09 Eylül 2021

Günümüzde bunalan ruhlarını huzura kavuşturmak isteyen kimi gâfiller, Hind felsefesinin bâtıl ve hurâfeleri içinde, uzak doğu dinlerinin çöplüğünde şifâ aramaktadırlar. Hâlbuki sefâlet çarşısında saâdet aramak, boşuna yorulmaktır.

Yoga ve meditasyon gibi rûhu dinlendirdiği, insana huzur verdiği söylenen uygulamalar, insana sahte ve geçici bir huzur verir. Bu tıpkı bir sarhoşun içki içince “oh” çekip “efkâr dağıttım” demesi veya bir kumarbazın kumar oynayınca huzur bulduğunu sanması gibidir. Hâlbuki bütün bu nefsânî, geçici ve sahte rahatlamalar, rûhî ve uhrevî bakımdan birer felâket sebebidir.

Yüce dînimiz İslâm ise, insanın huzur ve saâdeti için gereken bütün şifa reçetelerini sunmuştur. Bunlara sırtını dönüp uzak doğu dinlerinin çöplüğünden şifâ aramak, hazine üstünde oturduğundan habersiz hâlde dilenen ve aç ölen bedbahtların durumuna benzer.

Müʼmin için namaz, zikir, tefekkür, duâ, hizmet, infak, gariplerin gönüllerini almak, muzdaripleri sevindirmekle sevinmek, en büyük mânevî huzur kaynağıdır. Zira insana huzuru bahşedecek olan, yalnızca Cenâb-ı Hakʼtır. Buna da en güzel misal, ashâb-ı kirâm ve evliyâullâhın hâlidir.

İslâmʼı lâyıkıyla idrâk edip hayatlarına aşk ve şevkle tatbik eden ashâb-ı kirâmın zengini-fakiri, sıhhatlisi-hastası, dulu, yetimi, mazlumu, mağduru vardı; fakat rûhî buhrana sürüklenip psikiyatrik rahatsızlık yaşayanı yoktu. Zira huşû ile edâ edilen ibadetler -âdeta rûha verilen vitaminler gibi- mâneviyâtı takviye ediyordu. Allâhʼa yakınlık hissiyâtının kazandırdığı huzur ve esas hayatın âhiret olduğu şuuru, fânî mihnet ve meşakkatleri gözlerinde ve gönüllerinde ehemmiyetsiz hâle getiriyordu.