13 Ağustos 2016

Bir mânâsıyla tasavvuf, hangi makam ve mevkîde olursak olalım, bir “abd-i âciz” yani “âciz bir kul” olduğumuzun idrâki içinde bulunmaktır. Gurur, kibir, enâniyet, benlik dâvâsını gönülden çıkarıp, bütün nîmet ve muvaffakıyetlerde; “Sen’in lûtfun yâ Rabbi!” diyebilmektir.

Mü’min; “beyne’l-havfi ve’r-recâ”, yani Cenâb-ı Hakk’ın gazabına dûçâr olma korkusu ve ilâhî rahmete nâiliyet ümidi arasında bir kalbî kıvamla kullukta bulunmalıdır. Nitekim bütün Hak dostları, dâimâ tevâzu ve acziyet içinde yaşamışlardır. Yüksek hâl ve makamlarına rağmen, onlarda aslâ bir enâniyet alâmeti görülmemiştir.

Dolayısıyla mü’mine düşen; makam-mevkî, varlık ve benlik iddiasıyla bir “arz-ı endâm” yani “gösteriş” içinde bulunmak değil, bilâkis Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınarak bir “arz-ı hâl” hissiyâtı içinde yaşamaktır.