12 Ekim 2020 Sohbeti

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

12 Ekim 2020 Sohbeti

Nebîler silsilesinde sohbetimiz, Süleyman -aleyhisselâm-’a geldi. Süleyman -aleyhisselâm-’ın hayatından ibret ve hikmet dersleri…

Cenâb-ı Hak Süleyman -aleyhisselâm-’a Kur’ân-ı Kerîm’de “نِعْمَ الْعَبْدُ” buyuruyor, yani “o ne güzel bir kuldu” buyuruyor. (Bkz. Sâd, 30) Bütün dünya nîmetleri verildi, kalbini kasa yapmadı. Hepsini kalbinin dışında olarak taşıdı.

Kurtubî tefsirinde, yeryüzünün tamamına sadece dört kişinin hâkim olduğu rivâyeti var. Bunların ikisi mü’min, ikisi kâfir.

Mü’min olanlar, Zülkarneyn -aleyhisselâm- ve Süleyman -aleyhisselâm-.

Kâfir olanlar ise, Nemrud ve Buhtünnasr’dır. (Kurtubî, Tefsîr, XI, 47-48)

Bizler bugün -inşâallah- Süleyman -aleyhisselâm-’ı anlatmaya, hayatından hikmet ve ibret dersleri çıkarmaya gayret edeceğiz, inşâallah.

Süleyman -aleyhisselâm- Gazze’de doğdu. Babası Dâvud -aleyhisselâm- vefât ettiğinde, 12­13 yaşlarında idi.

Süleyman -aleyhisselâm-, babası gibi önce hükümdar, sonra peygamber oldu. Zenginlik ve o muhteşem varlık içinde zühd, takvâ ve bir riyâzat hâlinde yaşıyordu.

Beyt­i Makdis, yani Mescid­i Aksâ’yı yedi yılda inşâ etti. Yemen’deki Sebe Melîkesi Belkıs ile evlendi. Kudüs’te de vefât etti.

Süleyman -aleyhisselâm-’ın küçük yaşlardan itibaren yüksek bir anlayışa sahip olduğunu görüyoruz. Onun bu zekâsını -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle bir misalle anlatıyor:

“…Vaktiyle iki kadın, beraberlerinde iki çocuk vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. (Kaptı yani, altı, parçaladı, götürdü.) Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına:

«–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi. Öbür kadın:

«–Hayır dedi, senin çocuğunu götürdü!» dedi.

Nihayet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud -aleyhisselâm-’a mürâcaat ettiler. Dâvud -aleyhisselâm-, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti. Onlar da muhâkemeden sonra Süleyman -aleyhisselâm-’a gittiler. Dâvud -aleyhisselâm-’ın hükmünü söylediler. Süleyman -aleyhisselâm- da:

«–Bana bir bıçak getirin dedi. Bu çocuğu ikiye böleyim, yarımını sana vereyim, yarımını sana vereyim.» dedi.

Bunun üzerine küçük kadın:

«–Aman öyle yapma sakın!» dedi. (Büyük kadını işaret etti) çocuk bu kadınındır!» dedi.

Bunun üzerine Süleyman -aleyhisselâm-, çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 40)

Zira hiçbir anne, şefkat ve merhameti dolayısıyla evlâdının ölmesine râzı olmaz.

Bir firâseti… Yine Süleyman -aleyhisselâm-’ın firâsetiyle ilgili başka bir rivâyet daha var. O da şöyle:

Bir gece, bir koyun sürüsü bir tarlayı harap etti. Tarla sahipleri, Dâvud -aleyhisselâm-’a gelerek şikâyetçi oldular. Dâvud -aleyhisselâm- bakar ki, telef olmuş tarlanın kıymeti, koyun sürüsünün kıymetine eşit durumda. Bunun üzerine, koyunların tarla sahibine verilmesine hükmeder.

Süleyman -aleyhisselâm- ise şöyle söyledi:

“–Koyunları tarla sahibine borç olarak verelim; sütünden ve yününden istifâde etsin tarla sahibi. Tarla eski hâline gelinceye kadar koyunlar kendisinde kalsın. (Yani nemâlarından istifâde etsin.) İşleri yoluna girince de, sürüyü sahibine teslim etsin geriye.”

Bu teklifi Dâvud -aleyhisselâm- çok beğenir ve o şekilde hükmeder.

Yine Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de, Enbiyâ Sûresi’nde bu faslı bildiriyor.

Dâvud -aleyhisselâm-’ın on dokuz evlâdı vardı. Halife olarak Süleyman -aleyhisselâm-’ı seçti. Yaşı küçüktü, lâkin onun firâseti, Hakk’a bağlılığı, babasının, Dâvud -aleyhisselâm-’ın çok hoşuna gidiyordu.

Demek ki bizler de bu hususa dikkat edeceğiz. Şayet bir makam vermek durumunda kalırsak, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayan liyâkatli kimseleri seçmemiz lâzım.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak; “Emâneti ehline verin.” buyuruyor. (Bkz. en-Nisâ, 58)

İsrâiloğulları, yaşı küçük olduğu için Süleyman -aleyhisselâm-’ın tayinine karşı çıktılar. Dâvud -aleyhisselâm- bunun üzerine, âlimlerin huzûrunda bir imtihan gerçekleştirdi. Oğlu Süleyman’a sordu:

“–Doğruluğu diğer cüz’lerin doğruluğuna, bozukluğu da diğer cüz’lerin bozukluğuna sebep olan nedir?” diye sordu.

Süleyman -aleyhisselâm- şöyle cevap verdi:

“–Kalp!” dedi.

Bu cevâbı Dâvud -aleyhisselâm- çok beğendi, oğlunun bu cevâbını.

Mâlum, Rasûlullah Efendimiz buyurur:

“…İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O sağlam ve sâlih olursa beden bütünüyle sâlih, o kötü olursa beden de tamamıyla kötü olur. Dikkat ediniz, o kalptir.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 39)

Mâlum, iki türlü kalp var. Biri o (kan) pompalayan kalp, biri de mânevî kalp.

Daha sonra Dâvud -aleyhisselâm- herkesin asâsının üzerine ismini yazıp bir odaya kilitledi. Burada Süleyman -aleyhisselâm-’ın asâsı yeşerip yaprak verdi. Böylece İsrâiloğulları Hazret­i Süleyman’ı halîfe olarak kabûl ettiler, o kerâmeti görünce.

Burada Süleyman -aleyhisselâm-’ın babası tarafından, Dâvud -aleyhisselâm-’ın verdiği öğütler var. Yani bu öğütler, sanki Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi, öğütleriyle bir mutâbakat hâlinde. Davud -aleyhisselâm- şu nasihatleri bildirdi. (Hepimiz için çok lâzım olan nasihatler):

“–(Bir:) Ey oğlum dedi, şaka yapmaktan sakın! Çünkü onun faydası azdır. Pişmanlık doğurur.

(Demek ki şaka olacağı zaman, incitmeden bir şaka yapmak lâzım. Eğer incitilirse, muhâtabın kalbi kırılır, o da günah olur. Efendimiz’in şakaları vardı. Meselâ bir mecliste;

“–İhtiyarlar Cennet’e girmeyecek.” dedi. İhtiyar bir kadın vardı:

“–Eyvah dedi, yâ Rasûlâllah, demek ki ben Cennet’e giremeyecek miyim?” dedi.

“–Evet dedi, sen dedi, genç olarak gireceksin.” dedi. (Bkz. Taberânî, Evsat, 5/357; Tirmizî, Şemâil, Beyrut, ts., s.144)

Yani şaka yaparken de onu memnun edecek bir şaka yapmak lâzım.

İkincisi:)

Kızmaktan/öfkeden sakın, çünkü sahibini basitleştirir öfke.

(Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak “…gayzlarını yutarlar / öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Çünkü öfke, karşısındakinin kalbini kırar. Onun için Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “…En bed ses (tırmalayıcı ses), merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19) buyuruyor.

Diğer bir, üçüncü:)

Takvâya sarıl, zira takvâ, her hâle gâliptir.

(Takvâ olunca, Cenâb-ı Hak yardım ediyor.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“…Siz takvâ sahibi olursanız, Allah size (doğruyu gösterir, size) öğretir…” (el-Bakara, 282)

Dördüncüsü:)

İnsanlardan bir şey bekleme oğlum dedi. İşte bu da, hakikî zenginliğin ta kendisidir.

(Yani müstağnî olabilmek. Allâh’ın verdiğine râzı olabilmek. İşte bu, zenginliğin ta kendisidir, dedi.

Yine nasihatlerinde:)

Allah -celle celâlühû-’nun sana vermeyip başkalarına verdiği nîmetlere göz dikmek, senin için fakirliktir.

(Mâlum, bu haset, Hâbil ile Kâbil’le başladı. Kâbil Hâbil’i şehid etti. Neden? Hasetten.

Diğer bir nasihati:)

Özür dilemeyi îcâb ettirecek davranış ve sözlerden sakın! Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır!

(Bu çok mühim. Yani özür dileyecek bir sözü söyleme, yahut bir hâli yapma! Yani şöyle misal veririz: Bir cam kırılsa ortadan, ne kadar yapıştırsak, o kırıklık belli olur.

Yine:)

Bugünün dünden daha hayırlı olmasına çalış!

(Hepimizin günü son gün olabilir.)

Namazını, en son namazın gibi kıl oğlum buyuruyor.

(Son nefese bir hazırlık oluyor. Hayatın sonunda bir son nefese hazırlık oluyor. Gerçi hayatımızın her safhasında Cenâb-ı Hak,

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ

“Mü’minler felâh buldu, onlar namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyruluyor.

Tabi huşû ile kılınan bir namaz, güzel bir huzur hâli;

“…Fahşâdan, münkerden men eder…” (el-Ankebût, 45) âyette buyruluyor. Yani rahat, huzurlu bir hayat… Cenâb-ı Hak cümlemize huşû ile kılınan bir namaz nasîb eylesin.

Bu huşûnun zirvesi, Rasûlullah Efendimiz’di. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Namaza durduğu zaman, göğsünden, kaynayan bir suyun fokurtusu gibi duyardım.” buyuruyor. (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

Diğer bir nasihat:)

Aşağı ve bayağı kimselerle ülfet etme!

(Âyet-i kerîmede:

“…İbâdullah, «selâmâ» derler geçerler.” (Bkz. el-Furkân, 63) Muhâtap olmazlar.

Yine ayrı bir tavsiye:)

Kızdığın zaman da, bulunduğun yerden ayrıl!

(buyruluyor. Değiştirmek, abdest almak, iki rekât namaz kılmak, dışarı çıkmak vs. Yani o hâlin geçmesi.

Ondan sonra, en son nasihati Dâvud -aleyhisselâm-’ın:)

Allâh’ın rahmetinden ümitvâr ol! Çünkü O’nun rahmeti, her şeyi kuşatmıştır.” (Sâlebî, Arâis, s. 323)

Yani kul, istikâmette olacak. Hayatın tanzimini İslâm’a göre istikâmetlendirecek. Bir de ondan sonra, Allâh’ın rahmetinden ümitvâr olacak. Bu, nasihatleriydi.

Dâvud -aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra Süleyman -aleyhisselâm- hükümdar oldu. Cenâb-ı Hak, Sâd 30. âyette:

“…Süleyman ne güzel bir kuldu! (Buyuruyor.) Doğrusu o, dâimâ Allâh’a yönelirdi.”

O zenginliğin, o varlığın, o debdebenin içinde dâimââ Allâh’a yönelirdi. Bir mü’min de dâimâ Cenâb-ı Hakk’a yönelecek. Zira yegâne dayanak, barınak Cenâb-ı Hak.

Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’a çok nîmetler verdiğini bildiriyor:

“Andolsun ki Biz, Dâvud’a ve Süleyman’a ilim verdik. (Buyuruyor.)

«Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allâh’a hamd olsun!» dediler onlar da.” (en­Neml, 15)

Allâh’ın verdiği bu nîmetlere bir şükür hâlinde yaşadılar. Demek ki bir kul, hamd etmeyi unutmayacak. Mâlum, Fâtiha’nın ilk âyeti;

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) Şükretmeye devam edecek ki, nîmetler daha da ziyâdeleşsin. Zira Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Eğer şükrederseniz, elbette size (olan nîmetlerimi) artıracağım…” (İbrahim, 7)

Her hâlde şükür… Dâimâ… Yoklukta da şükür, beterini düşünmek sûretiyle şükür.

Yahya bin Muâz Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak, fakirliğe ne ölçüde sabredilmiş, zenginliğe ne ölçüde şükredilmiş ise o hesap edilecek. Çok sabretmek ve çok şükretmek lâzım.”

Sâmi Efendi Hazretleri bir kıssadan bahsederdi. Geçmiş devirlerde… Onu Rûhu’l-Beyan’dan naklettiğini tahmin ediyorum. Geçmiş devirlerde bir peygambere vahyoldu;

“–Şu âileye söyle, baştan zenginlik mi fakirlik mi isterler?”

İki safhada hayatları geçecek. O peygamber de aileye gider, ailenin efendisine; “böyle böyle” der. O da der:

“–Bir hanıma sorayım geleyim.” der. Hanımı da firâset sahibi.

“–Hanım der, böyle böyle der. Ben der, baştan fakirlik, sonra zenginlik istiyorum. Çünkü yaşlandıkça fakirlik zordur tahammül etmek.” der.

Hanımı firâset sahibi:

“–Yok der, beyim der, baştan bir zenginlik isteyelim, öyle devam ederiz.” der. Baştan Cenâb-ı Hak zenginlik verir.

Hanımı der ki kocasına:

“–Bak der, sana bir elbise alırsan, fakire de alacaksın. Bana bir elbise alacaksan bir fakire de alacaksın. Aynı yediğimizden yedireceğiz, aynı giydiğimizden giydireceğiz.”

Hayatları öyle devam ediyor, fakirlik gelmiyor.

Peygambere vahyolunuyor ki; “onlar dâimâ şükretti”.

Demek ki şükretmek, fedakârlık istiyor.

Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın çok güzel bir ifadesi var:

“Dünyası kendisine geniş ve müsaid gösterilip de onunla ona tuzak kurulduğunu (o imkânlarla tuzak kurulduğunu) ve mühlet verildiğini bilmeyen kimse, aklından aldanmıştır.”

Cenâb-ı Hak Fecr Sûresi’nde;

“Ona imtihanla mal veririz diyor, o da seviniyor; Allah bana imkân verdi, beni sevdi, bana ehemmiyet verdi, der.” diyor. (Bkz. el-Fecr, 15) Hâlbuki o malın bir imtihan olduğunu düşünmez.

Öbürü de onun bir altındaki âyette;

“Allah bana vermedi, demek ki bana ehemmiyet vermedi.” der. (Bkz. el-Fecr, 16)

Hâlbuki o, onun için selâmettir. Belki verse azacaktı. Kârun’da öyle oldu. Baştan fakirdi, sâlihti. İlm-i simyaya sahip oldu, çok zenginleşti, enâniyet, kibir arttı. Mûsâ -aleyhisselâm-’a tavır koymaya kadar gitti. Malıyla beraber yerin dibine gömüldü.

Zenginlik ve fakirlik gibi farklı imkânlara sahip olma hâli, takdîr­i ilâhîdir.  Fakat ne zenginlik bir izzet, ne de fakirlik bir zillettir. Her iki durum da imtihan gâyesiyle yapılmış taksîm­i ilâhîdir.

Cenâb-ı Hak buyuruyor, Zuhruf Sûresi, 32. âyette:

“…Dünya hayatında onların (yani insanların) maîşetlerini aralarında Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için de kimini(n maîşetini) derecelerle ötekine üstün kıldık. (Yani onu imkân verdik, zengin ettik. Ancak) Rabbinin rahmeti, onların biriktirdiklerinden (maîşetlerinden, o dünya kazancından, o dünya malından çok) daha hayırlıdır.”

Dâimâ Efendimiz, “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Yani mü’mine yakışan tevâzûdur.

Yani Süleyman -aleyhisselâm-’da büyük bir saltanatın izlerini görüyoruz. Zira rüzgârlar emrine verilmiş, hayvanlar emrine âmâde ve cinlere hükmediyordu.

Âyette de şöyle buyruluyor:

“Süleyman’ın emrine de kasırga (gibi esen) rüzgârı verdik; onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru eserdi. (Rüzgâr da ona göre eserdi.) Biz her şeyi biliriz.” (el­Enbiyâ, 81)

“Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman’ın (emrine) verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden saparsa, ona bir alevli azâbı tattırırdık (yani cinlere ait).” Sebe’ Sûresi, 12. âyet.

Bütün insanlar birleşse, bütün insanlar sermayesini koysa, Süleyman -aleyhisselâm- kadar bir servet olamaz. Fakat bu kadar saltanata sahip olmasına rağmen, o dâimâ:

“–Ben bir fakirim derdi. Bana derdi, fakirlerle beraber olmak yakışır.”

O zaman fakire miskin denirdi. Yani;

“–Ben bir miskinim! Miskine, miskinlerle beraber olmak yakışır!”

Yani dâimâ tevâzu üzere yaşayıp garip ve kimsesizlerle beraber olurdu.

Cenâb-ı Hak da buyuruyor:

“Ey insanlar! Hepiniz Allâh’a karşı fakirsiniz. (Yani Allâh’a muhtaçsınız.) Allah da ganî/zengin, hamde lâyık olan ancak O’dur.” (Fâtır, 15)

Demek ki insan, haddini bilecek. Bütün gücü verenin Cenâb-ı Hak olduğunun idrâki içinde olacak. Onun için “ben” demeyecek. Cenâb-ı Hak:

“İbâdurrahmân (Allâh’ın rahmetinin tecellî ettiği kullar) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.

Ümeyye bin Hâlid -radıyallâhu anh- Rasûlullah Efendimiz’in Allah’tan, fakir muhâcirlere, yani Mekke’den hicret eden o fakir muhâcirler vâsıtasıyla müslümanlara zafer ve yardım ihsân etmesini (istediğini) haber vermiştir. (Bkz. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, I, 292)

Onun için bir müslüman, dâimâ bir hayır-hasenat sahibi olacak, fakirleri, kendinden aşağıdaki imkânsızları gözetecek.

Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresi’nde; hiçbir imkânı yok vermeye, kendisi de muhtaç, yine verecek. Ne verecek? “قَوْلًا مَيْسُورًا” Hiç yoksa onun gönlüne bir sevinç verecek, bir huzur hâli verecek, onu bir tesellî edecek. (Bkz. el-İsrâ, 28)

Yani bir mü’minde -Allah korusun- reddetme yok!..

Ticaretle meşgulken, bazen yan dükkânlardan bir fakir gelir, bir garip gelir, kovarlardı.

“–Allah versin, Allah versin, Allah versin!” derlerdi.

Bu, hakîkaten -Allah korusun- çok tehlikeli bir söz! Sana kim verdi?..

Ebu’d-Derdâ, Efendimiz’in ashâbına şöyle buyurduğunu bildiriyor:

“–Bana zayıfları çağırın. Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 70; İbn­i Hanbel, V, 198)

Zaten bu yağmur duasına çıkarken, oraya da fakirler, garipler, hastalar ve bir de hayvanlar götürülür, onlarla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilirdi.

Yine Süleyman -aleyhisselâm-’a dönelim:

Süleyman -aleyhisselâm- dünya servetini dâimâ kalbinin dışında taşıdı. Yani kalbini kasa yapmadı, eşyaya bağlanmadı, fânîliğe aldanmadı. Onların bir âhiret malzemesi olduğunun idrâki içinde yaşadı. Dâimâ infakta bulundu. Ve riyâzat hâlinde yaşadı.

Rasûlullah Efendimiz ise kısa zamanda dünyada hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkânlara kavuştu. Fakat Rasûlullah Efendimiz, insanların gönüllerini fethetti. Lâkin Efendimiz, ayaklarının altına serilen dünya nîmetlerinin hiçbirine iltifat etmedi.

Cebrâil sordu:

“–Rabbim dedi soruyor, kıyamete kadar yaşamak mı istersin? Yahut şöyle şöyle mi olmak istersin?”

Rasûlullah:

“–Ben, kul olmak isterim.” buyurdu. (Bkz. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, IX, 192)

En büyük saltanat, en büyük şeref ve izzet, Cenâb-ı Hakk’a kul olmak. Yani maddeye kul olmamak, dünya eşlerine kul olmamak, insana kul olmamak; Allâh’a kul olmak.

Mevlânâ da ne güzel der:

“مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ” der. “Ben Kur’ân’ın kölesiyim.” der.

Süleyman -aleyhisselâm- sarayda bir riyazat hâlinde yaşadı, kendine izâfe etmedi. Rasûlullah Efendimiz ise, kerpiçten yapılmış mütevâzı odasında sâde ve fakir hâlde yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giydi. En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Hattâ Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Vefat ettiği zaman diyor, üzerindeki elbiselerde şu kadar yama vardı.” diyor.

Bazen de yiyecek hiçbir şey bulamadığı hâlde, Rabbine şükredip açlığını bastırmak için karnına taş bağladığı da oldu.

Bütün günahları affedilmiş olduğu hâlde; tevbe, şükür ve niyâzına devam etti. Ayakları şişinceye kadar geceleri teheccüd namazı kılardı. Mazlumların imdâdına yetişirdi. Kimsesizlerin, yetimlerin, gariplerin tesellîsi olurdu. Allah indindeki o büyük azametine rağmen, en âciz insanlarla bile bizzat meşgûl olurdu.

Yani bir köle gelip;

“–Yâ Rasûlâllah! Gel Sana bir şey söyleyeceğim.” derdi. Onun yanında giderdi, onu tesellî ederdi, yahut imkânıyla istediği şeyi ona ihsan ederdi.

Yani o gariplere, engin şefkat ve merhametiyle daha ziyâde kol-kanat gererdi. Onlara daha çok ikram ederdi.

Yine Rasûlullah Efendimiz; insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke fethi günü, korku ve heyecanla, âdeta titremekten dişleri birbirine vurarak birisi geldi;

“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin et.”

O da ona şöyle Efendimiz buyurdu:

“–Titreme dedi. Ben bir kral değilim dedi. Sakin ol kardeşim dedi. Ben hükümdar da değilim dedi. Kureyş’ten dedi, güneşte kurutulmuş et yiyen, senin eski komşunun ben yetimiyim!..” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Evsat, II, 64)

Rasûlullah Efendimiz hiçbir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnasında, bir tenezzühte, ashâb koyun pişirip ikram etmeyi istemişti. Sahâbelerden biri dedi ki;

“–Yâ Rasûlâllah, bu hayvanı ben keseyim.” dedi.

Başkası;

“–Yâ Rasûlâllah, yüzmeyi de ben yapayım dedi, ben yüzeyim.” dedi.

Bir başkası da;

“–Pişirmesi de bana ait olsun.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz de;

“–O hâlde odun toplamak da bana ait olsun.” buyurdu.

Sahâbîler;

“–Yâ Rasûlâllah! Biz onu yaparız, biz odun toplarız dediler.  Siz’in yorulmanıza gerek yok.”

Efendimiz buyurdu ki:

“–Benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. (İşte tevazu, had safhada.) Çünkü Allah Teâlâ; kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” (Kastallânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385)

Yine Efendimiz, Ravza yapılırken taş taşıdı.

“–Yâ Rasûlâllah! Siz taşımayın, biz taşıyalım.” deyince:

“Sen ey filân kişi! Taş taşımaya devam et. Zira Allâh’a sen benden daha muhtaç değilsin. (Ben de Allâh’a muhtacım, daha çok muhtacım.)” (İbn-i Hişâm, I, 496)

Çünkü, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet)ti.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Sakın diyor, kıyamet günü benim yüzümü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Bizler de O’nun gül yüzünü tebessüm ettirmek için dâimâ Peygamber Efendimiz gibi tevâzu üzere yaşayacağız. Hiçbir zaman -Allah korusun- kibir ve gurura kapılmayacağız. “Ben” yok, “ben” yasak; “Yâ Rabbi, Sen!”

“Kim, güç (ve şeref) isterse (bilsin ki), güç (ve şeref) Allâh’a aittir (Allâh’ındır)…” (Fâtır, 10)

“Göklerin ve yerin (mülkü) hükümranlığı Allâh’a âittir. Allâh’ın gücü her şeye yeter.” (Âl­i İmrân, 189)

Âl-i İmrân Sûresi’nin 26. 27. âyet

“De ki (Efendimiz’e hitap): Ey mülkün gerçek sahibi Allâh’ım! Sen mülkü ve hükümranlığı dilediğine verirsin, mülkü ve hükümranlığı dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü hayır Sen’in elindedir. Gerçekten Sen, her şeye kâdirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkartır, diriden ölüyü çıkarırsın; dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın!”

Demek ki mülk kimindir?

Dünyevî sistemler; boş!..

Komünizm, mülk toplumundur diyor.

Kapitalizm, mülk fertlerindir diyor.

İslâm’da ise “Mülk ne fertlerindir ne de toplumundur, mülk Allâh’ındır!”

Mülk, emanettir. Sarfından mes’ûliyet vardır. Âyet-i kerîmede buyruluyor, Fâtır, 15. âyet:

“Ey insanlar! Hepiniz Allâh’a karşı fakirsiniz (yani Allâh’a muhtaçsınız)! Allah da, ganî (zengin) ve hamde lâyık olan da ancak O’dur!”

Onun için Fâtiha’nın ilk âyeti:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) olarak başlıyor.

Bu hamdı, hayatın her safhasına geçirebilmek. Dâimâ “elhamdülillâh” diyebilmek. Allâh’ın verdiği nîmetleri bir şükranla, bir teşekkürle karşılayabilmek.

Yani bütün canlılar, Cenâb­ı Hakk’ın mülkünde yaşıyor, O’nun verdiği nîmetlerle hayatta kalabiliyor. Fertlere verilen, sadece mülk üzerinde belirli bir zaman dilimiyle sınırlı bir tasarruf.

Şu hikmetli söz ne güzeldir:

“Rızkın peşinde değil, Rezzâk’ın peşinde koş!”

Yani Rezzâk’ı tanı! Sana kim bu rızkı veriyor?

Çünkü kullar için dünyada asıl saltanat, Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek, O’nu unutmamak.

Her gördüğün şey, kevnî âyet. Bu kâinat kevnî âyet.  Zerreden küreye hepsi ilâhî azamet tecellîsi. Gözünün gördüğü her şeyde kalbin Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatacak. O zaman zikir meydana gelecek. İşte âyette Cenâb-ı Hak zikri:

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken zikrederler, (ondan sonra, zikir esasından sonra) göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın (derler), Sen boş yere yaratmadın (derler), bizi Cehennem azâbından koru (derler).” (Âl-i İmrân, 191)

Yani mü’min dâimâ gözünün gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı, kalbi Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Acziyetini hatırlayacak. Hamde sarılacak. “Sen Sübhan’sın yâ Rabbi!” İlticâ edecek; “Yâ Rabbi! Cehennem azâbından koru!” diyecek.

Diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkâtına hizmet ve Allah rızâsı için infâk etmek…

İnfak nedir?

Kur’ân-ı Kerîm’de çok yerde infak geçiyor. Yani malın ve canın Allâh’a adanışı. Yani Rabbimiz’in ihsân ettiği nîmetleri yine O’nun uğruna sarf etmek. Gücünü kuvvetini, aklını zekâsını, paranı, maddî gücünü… Neyin varsa onu Allah yolunda sarf etmek.

Rasûlullah Efendimiz infâk etmeyi çok severdi. Bir hadîs­i şerîflerinde şöyle buyuruyor:

“Ey insanoğlu! İnfâk et ki sana da infâk edilsin…” (Buhârî, Tefsir, 11/2)

Efendimiz, cömertliğin, her müslümanın bir tabiat­i asliyesi hâline gelmesini arzu ediyor:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:

Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kişi; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve onları başkalarına öğreten (yani ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15; Müslim, Müsâfirîn, 266­268)

Cenâb­ı Hak buyurur, hayat nizâmı olarak:

(O takvâ sahipleri, o Allâh’a yakın kullar) bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134)

Bollukta olan, bolluğuna göre infak eder. Darlıkta olan darlığına göre infak eder. Bir bardak su ikram etmen de bir infaktır. Yarım hurma da bir infaktır darlıkta olan kimse için.

Ondan sonra -birincisi ikram geliyor- ikincisi:

“…Gayzlarını/öfkelerini yutarlar…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Çünkü gayz/öfke ne yapar? Karşısındakinin kalbine bir diken batırır.

Üçüncüsü:

“…İnsanları affederler…” (Âl-i İmrân, 134)

Cenâb-ı Hak soruyor Nur Sûresinde;

“Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyuruyor. Demek ki bir kul, affede affede affedilmeye lâyık hâle gelecek.

“…Allah da, (bu şekilde davranan) ihsan sahiplerini sever.” buyuruyor; Âl­i İmrân, 134. âyet.

Rivâyete göre Allah dostlarından Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir yardımcısı vardı. Bir gün, getirmiş olduğu çorba dolu kâseyi kazârâ Câfer­i Sâdık Hazretleri’nin üzerine döktü. Câfer­i Sâdık Hazretleri, üstü başı çorba oldu. Yarı öfke ile şöyle bir baktı. Yani “Niye dikkat etmedin!” gibi. Onun üzerine köle, âyeti okudu:

“–«Gayzlarını yutarlar», Efendi dedi. Allah buyuruyor «öfkelerini yutarlar.»

Câfer­i Sâdık Hazretleri:

“–Öfkemi yendim!” dedi. Bir anda değişti.

Ondan sonra dedi:

“–Allah, affederler, buyuruyor. Kur’ân’da yine âyette «insanların kusurlarını bağışlayanlar» da takdîr buyruluyor!” dedi. Âyetin bu hususla alâkalı yerini okudu.

“–Haydi dedi, bağışladım seni!..” dedi.

Bu defa köle:

“–Kur’ân’da aynı âyetin devâmında «Allah, ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» buyurdu.”

Onun üzerine Câfer­i Sâdık Hazretleri:

“–Haydi hürsün dedi, Allah selâmet versin, yolun açık olsun!..” dedi.

Yani, yaşanan bir İslâm’ı burada görüyoruz. Yani mü’min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, diğergâm, hassas, rakik, ince ruhlu, merhametli, şefkatli ve cömert olacak. Bu vasıflarla müzeyyen olacak.

Yine Cenâb-ı Hak, kendisine yakın olmamız için bir teste tâbî tutuyor:

“Sevdiklerinizden vermedikçe, birr’e (Allâh’a yakın) olamazsınız…” (Âl­i İmrân, 92) buyuruyor.

İnsan, evlâdını çok seviyor, evlâdına en güzelini almaya çalışıyor. Ailesine öyle, vs. sevdiklerine en güzelini vermeye çalışıyor. Cenâb-ı Hakk’ı seven de demek ki Cenâb-ı Hakk’ı sevdiğinin imtihanı da, demek ki o da Cenâb-ı Hak için ne kadar infak ediyor?..

Bilhassa bugün zamanımız çok mühim. Zamanımız, büyük bir buhran içinde. Küresel güçlerin -görüyoruz, Suriye emsâlini- birtakım zulmü içinde. Birçok insanlar işsiz, kimsesiz, imkânsız… Bilhassa onları Allah için… Hepsi Allâh’ın kulu. Yani Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme tarzı. Onun için Cenâb-ı Hak bizi bir teste tâbî tutuyor bu şekilde.

Mühim olan, rızâ hâlinde yaşayabilmek… Selâmet orada. Dâimâ insan düşünecek; Allah benden râzı mı? İbadetimden râzı mı? Beşerî münasebetimden râzı mı? Merhametimden, şefkatimden râzı mı?

Rasûlullah Efendimiz her hâliyle, ümmetin her ferdine misaldi. Onun için Efendimiz, insanda bir mûcize.

Mesela “ağniyâ-i şâkirîn”… Meselâ Süleyman -aleyhisselâm- bir ağniyâ-i şâkirîn’dendi. Fakat bir de Efendimiz’in bir ağniyâ-i şâkirîn olması var. Şükreden zenginlere bir misal:

Mübârek hânesine, beşte bir ganimet gelirdi, hediyeler gelirdi. Fakat O, eline geçeni dağıtmadan rahat edemezdi. O, fakirlerin doymasıyla açlığını unuturdu. Onların/açların doymasıyla, o huzurla doyardı. Bu, ağniyâ-i şâkirîne bir misal.

İkincisi; “fukarâ-i sâbirîn”e misal:

Âişe Annemiz buyuruyor:

“Rasûlullah Efendimiz’in aile efrâdı; Medîne’ye geldiğinden vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” buyuruyor. (Müslim, Zühd, 20)

Yine Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:

“Dileseydik doyabilirdik diyor. Fakat dâimâ Rasûlullah bir mü’min kardeşini kendisine tercih ederdi.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, III/62 [1396])

Ümmeti açlıktan karnına taş başladığı zaman; O iki taş bağlardı. Onları doyurmadıkça, huzur bulamazdı.

Bir sahâbî geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana zenginlik ver.” dedi. Dedi ki:

“–Kişi dedi, benim hâlim sana misal değil mi dedi. Şükredebileceğin az bir mal, şükrünü edâ edemeyeceğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu. (Bkz. Taberî, Câmiul-Beyân, XIV, 370)

Yine Süleyman -aleyhisselâm- bahsine gelince;

Süleyman -aleyhisselâm-’ın gönül dünyasındaki hedef, îlâ-yı kelimetullah dâvâsı olunca, Allah yolunda cihad etme olunca, atlara sevgisi de bir başka idi. Çünkü o zaman bütün seferler atlarla yapılıyordu. Atlar en mûnis hayvanlar, insana en yakın hayvanlar. İnsanla beraber cidâle giriyor. Süleyman -aleyhisselâm- atları çok severdi.

Âyet­i kerîmede buyruluyor, Sâd Sûresi’nde:

“Hani kendisine bir zaman, akşamüstü iyi cins koşu atları kendisine sunulmuştu. «Doğrusu ben bu iyi malları (yani bu atları) Rabbimi anmaktan ötürü sevdim.»

Nihayet atlar, perdenin arkasına gizlendi.

«Geri getirin onları bana!» dedi. Artık onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya (sevmeye) başladı.” (Sâd, 31­33)

Hakîkaten Cenâb-ı Hak öyle bir hizmet ki;

“Göklerde, yerde ne varsa âmâde kıldım…” (Bkz. el-Câsiye, 13) diyor. O zaman işte atları Cenâb-ı Hak âmâde kılıyor. Yine atlar her zaman her yerde yine îcâb ediyor. Çok yerde, sarp yerlerde yine atlar kullanılıyor.

Yine Cenâb-ı Hak âyette de, Âdiyât Sûresi’nde:

“Andolsun Allah yolunda koştukça koşanlara. (Ki o atlarla koşuluyor.) Andolsun kıvılcım saçanlara. (Nal, kıvılcım veriyor.) Sabah akına çıkanlara, tozu dumana katanlara. Hep birden düşman topluluğunun içine dalanlara.” (el­Âdiyât, 1­5)

Demek ki burada ne oluyor? Allâh’ın verdiği nîmet, şükür. O eski zamanda o hayvanlar olmasa, ne olurdu?

At; tarih boyunca cengâverlerin kahramanlık, zafer, fetih ve asâlet müjdecisi olmuştur.

Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Kıyâmet gününe kadar atların alınlarına; hayır, yani ecir ve ganimet düğümlenmiştir.” (Buhârî, Cihâd, 43; Müslim, İmâre, 96­99)

Tabi bugün de yine attan istifâde var çok yerde.

Müslüman, teknolojik bakımdan da geri kalmamalı. Zamanın teknolojisini yakından takip etmeli. Hattâ görüyoruz, -elhamdülillâh- memleketimiz daha da öteye gitti. İnsansız birtakım vâsıtalar yapılmış oldu.

Burada, şimdi Süleyman -aleyhisselâm-’da böyle büyük bir imkânları var, saltanat var, dünyanın en zengin ikisinden biri. Fakat âyette, Sâd Sûresi 34. âyette:

“Andolsun, Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstünde bir ceset (gibi) bırakıverdik. Sonra tevbe ile eski hâline döndü.”

Burada birkaç tane rivâyet var:

Birinde; Süleyman -aleyhisselâm- bütün zevcelerinden erkek çocuk olmasını, gönlü onu istedi. Ki bunlarla ben Allah yolunda cihâd edeyim dedi. Fakat zelle olarak “inşâallah” demeyi unuttu. Onun üzerine sakat bir çocuk doğdu. (Bkz. Buhârî, Enbiyâ 40, Eymân 3; Müslim, Eymân, 23/1654)

Rivâyete göre kendisi de tahtının üzerinde ölü bir ceset gibi bırakıldı. Bunun gibi birkaç misal daha var.

Sonra ayıldı, tevbe etti, istiğfar etti.

Efendimiz de bu oldu. Rûh, Ashâb­ı Kehf ve Zülkarneyn hakkında suâller soruldu:

“–Yarın gelin, cevap vereyim!” dedi. Efendimiz de “inşâallah” demeyi unuttu. Cenâb-ı Hak unutturuyor. Orada da Efendimiz -inşâallah- demeyi unuttu.

Bu zelleler bizim için bir îkazdır. İnşâallah demeyi unutmamak. Allah dilerse olur.

“Ben yarın gelirim” yok! “Yarın -inşâallah- gelirim.”

“Ben şunu yaparım” yok! “İnşâallah yaparım.”

Yani -inşâallah- kelimesi dilimizin virdi olması lâzım. Cenâb-ı Hakk’ın ismiyle muvaffak olunur, ismiyle birçok şerlerden kurtulur. İşte Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- Züleyha’nın şerrinden “maâzallah” ifadesiyle kurtuldu. Tabi kalben diyebilmek…

Yine âyet-i kerîmede, Kehf Sûresi’nde Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e:

“Allâh’ın dilemesine bağlamadıkça (yani inşâallah demedikçe), hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım!» deme! Bunu unuttuğun takdirde Allâh’ı zikret ve: «Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir.» de!” (el­Kehf, 23­24)

Bir rivâyette Süleyman -aleyhisselâm-, şiddetli bir hastalıkla imtihan edildi. O varlık içinde, debdebe içinde.

Dördüncüsü; Allah Teâlâ, ona bir korku verdi. O kadar cesaretin içinde, gücün içinde. Öyle ki belâ gelmesi endişesi ile Süleyman -aleyhisselâm- cansız bir ceset hâline geldi.

Eski hâli Cenâb-ı Hak bahşetti. İstiğfâr etti:

“«Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümdarlık ver. Şüphesiz Sen, dâimâ bağışta bulunansın.» dedi.” (Sâd, 35)

O zamanki hükümdarlar zâlimdi, gaddardı. Süleyman -aleyhisselâm- onlara İslâm’ı üstün kılmak için:

“–Yâ Rabbi! Bana kimsenin ulaşamayacağı bir hükümdarlık ver.” diye duâ etti.

Fahreddîn Râzî Hazretleri, Süleyman -aleyhisselâm-’ın duâsına şöyle bir mânâ da verir:

“Rabbim! Bana öyle şanlı bir mülk ver ki, ben ona kavuşup öldükten sonra «Dünya mülkünün vefâsı olsaydı, Süleyman’a olurdu!» denilsin de, kimsenin dünya saltanatına hırs ve rağbeti kalmasın!”

Şûrâ Sûresi’nde:

“Her kim âhiret kazancını isterse, ona ondan veririz. Her kim de dünya gelirini isterse, ona da ondan veririz; fakat onun için âhirette bir nasip yoktur.” (eş­Şûrâ, 20) Felâket!..

Yani Süleyman -aleyhisselâm-’a verilen bu büyük dünya nîmetleri karşısında kalbinin dünyadan müstağnî olmasını -Allâh’ın lûtfuyla- başardı. Dâimâ huşû, tevâzu, vecd içinde yaşadı.

Yine buyruluyor:

“Süleyman -aleyhisselâm- kendisine bahşedilen bu mülke rağmen Allâh’a duyduğu huşû sebebiyle, ölünceye kadar başını semâya kaldırmamıştır.” (İbn­i Ebî Şeybe, Musannef, c. VIII, s. 118)

Beyt­i Makdis’in İnşâsı:

Dâvud -aleyhisselâm-, Beyt­i Makdis’in inşaatını başlattı. Fakat bitirilmesine ömrü kifâyet etmedi. Süleyman -aleyhisselâm-’ın cinlere tasarrufu vardı. Cinleri topladı. Onlarla beraber Beyt­i Makdis’in inşâsı devam etti. Etrafına da on iki mahallesi olan bir şehir kurdurdu.

Beyt­i Makdis ismi, sonradan Mescid­i Aksâ oldu. Baştan, Beyt-i Makdis deniyordu, sonradan ismi Mescid-i Aksâ oldu.

Mescid-i Aksâ, fazîlet bakımından üç büyük mescidden biri.

Birincisi Mescid­i Harâm (Mekke’deki Kâbe),

İkincisi Mescid­i Nebevî,

Üçüncüsü Mescid­i Aksâ.

Tabi şu var; emânete sahip olunmayınca emanet el değiştirdi. Maalesef sahip olunmadı. Rahmetli pederim çok sene evvel, belki 60-70 sene evvel gitmiştik diyor, bir saf cemaat yoktu, diyor.

Süleyman -aleyhisselâm-’ın vefâtından sonra da birkaç sefer yıkıldı, harap oldu, tekrar yapıldı. O şekilde devam etti. Yani en son, tahmin ederim, bu 691’de Emevî halifesi Abdülmelik zamanında, o zaman yapıldı. Rivâyete göre Efendimiz’in Mîrâc’a çıkarken ayağını bastığı yere “Kubbetü’s­Sahrâ”, yanına da “Mescid­i Aksâ”yı yaptırmaya başlamış, inşaatı, oğlu 1. Velid zamanında tamamlanmıştır.

Müslümanlar, namazlarını hicretin ikinci yılına kadar Mescid­i Aksâ’ya dönerek kıble ederlerdi.

“İsrâ hâdisesi”nin bitiş noktası, Mîrâc’ın başlangıç noktası da Mescid­i Aksâ’dır.

Efendimiz buyuruyor:

“(Ziyaret maksadıyla) ancak üç mescide seyahat edilebilir: Mescid-i Harâm, şu benim mescidim, bir de Mescid-i Aksâ.” buyruluyor. (Buhârî, Fedâilü’s­Salât, 6; Müslim, Hacc, 288/827)

İnşâallah el değiştirir, Mescid-i Aksâ’ya sahip olur da Cenâb-ı Hak huzurla ziyaret etmeyi cümlemize ihsân eder -inşâallah-.

“Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-, (Efendimiz buyuruyor) Beytü’l-Makdis binâ edildiği zaman, Allah tarafından üç tane imtiyaz verildi:

–(Birincisi) İlâhî hükme muvâfık düşecek hüküm (vermeyi) talep etti (Süleyman -aleyhisselâm-); ona verildi.

–(İkincisi) Kendisinden sonra kimseye verilmeyecek bir saltanat talep etti; o da verildi. (Bir Zülkarneyn -aleyhisselâm-’a verildi, bir de son olarak Süleyman -aleyhisselâm-’a verildi.)

–Mescidin inşâsı bittikten sonra, bu mescide sırf namaz kılmak için gelenlerin, oradan çıkarken, annelerinden doğdukları gündeki gibi bütün günahları affedilmiş olarak çıkmalarını istedi; bu duâsı da kabul olundu.” Bu da, Nesâî ve İbn-i Mâce naklediyor. (Bkz. Nesâî, Mesâcid, 6; İbn­i Mâce, İkâmetü’s­Salât, 196/1408)

Baktığımız zaman şefkat ve merhametten nasipsiz sözde medeniyetler; gururun, kibrin, azametin, Yüce Sanatkâr’dan habersiz sanatın ve iffetsizliğin mânâsız ve fânî âbidelerini diktiler.

Bugün Roma’da kalan; ilk Îsevî kölelerin tevhid mücâdelesi uğruna aslanların dişleri arasında can verdiği zulüm arenaları. Aslanların içine atarlardı.

Firavun’un Mısır’dan kalan; kahırla, zulümle yapılmış, fânîliğe isyan ve kibir kokan, debdebeli ve kasvetli piramitleri.

Daha birçok helâk olmuş şehirden geriye kalan; oyun, eğlence merkezleri, tiyatrolar, yahut şirkin anlamsızlığının ispatı olan harap puthâneler.

Bizim için ecdâdımız medeniyetinde dâimâ ihlâs ve takvânın remzi, çil çil kubbeler, mescidler yaptırdı. “İ‘lâ-yı kelimetullâh”ın remzi minareler diktirdi.

İlim ve irfânın remzi medrese, dergâh, kütüphane ve vakıflar kurdurdu.

Bilhassa şefkat ve merhametin mücessem şekli olan; imâret (aşevleri), sebiller, şifâhâneler, kervansaraylar yolcuların dinlendiği, dâruleytâm (yetimler yuvaları), daruşşafaka ve dârulacezeler bıraktı.

Rabbimiz bizlere de bu kubbede hoş bir sadâ bırakan mü’minlerden olabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.

Süleyman -aleyhisselâm- bir vadiden geçerken karıncaların reisi dedi ki:

“–Yuvalarınıza girin dedi. Süleyman’ın dedi, leşkeri/askerleri dedi, sizi çiğner dedi.” (Bkz. en­Neml, 17­18)

“–Süleyman’ın saltanatı, büyük saltanat.” dedi karıncaların reisi.

Cenâb-ı Hak Süleyman -aleyhisselâm-’a hayvanların dilini anlama hususiyetini verdi.

Süleyman -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Benim saltanatım geçicidir dedi. Esas saltanat dedi, «لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ»ın getirdiği saltanattır.” (dedi. Var mı şimdi Süleyman -aleyhisselâm-’ın saltanatından bir eser?!) “Benim dünyevî hayatım da hudutludur. Bir kelime-i tevhîdin getirdiği saâdet ise sonsuzdur!”

Yine bu;

“(Karıncaların) sözünden dolayı, (duydu ve) gülümsedi. (Âyet-i kerîmede, Neml Sûresi’nde):

«Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse anne-babama verdiğin nîmetlere şükretmeye ve hoşnud olacağın sâlih ameller işlemeye muvaffak kıl! Rahmetinle, beni sâlih kulların arasına kat!»” buyurdu. (Bkz. en­Neml, 19)

Hep duâ…

Süleyman -aleyhisselâm-’ın annesi, evlâdına şu nasihatte bulunduğunu haber veriyor:

“Yavrum! Geceleri çok uyuma! Zira geceleri çok uyumak, kıyâmet günü insanı fakir bırakır.” (İbn­i Mâce, İkāmetü’s­Salâh, 174/1332)

Çünkü gece ibadeti çok mühim bir ibadet.

“Tatlı yataktan kendi vücutlarını kaldırırlar, havf ve recâ arasında ilticâ ederler…” (es-Secde, 16) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak kapıları açıyor:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. Davet ediyor seherlere. Günahların affolunmasına davet ediyor. Seherlerde gönül iklimi dolacak ki gündüzleri nefsânî arzulara karşı bir mukâvemet peydâ olsun. Öyle geceye girecek. Gece yine seherlerde yine dolacak. Yine gündüzün nefsânî musibetlerden kalbini koruyacak.

Bir de burada Süleyman -aleyhisselâm-, Hüdhüd Kuşu ve Belkıs var.

Süleyman -aleyhisselâm-, Mescid­i Aksâ’nın inşaatını bitirdikten sonra bütün ordusuyla Mekke’ye doğru yola çıktı. Rasûlullah Efendimiz’in Mekke’yi teşrif edeceklerini haber vermiştir.

Daha sonra Mekke’den San’a şehrine geçti. Gördüğü güzel bir vâdide namaz kılmak istedi. Süleyman -aleyhisselâm- abdest suyunu bulması için Hüdhüd’ü aradı. Çünkü Hüdhüd, ufak bir kuş, dâimâ suyun olduğu yerleri toprak içinde, haber verirdi. Hüdhüd’ü bulamadı.

“–Hüdhüd nerede?” dedi. Hüdhüd yok ortalıkta.

“–Ona ağır bir cezâ vereceğim dedi, Hüdhüd’e!” dedi. (Bkz. en­Neml, 20-21)

Çünkü abdest alacak, namaz kılacak, Hüdhüd yok.

Hüdhüd geldi:

“–Ben dedi, Sen’in bilmediğin bir şeyi öğrendim (dedi Süleyman -aleyhisselâm-’a). Sebe’den çok doğru (ve mühim) bir haber getirdim!» dedi.” (Bkz. en­Neml, 22)

Bu Sebe’ şehri, Belkıs’ın hükmettiği ülkenin başkenti. Âyet­i kerîme:

“Andolsun (diyor) Sebe’ kavminin oturduğu yerde büyük bir ibret vardır. Biri sağda, biri solda iki tane bahçe vardır.

«Rabbinizin rızıklarından yiyin, O’na şükredin! İşte güzel bir memleket, çok bağışlayıcı bir Rab!» (demiştik!)(Sebe’, 15) buyuruyor.

Gördüklerini Hüdhüd kuşu Süleyman -aleyhisselâm-’a anlatmaya başladı:

“Gerçekten (dedi, Sebe’lilere) hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş, büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.” (en­Neml, 23) dedi. Neml Sûresi.

“Onun ve kavminin, Allâh’ı bırakıp Güneş’e secde ettiklerini gördüm (dedi). Şeytan da, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş, doğru yoldan alıkoymuştu. Bunun için hidâyeti bulamıyorlar.” (en­Neml, 24) dedi.

(Süleyman Hüdhüd’e) dedi ki: «–Doğru mu söylüyorsun (dedi), yoksa (dedi) yalan mı söylüyorsun (dedi), bakacağız!» (dedi.)(en­Neml, 27)

Süleyman -aleyhisselâm- bir mektup yazdı.

“–Şu mektubumu götür (dedi), kendilerine ver; onlardan biraz çekil, sonuna bakalım!” dedi. (Bkz. en­Neml, 28)

Belkıs sabahleyin kalktı ki; bir mektup var. Hâlbuki kapılar da kilitli. Kapıcılara soruyor:

“–Kim getirdi?”

“–Yok diyor, kapılar kilitli, kimse gelmedi.” diyor.

Hüdhüd, camın arasından sokuyor. Hemen telâşlanıyor Belkıs. Çağırıyor bütün ekâbiri:

“«–Beyler, ulular (diyor). Bana çok önemli bir mektup bırakıldı!» (diyor). Mektup Süleyman’dandır (diyor); Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla (başlıyor, diyor).” (Bkz. en­Neml, 29­30)

“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm” olarak başlıyor.

Bu mektupta Hazret­i Süleyman:

Bana baş kaldırmayın, teslîmiyet gösterip bana gelin!” (en­Neml, 31) diye mektup yazıyor.

Süleyman -aleyhisselâm-’ın mektubuna “besmele” ile başlaması, Belkıs’a, ibadetin yalnız Allâh’a yapılacağını anlatmak oluyordu.

“Teslîmiyet gösterip gelin” dedi. “Müslümanlar olarak gelin!” buyurdu.

Sonra Belkıs etrafını topladı, avenelerine:

“–Ey ulular dedi. Bu işimde bana bir fikir verin dedi. Ne yapalım?” dedi.

Onlar da dediler ki:

“–Biz çok güçlüyüz, kuvvetliyiz dedi, zorlu bir savaş erbabıyız dedi. Buyruk senindir dedi; ne buyuracağını sen düşün!” dedi Belkıs’a. (Bkz. en­Neml, 32­33)

Belkıs da dedi ki:

“–Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler, halkının ulularını da alçaltırlar. (Herhâlde) onlar da böyle yapacaklar. Ben (şimdi Süleyman’a) hediye göndereyim, (ona göre, bizi serbest bıraksın.)(Bkz. en­Neml, 34­35)

Süleyman -aleyhisselâm- onlara şöyle cevap verdi elçilerine:

“–Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Allâh’ın bana verdiği, size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Ama siz, hediyenize güveniyorsunuz.»” (en­Neml, 36)

Velhâsıl ondan sonra Süleyman -aleyhisselâm- onları biraz tehdit ediyor. Nitekim Süleyman -aleyhisselâm-’ın dediklerini anlattıktan sonra:

“–Niyetimizi anlamış olmalı! Vallâhi bu sadece bir melik değildir; biz bunun karşısında duramayız!” dedi. Tekrar bir elçi gönderdi:

“–Kavmimin beyleri ile huzûrunuza geliyorum.” dedi. Beyler, huzurla, Süleyman -aleyhisselâm-’ın huzûruna doğru geldiler.

Belkıs’ın meşhur bir tahtı vardı. Onu köşklerinin en sağlam ve muhâfazalı bir odasına koyuyordu Belkıs. Çok kıymetliydi. Ve kapılarını kilitliyordu hiç kimse girmesin bu tahtıma, oturmasın tahtıma diye.

Büyük kalabalık Süleyman -aleyhisselâm-’ın yanına gitmek için yola çıktı.

Bu arada Süleyman -aleyhisselâm- yanındakilere:

“–Belkıs’ın Sebe’de bulunan tahtını kim getirir?” dedi.

İfrît dedi ki:

“–Ben getiririm.” dedi. (Bkz. en­Neml, 38­39)

Tahttan kalkıncaya, Süleyman -aleyhisselâm- otururdu tahtına, öğleye kadar dünya işine şey yapardı.

Fakat Âsaf vardı. O dedi ki:

“–Ben dedi, göz açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm!» dedi. (Bkz. en­Neml, 40)

Âsaf bin Berhiyâ. Oraya getirdi.

Hattâ Süleyman -aleyhisselâm- sordu Belkıs’a:

“–Bu senin tahtın mıdır?” dedi.

“–Çok benziyor.” dedi. (Bkz. en­Neml, 41-42)

Sonra tabi o, birtakım orada alâmetler de gördü. Zeminde su var zannetti, eteklerini kaldırdı, hâlbuki şeffaf bir mermerle döşenmişti. Birtakım ilâhî azametler görünce müslüman oldu.

Tabi burada bir kerâmet var. Yani bu Âsaf bin Berhiyâ’nın bir anda getirmesi. Şunu da zikredelim ki, kerâmet. İki türlü kerâmet vardır. Biri kevnî, biri mânevî kerâmet. Bu;

فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ

(“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” [Hûd, 112])

Yani yüksek bir takvâ üzerinde yaşayabilmek. Ebû Bekir Efendimiz misal. Bu en büyük kerâmet.

İkinci kerâmet var. Bu kevnî ve sûrî kerâmet. Bu, eşyanın yer değiştirmesi vs. Bu ikinci kerâmette Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Sâriye, yâ Sâriye!” diye bir dağ yolunu gösterdi, tâ uzaklardan. (Bkz. İbn­i Hacer, el-İsâbe, II, 3)

Süleyman -aleyhisselâm-’ın Vefâtı:

Vefâtı esnâsında bir asâya dayanıyordu. Bu yüzden ayakta durduğu için, onun vefât ettiğini etrafındakilerden hiç kimse fark etmedi. Asâya dayanık olarak görünüyordu. Tâ ki bir ağaç kurdu asâyı yiyip Hazret­i Süleyman yere yıkılınca vefât etmiş olduğu anlaşıldı.

Yani bu, cinlerin istikbâle âit bir şey bilememesinin bir ifadesi oluyordu. Âyetler de var tabi. (Bkz. Sebe’, 14)

Yine burada bir rivâyet var, onu da bir aktarayım:

Süleyman -aleyhisselâm- bir gün, serçe kuşunu (veya Hüdhüd’ü) azarlamıştı. Bunun üzerine serçe kuşu, Süleyman -aleyhisselâm-’a dedi ki:

“–Senin saltanatını dedi ve sarayını mahvederim!” dedi.

Süleyman -aleyhisselâm- dedi ki:

“–Senin sıkletin ne ki dedi, benim sarayımı mahvedersin!” dedi.

O küçük kuş da şöyle cevap verdi:

“–Kanatlarımı ıslatırım dedi, bir vakıf toprağına sürerim dedi. Sonra kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım dedi. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!” dedi.

Dâimâ bu vakıf erbâbı, bu misâli de verirler ki, vakıfta çalışan, A’dan Z’ye herkes vakıf malına çok dikkat etmesi için.

Yine bununla ilgili birtakım ifadeler var. Onun için vakıf malına çok hassâsiyetle, yani başta kendime söylüyorum, hassâsiyetle davranmak zarûrî.

Büyükler, “Vav’lar sakının!” buyuruyor. Yani;

Vallâhi diyerek lüzumsuz yere bir yemin etmek. Vav’la başlıyor.

–Mes’ûliyet şuur ve hassâsiyeti taşımayan bir vâli olmaktan. Bu da Vav’la başlıyor.

–Vazifesini îfâ edemeyen bir vasî olmaktan, bir de,

Vakıf malına dikkat etmemekten sakının!” buyruluyor.

Yine burada ibretli bir rivâyet var Kurtubî’de:

Bazı kaynaklarda, Süleyman -aleyhisselâm-’ın kendisine verilen büyük saltanat ve zenginlik dolayısıyla, diğer peygamberlerden beş yüz sene sonra Cennet’e gireceği rivâyet ediliyor. (Bkz. Kurtubî, Tefsîr, XV, 204)

Çünkü onun hesabı verilecek. A‘râf Sûresi 6. âyette:

“Biz, peygamber gönderilen toplumları da, gönderdiğimiz peygamberleri de hesâba çekeceğiz!” buyruluyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak -inşâallah- cümlemizi, şükreden, değişen şartlar altında sabreden kullarından eylesin.

İkisi de çok zor. Yani şükür de çok zor. Çünkü her şeye şükür. Gözünün gördüğüne şükür, boğazına gidene şükür. Her şeye… En büyüğü, şükrün en büyüğü, büyüklerin büyüğü, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yine şükrün en mühimi, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmak. Bunun şükrü nedir Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmak?

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Her hâlimizi Rasûlullah Efendimiz’in hâliyle mîzan etmek. “Elhamdülillâh yâ Rabbi! Beni O’nun ümmeti kıldın.” O’nu ben örnek olarak almak sûretiyle, şükretmek…

Sabır: Yine Rasûlullah Efendimiz’in, Efendimiz’in başından geçen hâdiseleri düşünerek, yine o şekilde;

“وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ” (“…Birbirlerine hakkı tavsiye edenler…” [el-Asr, 3])

Sabır da, varlıkta sabır. Bir riyâzat hâli olacak. “Mal benim.” olmayacak. “Mal Allâh’ın.” olacak.

İsraf ve cimrilik gibi bir çirkinlik olmayacak. Fakir de yoksullukta, Efendimiz’i düşünecek. Eyyûb -aleyhisselâm-’ı düşünecek. Şükür hâlinde olacak: “Belki olsaydı, Kârun gibi, belki yoldan çıkacaktım…”

Hastalıkta şükür. Tabi bu da çok zor. Bilhassa günümüz hastalıklarında. Rasûlullah Efendimiz buyurur:

“Bu hastalıklarda (şükreden), vefât eden, şehid olarak gider.” buyruluyor. (Bkz. Müslim, İmâre, 165; İbn-i Mâce, Cihâd, 17)

Musibetlerde şükür. Dâimâ beterini düşünmek ve sabretmek.

Cenâb-ı Hak cümlemizi şâkirînden eylesin ve sâbirînden eylesin.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..