılaştığı gün (yani Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah ve Rasûl’üne, (beşte biri) O’nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah (-celle celâlühû-) her şeye hakkıyla kâdirdir.”

Yani demek ki bundan sonra artık ganimet, bu inen âyet üzerine, bunu Rasûlullah Efendimiz, bunun beşte birini, akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculara taksim ediyordu.

Burada en mühim, mü’minler için:

“…Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Allah ve Rasûl’üne itaat edin…” (el-Enfâl, 1)

Tabi bu, insanda bir, ne olsa bir ihtiras var. Kazandığı büyük zaferi bazen, Allâh’ın muvaffak ettiğini göremiyor, ufak bir şeye zihni takılıyor.

Yine Cenâb-ı Hak Kehf Sûresi’nin 46. âyetinde:

“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan hayırlı işler de Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlıdır, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.”

Yani;

“…Allâh’a karşı gelmekten sakının (takvâ sahibi olun), Allah size öğretiyor…” (el-Bakara, 282)

En çok dünyada korktuğumuz; depremlerdir, zâhirî felâketlerdir, işte gelen bu virüstür, vs… Esas korkulacak, günahlarımız olmalı. Cenâb-ı Hak onları bir imtihan olarak gönderiyor.

Cenâb-ı Hak bazı şeyleri periyoda bağlıyor. Meselâ Güneş’in, Ay’ın doğması, batması, havadaki atmosfer, atmosferin 21 oksijen, 77 azotu hiç değişmiyor. Fakat Cenâb-ı Hak bazı şeyleri periyoda bağlamıyor ki, bu, insanoğluna îkaz.

Cenâb-ı Hak:

“…Aranızda ihtilâfı gideriniz (buyuruyor. Bunun için) Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer mü’minlerseniz.” (el-Enfâl, 1) buyuruyor.

İşte burada sert bir şey var, îkaz var. “…Eğer mü’minler iseniz.” (el-Enfâl, 1)

Yani, bir kardeşinle aranda bir ihtilâf var; sen affedici olacaksın. “Bana şunu yaptı, bunu yaptı…” O tarafı geçeceğiz. Biz onu orada Allah rızâsını gönlümüzün önüne getireceğiz; biz o kardeşimizle aramızı düzelteceğiz.

Yine Cenâb-ı Hak:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzelce bertaraf et. O sana candan dost olur…” (Fussilet, 34) buyuruyor.

İşte Mekke Fethi’nde tam Efendimiz’in, yapılan zulümlere kısas yapma zamanıydı. Rasûlullah Efendimiz af tevzî etti. Hayret içinde kaldılar:

“–Bu ne güzel bir dindir.” dediler, İslâm’a girdiler.

Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- da, kardeşleri onu kuyuya atmaya kadar götürdü. Götürürken de yere çarptı, tartakladı, dövdü filân, ondan sonra kuyuya attı en son. Yusuf -aleyhisselâm- hîç, onlarla karşılaştığı zaman seneler sonra, hiç kendisinin Yusuf olduğunu belli etmedi. Onlara ikram etti.

“–Siz bana niye böyle yaptınız, beni kuyuya attınız, babamı perişan ettiniz?!..” demedi. Devamlı ikram etti.

Onlar en nihâyet dediler ki:

“–Sen Yusuf’sun dediler. Sen Yusuf’sun. Allah seni hakikaten bizden üstün yaratmış.” dediler. (Bkz. Yûsuf, 91)

Ve işte Cenâb-ı Hak:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde sav…” (Fussilet, 34)

Cenâb-ı Hak yine âyette, Nûr Sûresi’nde:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr 22) buyurdu.

Velhâsıl bir mü’min daima bir af tevzî edecek ki, Cenâb-ı Hakk’ın affına mazhar hâle gelecek.

Âyette tebliğler bize:

–Allâh’a karşı takvâ sahibi olabilmek.

  1. İhtirastan kurtulmak. İşte görüyoruz; bir kılıç, iki müslümanın arasını açtı, büyük bir zaferden sonra.

–Hayatımızın her safhası Allah rızâsı için olacak. Zâlim ile mazlum durumunda olunca, mazlum olmayı tercih edeceğiz.

  1. Mü’minlerin kendi arasını düzeltecekler. Hattâ düzeltmeye de biz vesîle olacağız. Yani kardeşlik hukûkuna dikkat edilecek. Affede affede, affedilmeye lâyık hâle gelecek -inşâallah-.

Kardeşliğin ehemmiyeti bakımından Efendimiz dâimâ sorardı. Niye sorardı? Mü’min diğergâm olacak, hodgâm olmayacak:

“Bugün Allah için bir yetim başı okşadınız mı?

Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12) diye Efendimiz bir boşluk istemezdi. Çünkü boşluk olunca, daima vicdan zaafa uğruyor.

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ ﴿7﴾ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ ﴿8﴾

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirâh, 7-8]) buyuruyor. Bir hayır işi bitirdin, diğer hayır işine koşacaksın. Arada boşluk olduğu zaman, mâlâyânîye gidiyor. Cenâb-ı Hak istemiyor.

Onun için Cenâb-ı Hak, yine âyette, Âl-i İmrân 103. âyette:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (yani İslâm’a) sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Ve Allâh’ın size nîmetlerini hatırlayın…”

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyen, tutan binâlar gibidir.” (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Mü’min, birbirini yıkayan iki el gibidir.” (İhyâ, II, 394)

Yani bugün de bilhassa mü’min kardeşliğine çok ihtiyacımız var. Ahlâk bozuluyor, birtakım problemler artıyor. Kavgalar çoğalıyor.

Yine Efendimiz buyuruyor, Buhârî ve Müslim hadîs-i şerîfi:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta, birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvları da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Yine, diğer bir hadîs-i şerîfte:

“Mü’min, başkasıyla ülfet eder (mü’min hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. (Tersine;) kimseyle ülfet etmeyen, kendisiyle de ülfet edilmeyen kişilerde hayır yoktur.” buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. (Bkz. Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)

Yine Arş’ın altında kalacak yedi kişiden biri de Allah için dost olanlar… Allah için, Allah rızâsı için… (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

İşte bunu en güzel Muhâcir, Ensar’da görüyoruz; nasıl dost oldular? Her şeylerini paylaşmaya kalktılar. Öbürleri de müstağnî oldu.

“–Allah bereket versin dedi, sen bana çarşının yolunu göster veyahut da bana bir iş ver.” dedi.

Ne olursa olsun, haklı-haksız demeden mü’min kardeşimizin arasını düzelteceğiz. Allah’ın emri böyle. Böylece bir fitne, fesat ortadan kalkmış olacak.

Mü’min daima fitneleri, fesatları ortadan kaldıran kişi olacak. Fitneyi-fesadı seyretmeyecek.

Yine âyette buyruluyor, Bakara 191. âyet:

“Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.”

Yine Bakara, 217. âyette:

“Fitne adam öldürmekten daha büyük bir günahtır.”

Tabi bu fitneyi çıkarmak vs. çok beter. Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَجَسَّسُوا (el-Hucurât, 12) buyuruyor. Yani suç arama da yok, şey arama yok.

Mü’min nasıl olacak?

Cenâb-ı Hak, Rahman Sûresi’nde:

“İbâdurrahman (yani Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği) kullar, yeryüzünde mütevâzı olarak yürürler. Kendini bilmezler (câhiller) sataştığı zaman da «Selâmâ!» derler.” (el-Furkân, 63) Geçerler bir tebessümle. Şey yapmazlar, onunla bir kavgaya vs.’ye girmezler. “Selâmâ!” derler geçerler.

Yani mü’min daima fitneyi bastıracak. Ondan sonra;

سُجَّدًا وَقِيَامًا

…(Seherlerde de) secde ve kıyam hâlinde olurlar.” (el-Furkân, 64)

Bu kardeşlik için şu da mühim bir hatıra, Efendimiz zamanında:

Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh- zenci bir anneden doğmuştu. Ebû Zer de ona kızgınlık ânında;

“–Ey kara kadının oğlu!” dedi.

Bu sebeple Efendimiz çok üzüldü ve Ebû Zerr’e kızdı. Ebû Zer öyle bir şeye girdi ki, pişmanlığa, nedâmete; onu Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatıyor:

“Ben, Ebû Zer üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden kölesi üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinin siyahî olmasından dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar (yani çalışanlar) sizin hizmetkârlarınız, aynı zamanda sizin kardeşlerinizdir. (Nasıl bir insanlık beyannamesi!) Allah onları sizin himayenize vermiştir. Kimin himayesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecek şeyleri yüklemesin. Şayet yükleyecek olurlarsa kendilerine yardım etsinler.” (Bkz. Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40)

Bir de bugün dünyanın hâline bakın!.. Bir harp olmadan, bir beldede eğer menfaat varsa oranın halkını esir alıyor. İşte Suriye…

Rasûlullah Efendimiz bir defasında ashâbına:

“–Müflis (yani iflâs etmiş) kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb:

“–Aramızda müflis, parası-malı olmayan kimsedir.”

Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Şüphesiz ki mü’minin müflisi, kıyamet günü birçok namaz, oruç, zekât, ibadetlerle gelir, fakat o iftira etmiştir, gıybet etmiştir vs. etmiştir, onun sevapları alınır, alınır; o kişiye verilir. Sevapları biterse, o kişinin günahları ona verilir, o şekilde Cennet’e gireceği yerde Cehenneme girer.” (Bkz. Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 2)

Onun için Efendimiz “helâlleşin” buyuruyor. “Âhiretteki rezil-rüsvâ olmak çok beterdir.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Esir, el-Kâmil, II, 319)

Meselâ en basit bir gıybet, dedikodu, o kıyamete kalıyor. Kıyamette kimin dedikodusunu etmişse ona kendi sevabından verecek ona.

Hattâ Hasan Basrî Hazretleri diyor ki:

“Eğer diyor, gıybet etmeye alışmışsan diyor, kendini kurtaramıyorsan diyor gıybet etmekten, o zaman anneni-babanı gıybet et ki sevapların annene-babana geçsin.” diyor. Yani îkaz mâhiyetinde.

Tabi bir insanlık durumu. Efendimiz’in tabi zevceleri var, o her zevcesini bir sebeple, bir siyâsî sebeple almıştır.

Âişe Vâlidemiz, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olurken bir gün dedi ki,

“–Safiyye” dedi, böyle, elini böyle yaptı, “boyu küçük” demek istedi.

“–Yâ Rasûlullah, işte bak diyor, Safiyye küçük.” dedi.

Allah Rasûlü, hemen Âişe Vâlidemizi îkaz ederek;

“–Sen (Âişe) öyle bir söz söyledin ki, o söz denize karışsa denizin suyunu bozardı.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 51; Ebû Dâvûd, Edeb, 35)

İşaret etti, bu kadar yani, boyu küçük dedi, o kadar.

Demek ki bu kadar bir mü’min, bu dereceye kadar dilini muhafaza edecek. Bir mü’min kardeşini aslâ küçümsemeyecek.

Hattâ bir müslümanla diğer müslümanın arası açıksa, o açıklığı telafi etmenin gayreti içinde olacak.

Yine Efendimiz bir îkaz hâlinde:

“Ben sadece bir beşerim. (Sizin gibi insanım.) Siz bana muhâkeme olunmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir, merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona Cehennem’den bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4)

Yine Efendimiz’e iki kişi geldi dâvâlı. Ona da Efendimiz:

“–Bak dedi, birinizden öbürünüz daha iyi konuşursunuz. Öbürü, hakkını müdâfaa edemez. Âcizdir, daha zayıftır. Ben de onun aleyhine hüküm veririm. Kendinizi Cehennem azâbından koruyun.” dedi.

Biz de birbirimize baktık:

“–Yâ Rasûlâllah biz dava etmekten biz vazgeçtik.” dedik, döndük. (Bkz. Hak Dîni Kur’ân Dili, Bakara 188)

Onun için bilhassa bugün avukatların, hâkim kardeşlerimizin çook çok dikkat etmesi lâzım. Çünkü bu hakk-ı ibâd / kul hakkı çok ağır bir mes’ûliyet taşıyor.

Yine şu, Efendimiz zamanında Muâz bin Cebel’i Efendimiz çok severdi. Hattâ onunla zaman zaman, uzun uzun sohbet ederdi. Terkisine alırdı:

“–Bak derdi, Muaz derdi, şunlara şunlara dikkat et.” derdi. Bir ara tevakkuf, sanki bir tefekküre bırakır gibi:

“–Bak Muaz derdi, şunlar şunlar kâfî değil derdi. Bunlar, bunlar da yapman lâzım.” derdi.

Yine bir gün Efendimiz deve üzerindeydi, arkadaşları onun önünde gidiyorlardı.

Muaz bin Cebel:

“–Ey Allâh’ın Elçisi!” dedi. “Sen’i rahatsız etmeyeceksem, yanına yaklaşmama izin verir misin?” dedi. Efendimiz:

“–Yaklaş Muaz!” dedi.

Muâz O’na yaklaştı, yan yana ilerlemeye başladılar. Hazret-i Muâz:

“–Yâ Rasûlâllah! Canım Sana fedâ olsun, dedi. Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Siz’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefat edersen, Sen’den sonra hangi ibadetleri yapalım?” diye sordu.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:

“–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Allah yolunda cihâd çok güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.”

Yine Muaz:

“–Yâ Rasûlâllah! Oruç tutmak, zekât vermek mi?”

“–Oruç tutmak, zekât vermek de çok güzeldir. Fakat bundan daha güzeli var Muaz!” dedi.

Muaz, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem Efendimiz her defasında:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu.

Hazret-i Muaz:

“–Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah dedi, insanlar için bundan daha hayırlı ne olabilir?” dedi.

Efendimiz ağzını gösterdi:

“–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu.

Muaz:

“–Yâ Rasûlâllah, konuştuklarımızdan dolayı hesaba mı çekileceğiz?” diye sordu.

Yani gıybet değil de boş lâflar…

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Muâz’ın dizine şöyle bir dokundu, şunları söyledi:

“–Allah hayrını versin Muâz dedi. İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki dedi. Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek de rahat ve huzura kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774)

Yine Efendimiz’in bir kul hakkı, yahut da numûne olabilmek… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla beraber Bedir yolculuğuna çıkmıştı. Fakat 100 tane deve vardı. Yani bir deveyi üç kişi kullanıyordu, sırayla. Sıra, Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe’ye geldi.

“–Yâ Rasûlâllah! Siz devede devam edin! Biz yürürüz.” dediler.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Siz dedi, yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma hususunda sizden daha da müstağnî değilim dedi. (Ben de muhtacım).” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422)

Yani buradan ne görüyoruz?

Öndekiler daima güzel numûne olacak. hayatın her safhasında.

Yine İyâs bin Seleme, babasından şöyle naklediyor:

Hazret-i Ömer çarşıya uğramıştı. Elinde bir asâ vardı. Asâyı bana doğru salladı. (Tabi yollar dar.) «Müslümanların yolunu kapatma dedi, yolu aç!» dedi. Asâ elbisemin ucuna geldi. Bir sonraki sene tekrar karşılaşınca:

«‒Seleme, hacca gidecek misin?» dedi.

«–Gitmek isterim.» dedim. Bana o zaman 600 dirhem verdi:

«‒Bunları hac yolunda kullanırsın dedi. Şunu bil ki bunlar sana salladığım asâya karşılıktır!» dedi.

(Tam da vurmadı yani. Hafif dokundu.)

«‒Ey Mü’minlerin Emîri, bahsettiğin asâ meselesini ben hatırlayamadım?» dedim.

Hazret-i Ömer:

«‒Ben onu hiç unutamadım!» buyurdu. (Taberî, Târîh, IV, 224)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bir İslâm’dan evvelki durumunu düşünelim; ne kadar sert, kaba vs… Hattâ kardeşine bir tokat atıyor, yere seriyor. Bir de İslâm’dan sonraki hâline bakalım. Ne kadar incelik, zarâfet, hak-hukuk tevzii…

Dicle’ye bir koyun düşse, yarın bunun mes’ûliyetini Allah benden sorar…

Geceleri kimsesizlerin, yalnızların kapısına erzak bırakıyordu. Hattâ oradan oğluna da bu sütçü kadının kızını aldı.

Sütçü kadın dedi ki kızına:

“–Su koy dedi süte.”

“–Anne dedi, bilmiyor musun halife bunun haram olduğunu söyledi?”

“–Kızım dedi, halife bu saatte nereden bilecek?” dedi.

“–Anne dedi, halife nereden görecek ama Allah görmüyor mu?” dedi.

Hattâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- içeri girdi, bu kızı kendi oğluna aldı. Ömer bin Abdülaziz de onun torunu oldu.

Yine Efendimiz vefâtına yakın ashâbı Mescide toplayarak onlara şöyle hitâb etti:

“Ashâbım!

Nihayet ben de sizin gibi bir insanım. Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Ben her hangi kişinizin tenine dokun­muş isem, işte tenim!.. İşte sırtım! Gelsin, hakkını alsın!” dedi.

Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım dedi. Gelsin vursun. Ki­min malından sehven/bilmeden almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 400)

Nasıl bir dünyaya bir adâlet, bir hukuk tevzii…

Bundan sonraki âyette, beş âyet geliyor bundan sonra. Demek ki birincisi “kardeşlik”. Mü’min bir mü’minle arasını düzeltecek, affedici olacak. Eğer kendisinin affedilmesini istiyorsa.

Ondan sonra gelen âyetler, bu, Allâh’a dost olan kişilerin sıfatları:

“Mü’minler ancak, Allah zikredildiği zaman kalpleri titreyen, (yani وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ. İnsan nasıl bir dehşetli bir hâdisede kalbi titrer, demek ki Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen. İkincisi;) kendisine Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artıran, (üçüncüsü;) yalnız Rab’lerine tevekkül eden kimselerdir.” (el-Enfal, 2)

Yine bu üç vasıfta bulunan kişinin diğer sıfatı ibadette:

“Onlar namazlarını (bir huşû ile kılanlar) dosdoğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk eden kimselerdir.” (el-Enfal, 3)

Birincisi; Allah zikredildiğinde kalbin titremesi:

Birtakım, zihnimize bilgiler alıyoruz tahsilde. Cenâb-ı Hak “az bir ilim verdik” buyuruyor, kimya idi, fizikti, insana ait ilimlerdi vs. vs… Bunları insan zihnine alıyor. Zihni bu okuduğu derslerin arşivi oluyor. Bu kâfî değil. Bunu kalbe indirecek. Eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e, sanattan Sanatkâr’a, daima “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Şu kâinat, ilâhî bir laboratuvar. Dehşetli bir laboratuvar. Kevnî âyetler dolu. Her şey, bir insana ibret vermeyen bir tek şey bile yok. Karıncaya bak, deveye bak. Mikroya bak bir atoma bak, makroya bak. Toprağa bak, suya bak vs… Her şey bir ibret.

İşte bunlardan kul ders alacak. Allah ibretleri niye gösteriyor? İşte ilâhî azameti düşünecek, ilâhî kudret akışlarını düşünecek. İlâhî sanatı müşahede edecek; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Kalp, titreyecek.

Ne buyuruyor Rabbimiz:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Kalp âlemi nasıl olacak?

“…Onlar, göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. Yâ Rabbi, Sen bu (âlemi; gökyüzünü, yeryüzünü, içindekileri) boş yere yaratmadın (derler). Sen Sübhan’sın (derler. İlâhî, sonsuz bir azamet sahibisin.) Bizi Cehennem azâbından koru!” derler.” (Âl-i İmrân, 191)

İşte kalbi titremenin bir durumu bu. Tabi bu duyuşa gelmek, kalbin sanatı. Yani bilgilerin sanatı değil, kalbin sanatı.

Mevlânâ Hazretleri Selçuklu Üniversitesinin dersiâmıydı, en yüksek seviyedeydi. Fakat o hâle “hamdım” diyor. Bir dervişle, Şems-i Tebrizî ile karşılaştığında, o zaman oradan ne aldı? Onun bilgisi, Şems-i Tebrizî’nin bilgisi, Mevlânâ’nın bilgisi kadar yoktu. Ne aldı? Muhabbeti öğrendi ondan.

Ondan sonra ufuklar açılıyor, bir derinlik başlıyor, duyuşlar değişiyor ve “piştim” buyuruyor. Ondan sonra Mevlânâ Hazretleri eserlerini vermeye başlıyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

“…Kullarım içinde ancak âlimler, Allah’tan (gereği gibi) korkar…” (Bkz. Fâtır, 28) buyuruyor.

Zihnî bilgi almakla korkmaz, kalbî bilgi almakla korkar. Onun için Efendimiz buyuruyor:

“Yâ Rabbi, fayda vermeyen ilimden…” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Okumuş, fakat Cenâb-ı Hak’tan uzak, Cenâb-ı Hakk’a o ilim yaklaştırmamış.

“اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ”

“Fayda vermeyen ilimden…” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Yine, misal olarak Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde:

“Tevrat’la yükümlü bulunup onunla amel etmeyenlerin durumu(nu bildiriyor), ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir…” (Bkz. el-Cum’a, 5)

Merkep, üzerinde ne taşıdığını bilmez. Demek ki bilginin fiile geçmesi lâzım. Bilginin duyuşlara geçmesi lâzım. Bilginin kalpte ufuklar açması lâzım. Sunuhat ve tuluatlara götürmesi lâzım.

Cenâb-ı Hak bütün ilimleri, Allâh’ı tanımaya yardımcı olması için halketti.

Onun için Cenâb-ı Hak:

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah öğretiyor…” (el-Bakara, 282) Ufuklar açıyor.

İkincisi, Efendimiz buyuruyor:

“…Ürpermeyen kalpten…” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Demek ki kalp, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Şu suyu içerken hatırlayacak Cenâb-ı Hakk’ı.

İki hidrojen bir oksijen. Bir bunlar kâinatta serbest olsaydı, yangın olurdu her zaman. Yangın olurdu. Biri yanıcı, biri yakıcı. Hayat olmazdı. Fakat iki tane dehşetli şeyden, bütün mahlûkat bu suyla hayatiyetini devam ettiriyor.

Bir yağmur düşündürecek: “Aman yâ Rabbi!” Nasıl o semâda, çıkıyor o sular buhar oluyor, nasıl semâda temizleniyor? Bir Akdeniz yukarıda geziyor, Cenâb-ı Hak takdir ettiği zaman aşağıya iniyor.

Cenâb-ı Hak okyanusları yağmur suyu gibi yapmadı. Orada başka mahlûkatlar yaşayacak, insanlara o deniz üzerinde yol olacak. Fakat yağmuru da öyle yaratıyor ki Cenâb-ı Hak, kul ilticâ edecek. Cenâb-ı Hak bazen o yağmuru felâket olarak gönderir, sel olur. Bazen göndermez, kuraklık olur. Demek ki kul daima Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak.

Velhâsıl o kalp daima ürperecek. Kuraklık olduğu zaman da, sel olduğu zaman da yahut normal aktığı zaman da Allâh’ın azametini düşünecek, Allâh’ın îkâzını düşünecek. Cenâb-ı Hakk’a daima bir, ürperen bir kalp olacak.

Yani kalp, nefs-i emmâre olmayacak. Allah korusun! Yani nefs-i emmâre demek, canlı cenaze demek. Farkında değil…

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ

Cenâb-ı Hak:

“Kıyamete andolsun, (yemin olsun kıyamete.) (el-Kıyâme, 1) buyuruyor.

وَلَاۤ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (di­riltilip hesaba çekileceksiniz).” [el-Kıyâme, 2])

Tutarsız nefs… Hesaba çekileceksiniz buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Bir yapıyor, bir yapmıyor, bırakıyor. Bir denge yok hayatında. Devamlı telvin, oynuyor, renkten renge giriyor.

Üçüncüsü:

“…Doymayan nefisten…” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Bize Cenâb-ı Hak öyle bir hazine verdi ki, İslâm hazinesi, dünyada huzur, âhirette huzur.

Yani bu doymayan nefs, define üzerinde oturup da açlıktan ölen insana benziyor.

Fücur, rûhânî hayata zehir serper.

İnsanlık, aynı okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibi… İhtiraslar kalpleri köreltiyor, gözler âmâ hâline geliyor. Fânîliği unutuyor, sanki ölüm kendisine gelmeyecek.

Dünyaya geliş-gidişin hikmetini kavrayamamış ve kimin mülkünde olduğunun farkında değil… Kim dünyaya kendisini getirdi, kim veriyor rızkını?.. Hattâ baksa, hayvanların rızkı; bir iki rızkı vardır. İnsanların rızkı o kadar bol ki… Hayvanlardan rızkı var, denizlerden rızkı var, topraktan rızkı var. Her mevsim ayrı ayrı rızkı var. Fakat insan nankör.

Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde;

“…Ya şükredici ol veyahut nankör ol.” (Bkz. el-İnsân, 3) buyuruyor.

Dördüncüsü:

“…İcâbet edilmeyen duâdan (yâ Rabbi) Sana sığınırım.” (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Dilde kalmış, amele geçmemiş bir duâ… Cenâb-ı Hak bizden, تَوْبَةً نَصُوحًا buyuruyor, yani bir pişmanlık, gözyaşı, bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edebilmek.

Peygamberlere baktığımız zaman, peygamberler de aynı, devamlı Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde.

Yusuf -aleyhisselâm- daima son nefes endişesi içinde:

تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

Buyuruyor. “…Beni müslüman olarak (yâ Rabbi) canımı al ve beni sâlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101)

Bir kişi tavaf yapıyor. Hep bu duâyı okuyor.

تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

Diyor ki arkadaşı:

“–Başka Kur’ân-ı Kerîm’de âyet yok mu diyor, duâ âyetleri? Hep bunu okuyorsun…”

“–Bir kardeş, bir arkadaşım vardı, iyi bir insandı ama son nefesi iyi olmadı diyor. Hep diyor, ben bu endişeden diyor:

تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

Bu duâ ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyorum.”

Yunus -aleyhisselâm-; üç gün erken gitti, tebliğ edecekti, yüz bin kişiden iki kişi ihtidâ etti. Sıkıldı çok, bunaldı, gitti. Üç gün eksik kaldığı için balığın karnına atıldı.

Orada da daima:

“…Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Sen’i tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum (yâ Rabbi!)!” [el-Enbiyâ, 87) dedi.

İbrahim -aleyhisselâm-, malıyla, canıyla, evlâdıyla imtihan oldu. Çok ağır imtihanlar geçirdi. Hattâ Cenâb-ı Hak “İbrahim’e selâm” dedi. “Bu, açık ve zor bir imtihandı.” dedi, İsmail -aleyhisselâm-’a bıçağı dayadığı zaman. (Bkz. es-Sâffât, 106)

Fakat İbrahim -aleyhisselâm-’a öyle bir ufuklar açıldı ki:

وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ

Diyor. (Yâ Rabbi! İnsanları yarattığın) gün, beni mahcup etme.” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) kıyamette. Ben Sana güzel bir kul olamadım, diyor.

Yine Efendimiz de:

“Yâ Rabbi! Ben göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsime yalnız bırakma!..” diyor. (Bkz. Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)

Demek ki, birincisi: “Kalpleri titrer” buyuruyor.

Demek ki bir sâlih kimsenin “Allah anıldığı zaman kalpleri titremesi” bir huşû. Tabi bu huşûyu kalp verecek. Ve kalp, zikre alışacak. İkincisi, âyet-i kerîme:

“Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmânın artması.”

Îman, her âyette kalpte bir derinlik meydana getirecek; “Allâh’ın bu âyette murâdı nedir?” diyecek.

Yani îman taklitten çıkıp tahkîke gelecek. Her âyet duruma göre kalbine bir derinlik verecek.

Aynı bir dalgıç gibi… Yani bir sahilde bulunan, denizi seyreder, fakat denizin sathını görür. Bir dalgıç, gücü kadar, aşağıya doğru iner; her inişte, her merhalede ayrı ayrı denizin altında birçok manzaralar seyreder.

Birçok insan aynı rahle önünde oturur, fakat kalbin duyuşlarına göre, âyetler onda derinleşir, ayrı bir ufuk açar.

Velhâsıl sahâbînin, ashâb-ı kirâmın birinci ilgi alanı Kur’ân-ı Kerîm idi. Nâzil olan her âyeti, gökten inen bir sofra gibi tasavvur ederlerdi. Bütün gayretleri, âyetleri telâkkî etmek, yaşamak ve tebliğ etmekti.

Toplanırlardı; “Bu âyette Allâh’ın murâdı nedir?” derlerdi. “Biz nasıl Allâh’ın şeyini kazanacağız?” derlerdi.

Akşamları evlerine gidince de hanımlar:

“–Bugün ne kervan geldi, ne ipekli geldi, ne kumaş geldi…” sormazlardı o sâliha hanımlar. Cennet’in ayakları altında olduğu hanımlar. Sorarlardı:

“–Efendi derlerdi, bugün hangi âyet indi? Bugün Allah Rasûlü’nün mübârek ağzından ne gibi tâlimatlar çıktı? Onları söyle.” derlerdi.

Bu nedir? İşte titreyen bir kalp… “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ”

Her âyetin bir ufuk açması…

Beyler de sabahleyin giderlerken işlerine:

“–Bak efendi! Bana yanlış lokma getirme! Ben dünyada her şeye katlanırım ama Cehennem azâbından korkarım.” derlerdi.

Yani insan, esas saadeti, Kur’ân vasıtasıyla bulur. Kur’ân’ın kaynağını elde edebilmek, katlanılan güçlükler, fedakârlıklara bağlıdır.

Yani bir balık için derya ne ise, bir mü’minin kalbi için de zikir odur. Nasıl, deryadan çıkan balık hayatiyetini kaybederse, zikirden yani Kur’ân’dan uzaklaşan bir mü’min de hayatiyetini kaybeder. Mü’min, yalnız Kur’ân’la huzur bulur, Kur’ân’la hayat bulur. Allâh’ın Kitâb’ı, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği bir saâdet mektubu.

Âyet, Furkan Sûresi 73. âyet:

“Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, o (âyetlere) sağır ve kör davranmazlar.”

Demek ki okunan âyette, Allâh’ın murâdı nedir bu âyette?

Zümer Sûresi, 27. âyet:

“Andolsun Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.”

Rehber…

“Peygamber (kıyâmet günü) der ki: «Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk ettiler.»” (el-Furkan, 30) Allah korusun! Terk edilince ne oluyor? O toplum, şifadan ve rahmetten mahrum kalıyor.

Muhammed Sûresi, 24. âyette:

“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” Cenâb-ı Hak buyuruyor… Yahut onların kalpleri yok mu, buyuruyor.

Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm en büyük mîras.

“Biz, Kur’ân’ı mîras olarak indirdik.” buyuruyor Fâtır Sûresi’nde. Üç kategori:

Birincisi: Kur’ân ona fayda vermiyor. Allah korusun! Mânî olmuyor. Bu, Benî İsrâil âlimleri gibi.

İkincisi: Muktesit / ortada gidenler.

Üçüncüsü: Hayratta öne geçenler. Kur’ân’ı yaşayanlar, Kur’ân’ı yaşatanlar, Kur’ân’a hizmet verenler. (Bkz. Fâtır, 32)

Yani aklı, vahyin içinde kullanılmak bir zaruret. Aksi hâlde akıl insanı taşkınlığa, cerbezeye götürür.

Kur’ân, düşünmeyi/tefekkürü kolaylaştırır, rehberlik eder ve insana düşünmeyi sevdirir, tefekkürü sevdirir.

Bir çiçek bahçesinden geçtiğin zaman düşün düşünebildiğin kadar. O kara topraktan nasıl çıkıyor? Kaç dekoratör çalışıyor altında? Kaç boya ustası kolorist çalışıyor?

Nasıl bir karın içinde bile bir kardelen çiçeği çıkıyor. Her mevsim ayrı ayrı. Her mevsim çıkan, insana bir tebessüm ediyor. Nereden geliyor bu?..

İnsan, Kur’ân’la dolduğu zaman kemâl bulur.

A‘raf Sûresi 204. âyette:

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.”

Yine Efendimiz buyuruyor:

“İki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi, Kur’ân ile gece gündüz meşgul olup onunla amel eder. (Daima bir işle karşılaşınca, Allâh’ın âyetleri nasıl bu hususta? Rasûlullah Efendimiz’in sünnetleri de onu şerh edici durumda.)

Diğeri, Allâh’ın kendisine mal verdiği kimsedir. O da gece gündüz bu malı (Allah yolunda) infak eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)

“Allah, sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkmadan tekrar okunan bir Kitap olarak indirdi (Kur’ân-ı Kerîm’i). Rab’lerinden korkanların, bu Kitab’ın tesirinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem gönülleri Allâh’ın zikrine ısınır ve yumuşar. İşte bu Kitap, Allâh’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi de (Allah korusun) saptırırsa artık ona da yol gösteren olmaz.” (ez-Zümer, 23)

Hidâyet Allah’tan. Demek ki Cenâb-ı Hakk’a çok ilticâ etmek lâzım. Nefsin şerrinden de koruyabilmek kendimizi.

İbrahim Desûkî Hazretleri, Allah dostlarından, o şöyle buyuruyor:

“Kur’ân okumak isteyen kimse, evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlesin.

(Yani hem Kur’ân okuyor, hem de gıybet ediyor. Olmuyor!

İbrahim Edhem Hazretleri, bir sarhoş kusuyor böyle. Kusarken gidiyor, o sarhoşun ağzını temizliyor, yıkıyor ağzını.

Diyorlar ki:

“–Bir Horasan dervişi senin ağzını yıkadı. Sen kusmuk içindeydin dediler. Horasan dervişi dedi ki:

«–Allâh’ı zikredecek bir ağzın böyle bir çirkinlik içinde olması yakışmaz dedi, bana giran geldi dedi. Ondan temizledim dedi.»”

Rüyasında diyorlar ki:

“–Sen onun ağzını temizledin, Allah da senin kalbini temizledi.”

Demek ki:)

“Kur’ân okumak isteyen kimse evvelâ dilini kötü ve çirkin sözlerden temizlemelidir. (Kur’ân tesir etsin. Yani şu bardak suya bir necâset düşse bu su içilmez.

İkincisi:)

İsrafa kaçmamalı, haram ve şüphelilere karşı teyakkuz hâlinde olmalı.

(Bu lokma çok mühim. Mevlânâ diyor ki:

“Bu gece benden diyor, bu seherde tuluat, sunuhat kalmadı diyor, olmadı diyor. Anladım ki diyor, gâfilâne bir lokma girmiş ağzıma.” diyor.

Yine buyuruyor:)

Şayet bunlara dikkat etmezse Kur’ân-ı Kerîm’e karşı edepsizlik etmiş olur…

(Bir insana edepsizlik var, bir de Kur’ân-ı Kerîm’e edepsizlik var! Hem ağzından yanlış sözler çıkıyor, hem de Kur’ân-ı Kerîm okuyor.)

Kim Allâh’ın Kelâm’ına tâzim göstermezse ve onunla amel etmezse, Allâh’ın lâneti onun üzerine olsun!

(Yine İbrahim Desûkî Hazretleri devam ediyor:)

“Evlâdım! Kur’ân’ın sırlarını anlamak istersen nefsini tezkiye et…

(قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

“Onu (nefsini) kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])

Ki Kur’ân’ın feyzinden o şekilde istifade edersin bu tezkiye neticesinde.

Boş sözleri bırak, faydalı amellerle meşgul ol!

Yanağını yere koy (yani mütevâzı ol), topraktan geldiğini, yine toprağa döneceğini unutma!

(Tabi, efendim; her şey bir hikmet. Şimdi toprağa baktığımız zaman, toprağın altına, milyonlarca -üst üste çakışan gölgeler gibi- oradan dünyaya gelip geçen insanların üzerinde dolaşıyoruz, toprağa dönmüş cesetler. Aynı elementler, topraktaki elementler, insandaki elementler aynı. Yine yine toprakta düşünecek olursak, yine istikbalde dünyaya geleceklerin ham maddeleri var.

Yine devam ediyor:)

Günahlarının çokluğundan, kıyâmet günü yüzüne çarpılmasından kork!

Amellerinin bir de kabul edilip edilmeyeceğini iyi hesap et! Eğer böyle yaparsan Rabbinin Kelâm’ındaki ince mânâları ve esrârı anlayabilirsin. Böyle yapmazsan bu ilâhî kapı sana kapalı kalır.”

Yani Kur’ân, bizi her yönüyle bir tefekküre davet ediyor.

Üçüncü madde:

(Birincisi, “kalpleri titrer.” İkinci madde, “Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar.” Üçüncü madde:)

“Sadece Rabbimiz’e tevekkül etmek.”

Yani Allah’tan râzı olmak.

“Ağniyâ-i şâkirîn” geçiyor, bu, şükür ehli zenginler oluyor.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın şu ifadeleri ne kadar güzeldir:

“Zenginliğin saltanatı, şükürdür. Şükür ise bol bol infâk etmektir.”

Kendisi riyâzat hâlinde yaşayacak, bol bol infak edecek.

Ağniyâ-i şâkirîn / şükreden zengin olan kullar için infâk etmek, doyumsuz bir lezzettir. Vermiş oldukları infak da kendilerini yanlış bir yola sapmaktan korur, muhafaza eder.

Âişe Vâlidemiz diyor:

“Hediyeler gelirdi, ganimetler gelirdi, gelirdi, gelirdi. Fakat Efendimiz onları dağıtmadan huzur bulamazdı.”

Bir müslümanın derdiyle dertlenmeden huzur bulamazdı Efendimiz. Onları dağıtmanın, onları sevindirmenin hazzıyla doyardı.

Hadîs-i şerîfin de devamında:)

“Bazı mü’min kullarımı da fakirlik sağlam tutar (îmânını korur); ona rızkı bol versem bu durum onu ifsâd eder.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Kur’ân-ı Kerîm’de ayrı bir misal var, benzer bir misal:

“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur… O gemiler içindekileri rüzgâr alıp götürdükleri (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder, onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dîni yalnız Allâh’a hâlis kılarak: «Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan (yâ Rabbi) mutlakâ şükredici oluruz» derler, Allâh’a yalvarırlar. Fakat onları kurtarınca da bir bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ederler…” (Bkz. Yûnus, 22-23)

Uçakta da, uçak şöyle bir sallar, türbülansa girer, herkes salevât getirmeye başlar. Fakat yere iner, yine eski hayata devam…

Yine Efendimiz buyuruyor:)

“Bazı mü’min kullarım, kullukta bir derece ister. Fakat Ben ucuba girmesin, böylece kendini beğenmesi onu ifsâd etmesin, diye isteğini ona vermem.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Birçok insan keramet ister. Aman der, bir kerâmetimi göreyim der. Uçmak vs. şu bu nasıldır der. Tayy-i mekân olmak nasıldır der filân… Fakat orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki kudsî hadiste; “Fakat onu ucuba götürür diyor, benliğe götürür” diyor. Kulluğunu unutur. Kendinde bir mârifetin olduğunu zanneder.

Ebû Bekir Efendimiz’de zâhiren bir kerâmet yoktu. Onun bütün kerâmeti;

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ âyetidir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)

Yine:

“Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak sıhhat sağlam tutar; onu hasta etsem de bu durum onu ifsâd eder.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Enes -radıyallâhu anh- diyor:

Allah Rasûlü son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti:

“–Allah’tan bir şey istiyor muydun?” dedi. Hasta:

“–Evet dedi; «Allâh’ım! Bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada hemen peşin olarak ver!» (ki âhirette olmasın) diye Allâh’a ilticâ ettim der, (fakat şimdi de kaldıramıyorum yâ Rasûlâllah der. Tahammül edemiyorum der.)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sübhânallâh! (der.) Senin buna gücün yetmez. (Keşke) şöyle deseydin:

رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

(«…Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!» [el-Bakara, 201])

(Dünyada da hasene, âhirette de hasene isteseydin.)”

Ondan sonra adam bu duâyı yaptı:

رَبَّنَا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى الْاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

(«…Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!» [el-Bakara, 201])

Şifâ buldu. (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487)

Yani ictimâî ibadetlerin başında hizmet gelir. Hizmet, gönülleri ilâhî zirvelere ulaştıracak müstesnâ, ulvî bir basamaktır. Peygamberler, Hak dostları, sâlihler, hep hizmet basamakları üzerinde yükselmişlerdir.

Yine, diğer bir hadîs-i şerîf, zorlukları hazmetmek:)

“Bazı mü’min kullarımın îmânını ancak hastalık korur; onu sıhhatli etsem bu durum onu ifsâd eder.” (Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, s. 122)

Yani o dereceye getirmez.

Ömer bin Abdülazîz, kendisine:

“–Neyi seversin?” diye soruyorlar, Ömer bin Abdülaziz’e. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın torunu, oğlu tarafından. O da diyor ki:

“–Benim diyor sevincim, yalnız mukadderâtım. Ben kaderimi seviyorum diyor. Ben Allah Teâlâ’nın bana olan hükmünü seviyorum…” diyor.

Yani kul, fânîlere değil, her dâim Allâh’a güvenecek.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:

“Bana Cibril geldi (Cebrâîl geldi) ve şöyle dedi:

«Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, (sonunda) mutlaka öleceksin! İstediğini sev, (sonunda) mutlaka ayrılacaksın! İstediğin şeyle iştigâl et, (sonunda) onun karşılığını elde edeceksin! İyi bil ki, mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (uyanık olmasında); izzeti ise, insanlardan müstağnî olmasında!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921)

Tabi şimdi üç aylar içindeyiz. Bugün seherlerin durumu, bugün çok daha ötede -inşâallah-.

Bu da bir tevekkül ve teslimiyet üzerinde bir vâkıa:

Ebû Saîd vardı sahâbeden. Mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan sahâbîlerden biriydi. Vâlidesi ona:

“–Kalk dedi, Rasûl-i Ekrem’e git, O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûlullâh’a gitti, O bir imdâdına yetişti. Filân da gitmiş, o da nîmete nâil oldu. Haydi sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.

Ebû Saîd -radıyallâhu anh- vâlidesine cevâben:

“–Hele dur bakalım, bir şeyler arayıp bulamazsak öyle gideyim.” dedi. Bütün aramalara rağmen boş çıktı, bir şey elde edemedi.

Bunun üzerine çâresiz, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu. O hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allah Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu:

“İstiğnâ gösteren, iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar…”

Ebû Saîd, bu sözü işittikten sonra, Efendimiz’den bir şey istemeye cesaret edemedi, eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şöyle anlatır:

“Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm zaman, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yolunda gitti ki, Ensâr içinde bizden daha zengin kimse yoktu.” (Bkz. Ahmed, III, 44)

Demek ki kullardan müstağnî olabilmek…

Dördüncüsü:

“Namazı ikâme etmek”

Enes -radıyallâhu anh- buyuruyor:

“Vefâtı esnâsında Rasûlullah’ın yanındaydık.

Bize üç defa:

«–Namaz hususunda Allah’tan korkun!» dedi. Sonra şöyle söyledi:

«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, (yine) iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve eytâm/yetimler. Namaz hususunda (yine) Allah’tan korkun!» buyurdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Onun için bir babanın, annenin merhameti evlâdına, küçük yaşta namaza alıştırması. Bunun da misalleri çok.

“Aman bu büyür, ne olacak, büyüdüğü zaman yapar, yahut ben, büyür, bir ay camiye gönderirim, orada olur, öğrenir… Din o kadar basit çünkü!..”

Din, en büyük kültürdür. Bütün hayatın bütün muhtevâsını kaplaması lâzım. Bu, 23 senede tamamlandı. Her inen âyet, Efendimiz örnek oldu, ashâb-ı kirâm taklit etti, huzur buldu.

Öyle bir huzur buldu ki şunu düşünmeye başladı:

“–Yâ Rasûlâllah! Biz Sen’inle acaba kıyamette beraber olacak mıyız? Yoksa nerede savrulup kalacağız?”

Hep bu endişeyi taşıdılar. Efendimiz de buyuruyor:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”

Sahâbî de en çok sevdiğimiz hadîs bu oldu. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

Dünya gözünde ufaldı, dünya bir çakıl taşına döndü dünya. Bütün şey, “Ben, Allah Rasûlü’yle nasıl acaba beraber olacağım?”

Velhâsıl namaz çok mühim. Bizler için, namazı cemaatle kılmak.

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh- abdest alıp bitirdiğinde rengi değişirdi. Bunun sebebi sorulduğunda şöyle buyurdu:

“–Yüce Arş’ın Sâhibi’nin huzûruna girmek isteyen kişinin hakkı, renkten renge girmesidir.” (İbn-i Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân, II, 69)

Tabi bu çok yüksek kalbin sanatı bu.

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ

(“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.

Bir mü’min bir âhiret endişesi içinde olacak daima. Allah benden râzı mı, değil mi?

Yine Efendimiz’den çok hadîs-i şerîfler var.

Yine namaz hususunda o Müddessir Sûresi’nde:

“Günahkârlara: Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir? diye (uzaktan) sorarlar.”

“Onlar şöyle derler: «Biz namaz kılanlardan değildik.»” (el-Müddessir, 41-43)

Allah korusun, felâket…

Bir insan sevdiğine ne kadar merhametli ise ne kadar seviyorsa sevdiğinin birinci göstergesi, onu namaza davet etmesi.

Namaz hakkında âyetler çok. Şu âyet de çok mühim; A‘raf 31. âyet:

“Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiseler giyin…”

Niye? Allâh’ın huzûruna çıkacaksın. Ona göre de, yani pasaklı şekilde çıkma ki, dağınık şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmanın bir hâlini yaşa.

Ondan sonra ikinci fasıl:

“…Yiyin, için, fakat israf etmeyin…”

İsraf bir felâket. Nedir israf? Aşağılık duygusunu bastırma hareketi. Geometri ile, şekille kendisini üstün gösterme.

“…Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (el-A’râf, 31) buyuruyor.

Gelişigüzel namaz kılanlar için; riyâ, vs:

فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ

(“Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” [el-Mâûn, 4]) buyruluyor.

Demek ki: “…Allah indindeki en kerîminiz takvâ sahibi olandır…” (Hucurât, 13)

Bu bir köleye indi. Bir köle Medîne çarşısında satılıyordu. Tabi İslâm köleliği kaldırma tarafına gitti, sonunda kaldırıldı.

Köle dedi ki, müslüman olan bir köleydi, güçlü kuvvetli bir köleydi:

“–İki şartım var dedi. Âmâdeyim o zaman dedi. Beni isteyen satın alsın dedi. Ücretim dedi, bir, ezan okunduğu zaman Mescid-i Nebevî’ye gideceğim. İki, Allah Rasûlü’nün arkasında namaz kılacağım.”

Birisi o köleyi satın aldı. Şartı kabul etti.

Cezb ve incizab kanunu; Efendimiz mescide her girdiğinde o köleyi arardı. Çünkü kalpler arasında muhabbet bir cereyan hattıdır. Bir gün göremedi.

“–Efendi dedi, nerede kölen?” dedi. Yani çok iş verdin ondan mı gelemedi?

“–Haydi!” dedi ekâbire. O zaman bir köle çok istihfâf edilirdi, küçük görülürdü. “Köleyi ziyaret edeceğiz.” dedi.

Yine köleyi göremedi, yine sordu.

“–Yâ Rasûlâllah, sekerat hâlinde dedi. Ölüm hâlinde.”

“–Haydi!” dedi tekrar gideceğiz.”

Vefat edene kadar, gömülmesine kadar Efendimiz hiç ayrılmadı. Mekkeliler dediler ki:

“–Biz canımızı, malımızı, her şeyi feda ettik, fakat Allah Rasûlü’nün bu köleye îtibârı bizden daha fazlaydı. Nedir hikmeti?” dediler.

Ensâr dedi ki Medîneliler:

“–Biz de canımızı-malımızı bezlettik. Fakat bu köleye Rasûlullah’ın îtibârı bizden daha fazlaydı.”

Onun üzerine bu âyet indi:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Allah indinde en keremliniz takvâ sahibi olanınız…” (Hucurât, 13) (Vâhıdî, s. 411-412)

Burada kölenin takvâsı nerede?

İki şeyde takvâsı vardı. Bir, namazını cemaatle kılması. İki, Rasûlullah Efendimiz’le beraber olması.

Yani en büyük nîmeti Rasûlullah ile beraber olmak görüyordu.

Bizim için nedir bunun? Bizim için de daima her hâlimizde Rasûlullah Efendimiz bizim yüreğimizde var mı?

Ashâb-ı kirâm uçsuz bucaksız insan olan yerlere giderken, bu, Rasûlullah Efendimiz’in gönlünde yer bulmanın bir hazzıyla giderdi. Enerjiyi oradan alırdı. Bir yorgunluk, üşenme, bıkkınlık olmazdı.

Bir, ashâb-ı kirâm için; Efendimiz başta, bir kişinin hidâyeti, dünyanın en büyük servetiydi. En büyük bir huzur kaynağıydı.

Beşinciye geldiğimiz zaman:

“Allâh’ın lûtfettiği nimetlerden infakta bulunmak.” (Bkz. el-Enfâl, 3)

Demek ki insan düşünecek ki “Allah bana bu nîmeti niye verdi? Bana verdi, ona vermedi. Demek ki o bana zimmetli. İnsanda bunu düşünecek, hayvanda da bunu düşünecek:

“Allah bu kediyi, köpeği vs. hayvanı benim için yarattı.”

Onlara çünkü Cennet-Cehennem yok. Onlar sevk-i ilâhî ile hayatiyetine devam ediyor. Onlar da bize zimmetli.

Bunu ashâbın devrinde, onlara nasıl alâka edildiğini biz görüyoruz.

Velhâsıl infak edecek bir mü’min. Peki nasıl infak eder? Kendisi riyazat hâlinde yaşayacak. Çünkü:

“…Verdiğimiz nîmetlerden hesaba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

“قُلِ الْعَفْوَ” buyuruyor. “Fazlasını ver” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 219)

İşi var, gücü var, fabrikası… Evet onun döner sermayesi olacak. Olacak ama kendine israf etmeyecek. Onu Allah yolunda infak edecek.

Yine âyet var:

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği fakire, yetime, esire verirler.” (el-İnsân, 8)

Onlara verirken de, işte kendileri açken veriyorlar üç sefer:

“Bir minnet altında kalmayın diyorlar. Bize teşekkür etme zahmetinde bulunmayın diyorlar. Bir esbâb-ı mûcibe / gerekçe bildiriyorlar; «Biz çünkü diyorlar “عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا” o sert ve belâlı günden korkarız.» derler.” (Bkz. el-İnsân, 9-10)

Yani “lillah” veriyorlar. Bir riyâ yok. Gönül hoşluğuyla veriyorlar. Verirken bir haz duyuyorlar. Kendileri aç olmasına rağmen veriyorlar.

Cenâb-ı Hak da “onları o günün şerrinden korur” buyruluyor. “Yüreklerine bir sevinç verir” buyuruyor. (Bkz. el-İnsân, 11)

Bugün müslümanların aile hayatı:

Bugün maalesef aile müessesesine ciddî bir saldırılar var. Aileyi tahkim etmek, vazifemiz, güçlendirmek. Aile çözülürse, din de vatan da zaafa uğrar.

Neslin korunması ve yetişmesinde, aile ihmal edilmesi kadar kötü bir şey yoktur. Aile bizim kalemizdir. İfsat hareketlerine uyanık olmak durumundayız.

Bugün baktığımız zaman, Âd Kavmi, Semud Kavmi, Keldânî Kavmi, Lût Kavmi, bunların edepsizlik, ahlâksızlıkları bugün yaşanmaya başladı. Tekrar devir, câhiliye devrine döndü.

Bugün de mü’min, İslâmî hayatın her safhasında İslâmî gayretleri artıracak.

Aile demek, nikâh demektir. Yani nikâh da iffet demektir. Erkeğin de kadının da şeref ve kıymeti, nikâh ile akdedilen ailede gerçekleşir.

Tarafeynin / ikisinin de Cenâb-ı Hak adına söz vermesidir.

Şimdi diyorlar ki, bir kağıt parçası mı diyorlar nikâh diyorlar. Kağıt parçasından ne olur diyorlar. O kağıt parçası değil, iki tarafın Cenâb-ı Hak adına söz vermesidir nikâh.

İffet, insana mahsus bir keyfiyettir. İffetsizlik ise insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır. Ailenin kuruluşu, sevk ve idaresi, korunması, mesken ve mektep olması, ciddiye alma durumundayız.

Ailelerin temelleri takvâ üzerine atılmalıdır. Evlenmeye mânisi olan bekârları evlendirmek, önce anne-babanın, sonra toplumun bir vazifesidir.

İmkân olduğu hâlde evliliği geciktirmek, şerre kapı açmaktır.

Vakıf ve derneklerin, hattâ varlıklı kardeşlerimiz, evlenmek isteyip de evlenemeyen gençlerimize yardımcı olmalıdır.

Fakat burada küfüv şarttır. Ona da dikkat etmek lâzım. Mizaçların, karakterlerin aynı olması lâzım.

Efendimiz buyuruyor:

“Bir kız dört sebepten alınır. Fakat siz müttakî, takvâ olanları tercih edin.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Nikâh, VI, 123; Müslim, Radâ, 53)

Onun için, muhterem -Allah râzı olsun- pederimiz Mûsâ Efendi, her sene Üsküdar’da bahçede düğünler yapardı. Orada on kişi, beş kişi, yirmi kişinin düğünleri olurdu.

Tabi bu âdetleri canlandırmamız lâzım.

Yani evlilikte dindarlık ve ahlâk güzelliğinin öne alınması zarûrîdir. Evliliği zorlaştırmak, fitne kapısı aralamaktır. Yani çok lüks vs. şu bu istemek. Mütevâzı kurulur, Cenâb-ı Hak… İş, eşyanın, geometrinin şeyiyle saadet olmaz, kalplerle saadet olur.

Yani en hayırlı sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Erkek ya da kızlarımıza, sâlih-sâliha eş bulmak ve onların evliliğine vesîle olmak durumundayız.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Bir ayakkabı diyor, bir ayağa dar gelirse, öbürünün faydası yoktur.”

Bugün maalesef gençler evliliğe eş bulmada kendi hâllerine bırakılıyor. Bu da muvâfık olmuyor. Sonra gelip geçiyor. Mahkeme kapılarına düşüyorlar.

Evliliğin temeli de haram iş ve davranışlarla atılmamalıdır. Nişan sonrası sanki nikâhlanmış gibi beraberlik doğru değildir. Nikâhlarının kıyılması lâzımdır.

Düğünlerde ihtilâta dikkat edilmelidir. İsraf ve lüks düşünülmemelidir. Lüks mekânlarda şatafatlı düğünler, patlatılan havaî fişekler, bunlar doğru değil. Bunlar harama yol açar.

Efendimiz buyuruyor:

“Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes’ûlsünüz. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’ûldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır, o da sürüsünden mes’ûldür.” (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20)

Ailede bir iş bölümü vardır. Erkek ve kadın, fıtratları, istîdatları, sıfatları birbirinden farklıdır. Herkesi yerli yerince istihdam etmek gerekir.

Rasûlullah Efendimiz onun için kadının ve erkeğin vazifesini “siz çobansınız” buyurarak ayırmıştır.

Maalesef bugün internet, televizyon, birtakım akımlar, aileden, evlilikten, annelikten soğutarak, sokak ve dış dünyada kendisini teşhir etmeye sevk etmektedir.

Sanki nâdide bir çiçek, kaldırımlarda, ayaklar altında ezdirilmekte ve çiğnetilmektedir. Bu ne kadar hazin bir faciadır!

Maalesef bugün nice kadınlar, gösterişlerin esiri olmuş kalabalıklarda, mütecâviz nazar ve tavırların insafına terk edilmektedir.

Erkek, ailesine karşı cömert ve merhametli olacak.

“Sizin en hayırlınız, ailenize en güzel muamelede bulunanınızdır.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)

“Eğer aranızda bir ihtilaf olursa, ailenizin iyi huylarını düşünün.” buyruluyor. (Bkz. Müslim, Radâ‘, 61)

Kadına şiddet ve tâciz gündemdedir. Bıçaklanan, yaralanan, öldürülen kadın haberleri gazeteleri doldurmaktadır. Boşanmalar artmakta, evlâtlar sokakta kalmaktadır.

Batı’da, Avrupa’da aile çökmüş, nüfus azalmaya yüz tutmuş, kadın-erkek evlilik dışı çirkinliklerin girdabında boğulmaktadır. Hâlbuki şanlı mazimiz ortadadır. 1400 senelik tarihimizde kadına şiddet ve tâcizden bahsedilmez.

Onun şeref ve haysiyetini koruma vardır. Öyle sâliha bir anne, ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

İslâmiyet sadece insana ve kadına değil, hiçbir varlığa şiddete müsamaha etmez. Hayvanata eziyete müsaade etmez. Eğer bir tegaddî zarureti yoksa, bir avcılığa da müsaade etmez. Bir can yakmaya müsaade etmez.

Tabi bugün baktığımız zaman, kadına şiddet vâkıaları gördüğümüz zaman, bu iki taraftan kadın mı haklı, erkek mi haklı bu meçhul. Fakat ikisinin de olan şey, dînî terbiyeden uzak kalmasıdır.

Eskilerde bu vazifeyi bir dergâhlar görürdü. Dergâhlar iki tarafı da tesellî ederdi. Tabi bu yok bugün.

Onun için tek bugün çâre, evlâtlarımızı ufak yaşta dînî terbiye ile yetiştirmektir.

Tabi bu, Avrupa’dan ithal ve taklit kanunları, sonu gelmeyen boşanma davaları, erkeklere boşandığı hanıma zorla ömür boyu nafaka ödetmek gibi problemler, meselenin adlî diğer sıkıntıları…

Cenâb-ı Hak -inşâallah- irfan sahibi, muhlis kullarından eylesin cümlemizi.

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“…Onlar üzülmeyeceklerdir, korkmayacaklardır…” (Yûnus, 62)

Âyet-i kerîmenin şümûlüne cümlemizi dâhil eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..