03 Haziran 2015

Ârif zâtlar;

“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaratan.” buyurmuşlardır.

Yani bir kul, nefsinin hevâ, heves ve ihtiraslarını bertaraf edip rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirdiği zaman, Hakkʼa râm olur, ilâhî ahlâk ile ahlaklanır, Cenâb-ı Hakkʼın dostu olur. Bu hâl, âdeta Sakaryaʼnın Karadenizʼe döküldükten sonra artık Sakaryalığının kalmaması gibidir. Zira o, artık Karadenizʼde kaybolmuştur.

Bu hâle ulaşan müʼminlerin görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifadeleri hep ilâhî nûrun cereyânı hâline gelir. Onlar âdeta berrak bir ayna misâli, Hakkʼın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı durumundadırlar. Yine onlar, sadece Cenâb-ı Hakkʼın murâdına muvâfık hâl ve davranışlar sergilemeye başlarlar. Her şeye Rahmânî bir nazarla bakarlar.

Tasavvufî tâbiriyle “fenâfillâh”a ererek Hakkʼın dostluğuna nâil olan bu müʼminlere dâir, hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:

“Her kim Ben’im velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp îlân ederim. Kulum, Bana en çok kendisine emrettiğim farzları îfâ ederek yaklaşır. Farzlara ilâveten işlediği nâfile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben, âdeta onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, Bana sığınırsa onu korurum.” (Buhârî, Rikāk, 38)