Zikrullah -2-

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -33-

2010 – Temmuz, Sayı: 293, Sayfa: 032

İnsan, muhabbet duyduğu varlığa râm olur. Onu her an gönlünün en mûtenâ yerinde taşır. Düşüncesi, hayâli, fikri ve zikri onunladır. Zâhiren ayrı olmak bile onun için fazla bir şey ifâde etmez. Zira rûhen dâimâ onunla beraber yaşar. Nitekim bu hakîkati beyan sadedinde; “Yanımdaki Yemen’de, Yemen’deki yanımda…” buyrulmuştur.

Meselâ çocuğuna aşırı muhabbet duyan bir kişi, her fırsatta çocuğundan bahsederek kendisini tatmin eder. Mesleğine çok düşkün biri de, işiyle alâkalı mevzûları konuşmaktan haz duyar. Sevdiği şeyleri andıkça, onlara olan muhabbet ve düşkünlüğü daha da artar.

Mü’minin gönlü de kâmil bir îman muhabbetiyle dolduğunda Rabbinin ismi onda dâimî bir zikir hâline gelir. Zikir, onun için âdeta bir âb-ı hayat/can suyu olur. Nasıl ki bir balık, sudan ayrı yaşayamazsa, o da zikirsiz huzur bulamaz. Onun nazarında zikir; yemek, içmek ve teneffüs etmek kadar vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.

Nitekim Al­lah Ra­sû­lü -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Al­lâh’ı zik­re­den kim­sey­le zik­ret­me­ye­nin mi­sâ­li, di­ri ile ölü gi­bi­dir.” buyurmuştur. (Bu­hâ­rî, De­avât, 66)

Dolayısıyla kalbî hayatını îman muhabbetiyle diri tutan bir mü’min, bunun en tabiî bir tezâhürü olarak Rabbinin ismini gönlünün virdi edinir. Hak Teâlâ’nın azamet-i ilâhiyyesinden, sonsuz kudretinden, idrak ötesi mükemmellikteki hükümranlığından, ilâhî tanzim ve takdîrindeki hikmetlerinden söz etmek, onun rûhunda târifsiz bir zevk ve lezzet husûle getirir. Bu yüzden her hâlükârda Hakk’ı hatırlar, O’nun yâdıyla kalbini ve dilini mânen tatlandırır. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

Zikrin feyz ve rûhâniyeti, tıpkı güneşten gelen ışık huzmelerini üzerinde toplayan bir mercek gibi, altında bulunan çer-çöp hükmündeki bütün nefsânî arzuları yakıp kül eder.

Öyle ki bu durum ilerledikçe, mü’minin nazarında Hakk’ın zikrinden daha lezzetli bir şey kalmaz. Bu lezzet rûhunu sardıkça, kulun Hakk’a yakınlığı artar; Hakk’a yakınlığı arttıkça da zikre olan iştiyâkı çoğalır.

Ebû Said el-Harrâz Hazretleri, Hak dostlarının hâllerinden bahsettiği bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:

“Cenâb-ı Hak, kullarından birinin başına velâyet tâcını giydireceği zaman, ona önce zikir kapısını açar. Kalbine zikretme tadını verir. Kul, bu tadı aldıktan sonra, ona Zât’ına yakınlık kapısını açar. Onu ünsiyet, yakınlık ve ülfet makâmına oturtur. Bundan sonra tevhîd kürsüsüne çıkarır. İşte asıl olacaklar bundan sonra olmaya başlar.”

DÜNYA SALTANATINDAN
KIYMETLİ AMEL

Zikrin hakîkatine ererek ilâhî muhabbetin lezzetini tadan kullar için bütün dünyevî zevkler değerini yitirir. Nitekim dünya saltanatını bir kenara bırakıp ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”

Dâvûd -aleyhisselâm-, kendisine lûtfedilen büyük mülk ve saltanata rağmen kalben dünyaya meyletmezdi. Rabbiyle öyle müstesnâ bir huzur ve yakınlık iklîminde yaşardı ki, zikre başladığı zaman onunla birlikte dağlar, taşlar ve hattâ vahşî hayvanlar bile vecd ve istiğrak hâline bürünürdü.

Dâvûd -aleyhisselâm-’ın oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’a ise, hiçbir kula nasip olmayan muhteşem bir saltanat bahşedilmişti. Rivâyete göre bir gün Süleyman -aleyhisselâm-, kuşların gölgesinde, insanlar, cinler, vahşî ve evcil hayvanlar sağında ve solunda olmak üzere büyük bir ihtişam içerisinde ordusuyla gidiyordu. Bu hâliyle, İsrâiloğulları’ndan bir âbidin yanına uğradı. Âbid ona:

“–Ey Dâvud’un oğlu, Allah sana ne büyük bir saltanat bahşetmiş!” dedi.

Süleyman -aleyhisselâm- bunu işitince şu karşılığı verdi:

“–Mü’min bir kulun amel defterinde bulunan bir tek tesbîh (sübhânallâh sözü) Dâvud’un oğluna verilenden daha hayırlıdır. Çünkü Dâvud’un oğluna verilen fânîdir, hâlbuki tesbîhin kazandıracağı saltanat bâkîdir.” (Rûhu’l-Beyân, VII, 150)

Allah Teâlâ, Hazret-i İbrahim’e de sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Bir gün Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan sûretinde gelerek:

“–Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar mısın?” diye sordu. İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- da üç defa;

»سُبُّوحٌَ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلَائِكَةِ وَالرُّوحِ «

“Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh, cümle eksikliklerden pâk ve yücedir.” diye zikredince İbrahim -aleyhisselâm-:

“–Al hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ben insan değil, Cibrîl’im, alamam.” dedi. İbrahim -aleyhisselâm- da:

“–Sen Cibrîl’sen, ben de Halîl’im (Allâh’ın dostuyum). Verdiğimi geri almak bana yakışmaz.” karşılığını verdi.

Nihayet İbrahim -aleyhisselâm-, sürülerinin hepsini sattı; mülk alıp vakfetti. Böylece bütün dünya metâının, Allâh’ın zikri karşısında bir “hiç” mesâbesinde olduğunu fiilen tebliğ edip “Halîlullah/Allâh’ın dostu” sıfatına liyâkatini tescil etmiş oldu.

Bir gün Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- zikrin Hak katındaki kıymetini ifâde sadedinde ashâbına:

“−Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı, düşmanla karşılaşıp da sizin onların boynunu vurmanızdan, onların da sizi öldürmesinden daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim mi?” diye sormuştu. Onlar da:

“−Evet, söyleyiniz!” dediler. Rasûl-i Ekrem -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de:

“−Allah Teâlâ’yı zikretmektir.” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 6)

Yine Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Necd taraflarına bir birlik göndermişti. Onlar da bir miktar ganimet elde ederek geri döndüler. Adamın biri:

“–Bu birlikten daha çabuk dönen ve daha fazla ganimet elde eden başka bir birlik görmedik.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu:

“–Ben size bunlardan daha hızlı ve daha fazla ganimet alan bir topluluğu bildireyim mi? Onlar, sabah namazında hazır bulunan, namazdan sonra oturup Güneş doğana kadar Allâh’ı zikreden kimselerdir.” (Tirmizî, Deavât, 198)

Allah katında dünyanın, bir sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.1 Dolayısıyla dünyanın aldatıcı câzibelerine rağmen dilini ve gönlünü dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgul edebilenlerin bu ameli, Allah katında cihan mülküyle değişilmeyecek kadar değerlidir. Bu hakîkati Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle ifâde buyurmuşlardır:

“Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allâh’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim (mârifet ilmi) öğreten âlim ve (Hakk’a lâyıkıyla kul olmak için) tahsil gören talebe bundan müstesnâdır.” (Tirmizî, Zühd, 14)

Sahâbeden Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“…Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda sarf etmeyenlere acıklı bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Peygamber Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Sahâ­be­den bâzıları:

“–Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz. İhtiyacımız dışındakileri infâk ederiz.) Keşke hangi şeyin daha hayırlı olduğunu bilsek de, ondan biraz edinsek.” dediler.

Bunun üzerine Rasûlullah -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şu cevâbı verdi:

“–Sahip olunan şeylerin en fazîletlisi;

* (Hayatın hiçbir safhasında Allâh’ı unutmayıp dâimâ) zikreden bir dil,

* (Bütün nîmetleri Hakk’ın lûtfettiğinin idrâki içinde) şükreden bir kalp ve

* Kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.” (Tirmizî, Tefsîr, 9/9)

ZİKİRDEN KOPMAYAN ERLER…

Zikrin, en değerli dünya metâlarından ve saltanatından da kıymetli olduğunu lâyıkıyla idrâk eden kâmil bir mü’mini hiçbir şey Allâh’ı zikirden alıkoyamaz.

Dünya nîmetleri, iki uçlu bir bıçak gibidir; onu doğru kullanmasını bilen ârif gönüller için bir ziynet iken, Allâh’ı ve âhireti unutacak derecede câzibesine kapılıp gaflet sarhoşluğuna düşenler için, büyük bir fitne ve hüsran sebebidir. Bunun içindir ki dünyaya gönül verenlerin misâli, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibidir ki hangi girdapta helâk olacağı meçhuldür.

Dünyevî menfaatlere ve nefsânî arzulara duyulan aşırı muhabbet; insanın Allah ile münâsebetini ifsâd eder, ibâdet hayatını kuru bir geometri ve ruhsuz bir şekil hâline getirir, gönüllerin feyz ve rûhâniyetine zehir saçar. Rabbimiz, dünyanın ruhları narkoze eden efsûnuna kanmaktan ve onun boş hülyâları peşinde ömür tüketmekten bizleri şöyle îkaz buyurmaktadır:

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği, ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer-çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20)

“Ey îmân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar, ziyâna uğrayanlardır.” (el-Münâfikûn, 9)

Dünya nîmetleri nefse câzip gelir. Öyle ki, sırf nefs planında yaşayıp sadece dünyevî menfaat ve zevklerini düşünenler, sürekli onunla meşgûl olarak dünyadaki varlık hikmetlerini ve yaratılış gâyelerini düşünemez olurlar. Yani vâsıtayı gâye hâline getirerek kesif bir gaflet karanlığı içinde ömür tüketirler.

Kimileri de dünya nîmetlerinin bir vâsıta olduğunu ve onları gönle sokmamak gerektiğini bildikleri hâlde buna tam olarak muvaffak olamaz, nefislerine söz geçiremezler. Bu sebeple ibâdetlerinden lezzet alamaz, huşû ve huzur hâlini bir türlü yakalayamazlar. Cenâb-ı Hak bu gibi kimselere işâretle; وَلَآ اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ : Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (el-Kıyâme, 2) buyurmaktadır.

Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmal ve kusurlardan vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefistir. Yani dünya muhabbetine ve günahlara karşı direnme gücü zayıf olanlardır.

Dünya nîmetlerinin ilâhî bir emânet ve imtihan vesîlesi olduğunu lâyıkıyla idrâk eden ârif kullar ise, ona lüzumundan fazla îtibâr etmezler. Gönül tahtını yalnızca Hakk’a tahsis edebilme mahâretini gösterirler. İşte onlar, gerçek gönül kahramanlarıdır. Cenâb-ı Hak onlardan râzı, onlar da Hakk’ın takdîrinden râzıdırlar. Bu yüzden tam bir gönül huzuru içindedirler. Onlara Rabbimiz şöyle hitâb eder:

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, Mes­ne­vî’­sinde hikmetli bir hikâye nakleder:

Leylâ’nın aşkından çöllere düşmüş olan Mecnun, bir gün Leylâ’nın yolculuğa çıktığı haberini alır. Bunun üzerine devesine biner, Leylâ’nın gideceği köye doğru sür’atle yol almaya çalışır. Yeni doğmuş bir yavruya sahip olan devesinin gözü ise, arkada kalan yavrusundadır. Mecnun, deve­nin üzerinde uyumaya başladığı zaman deve, hemen yavrusunun istikâmetine döner. Mecnun, farkına varınca, telâş için­de deveyi, yine Leylâ’nın köyüne çevirir. Bu hâl, defalarca te­krar eder.

Çünkü Mecnûn, Leylâ’ya kavuşma sevdâsında, deve ise yavrusunun yanına koşma arzusundadır.

Günün sonunda Mecnun, nereye geldiğini merak ile et­rafına bakar. İleri-geri bu hareketlerle, daha sabahleyin yola çıktığı yerde olduğunu, bir fersah bile yol alamadığını görür. O zaman Mecnun, deveye seslenir:

“–A deve! Sen yavruna âşıksın, bense Leylâ’ma! Do­layısıyla ikimizin de yolları farklı. Sen benim yolumu kesi­yorsun, ben de senin yolunu! Biz bu hâlde yoldaşlık ede­meyiz. Sen fânî bir tene âşıksın, bense ebedî bir cana… Bu yüzden ayrılmamız gerek!”

Bu hikâyede Mecnûn, “rûhâniyet”i; deve ise “nefsâniyet”i temsil etmektedir. Rûh, Hüsn-i Mutlak olan Allâh’a âşıktır, “nefs” ise dünyevî hevâ ve heveslere…

Gâfil bir insanın Rabbine karşı kulluk vazifelerindeki hâli de ekseriyetle bu misaldeki gibidir. Zira insanın rûhu mânevî zirvelere yücelmek için âdeta kanat çırparken, nefsi ise -tıpkı ayağa bağlı iri bir taş misâli- onu aşağılara çekmektedir. Dolayısıyla Rabbe vâsıl olmak isteyen bir kul, kendisine ayak bağı olan nefsânî takıntıları aşmak ve gönlünü Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden arındırmak zorundadır.

Şüphesiz ki Rabbe yakınlığın en mühim vesîlesi; aşk ve vecd içinde, huşû ile îfâ edilen ibâdetlerdir. Mü’min, ibâdetlerini ve bilhassa zikrini bu şuurla yapabildiği zaman Hakk’ın yakınlığına nâil olur. Fakat nefsânî arzuları gönlünü işgâl edip onu Hakk’ın huzûrundan gâfil kıldığı takdirde, dili ne kadar Hakk’ın ismini zikrederse etsin, rûhu bir adım bile mesafe almaktan âciz kalır.

Dolayısıyla kâmil mânâda zikredebilmek için, Cenâb-ı Hakk’ı mânen gönülde hissedip O’ndan gayrı hiçbir şeyi düşünmemek îcâb eder. Bunun için de önce nefsi haram ve şüphelilerden arındırmak, sonra da kalpten fânî muhabbetleri ve mâsivâ düşüncelerini boşaltmak gerekir. Zira zikrin nûru, zâkirin hâli ölçüsündedir.

Fânî hayatın yaldızlarına aldanmayıp nefeslerini zikirle ihyâ edebilen sâlih kulları, Rabbimiz şöyle haber vermektedir:

“…Allâh’ın adını anmak için O’nun irâdesiyle inşâ edilen mâbedlerde sabah-akşam Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh eden adamlar vardır. Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü (o günde) Allah, onları yaptıklarının en güzeliyle mükâfatlandıracak ve lûtfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (en-Nûr, 36-38)

Yine Rabbimiz, dünyaya dalarak îman hassâsiyetini ve kalbî rikkati kaybetme tehlikesinden sakınmamız için büyük bir îkazda bulunmaktadır:

“Îmân edenlerin, Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16)

Ne ibretlidir ki bu âyet-i kerîme, Mekke’de bin bir çile içinde büyük bir îman mücâdelesi verdikleri hâlde, hicretten sonra biraz rahata kavuştukları için zühd, takvâ ve gayretleri gevşeyen bir kısım sahâbîyi îkâz etmek üzere nâzil olmuştur.

Sahâbe nesline dahî bu îkaz geldiğine göre, bizler dünyevî ihtirasların ve fânî men­faatlerin tesir edemeyeceği bir mânevî zindeliğe erişme husûsunda çok daha büyük bir gayret içinde olmalıyız. Bunun için varlıkta da darlıkta da Rabbimizi bol bol zikretmeli, O’nu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Öte yandan insan, yokluk ve mihnet altında iken nefsi de zayıf olduğundan Rabbine daha çok yönelip sığınır. Hâlbuki bolluk ve rahatlık zamanlarında insanın nefsi kabarır, kendini ihtiyaçsız görmeye, büyüklenmeye başlar. Bu yüzden de Rabbini daha az hatırına getirmeye, hattâ unutmaya meyleder. Hâlbuki bilhassa rahatlık zamanlarında Rabbimizi daha çok hatırlayıp anmamız gerekir. Bu hâle en güzel misâl olan ve kalbini hiçbir zaman fânî nîmetlerin kasası hâline getirmeyen Süleyman -aleyhisselâm- hakkında Rabbimiz; « نِعْمَ الْعَبْدُ / ne güzel kul» iltifatında bulunmuştur. Biz de bolluk ve rahatlık zamanlarında da gönlümüzü Rabbimize tahsis etmeliyiz ki, zor zamanlarımızda ilâhî rahmet ve inâyet imdâdımıza yetişip elimizden tutsun, kalplerimize metânet ve huzur lûtfetsin.

Nitekim, dünya hayatında iken Allâh’ı hatırlamaya dâvet eden nice irşad sadâlarını işittiği hâlde onları kulak ardı edip unutan gâfiller hakkında Rabbimizin şu îkâzı ne kadar şiddetlidir:

“Kim de Ben’i anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!» der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” (Tâhâ, 124-126)

Şüphesiz ki Allah Teâlâ, “unutmak” gibi zaaflardan münezzehtir. O’nun kulunu unutması, ancak ilâhî bir gazap ifâdesidir. Bu sebeple kıyâmetin o çetin gününde Allah tarafından unutulmak ve ilâhî rahmetin dışında bırakılmak istemeyen biri, dünya hayatında O’nu unutmamalıdır. Bu gün dünyâda Rabbimizi ne kadar çok zikredersek, yarın ukbâda ilâhî vuslata o nisbette nâil oluruz. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Siz Ben’i zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim…” (el-Bakara, 152) buyrulmuştur.

Allah tarafından zikredilen bir kul olabilmenin büyük şeref ve izzetine karşılık, fânî câzibelerin gaflet sarhoşluğu içinde ömür sermayesini israf etmek, ne hazin bir aldanıştır! Biz kullarına şah damarından daha yakın olduğunu bildiren Allâh’ı unutup da O’nu kendi içlerinde kaybedenler, hayatın en şaşkın yolcularıdır!..

Bu yüzden gerçek bir îman firâsetine sahip olanlar, dünya nîmetleriyle şımarmaz, rızkı hiçbir zaman Rezzâk’a perde kılmazlar. Onlar, zâhiren rızık peşinde bile olsalar, gönüllerini dâimâ Rezzâk’ın zikriyle rakik bir hâlde tutarlar. Hattâ Rab’lerini zikretmeksizin duramazlar. Zikirsizlik onlara büyük bir iç sıkıntısı verir.

Bu iç sıkıntısı, ilâhî bir îkazdır. Bu îkâzı duyabilmek de, aslında şükrü gerektiren ayrı bir nîmettir. Çünkü bu, hâlini ıslah ve hatâsını telâfî yolunda hâlâ bir ümit ışığı olduğunun bir göstergesidir. Kalbi katılaşıp mühürlenmiş gâfillerin zikirsizlikten dolayı böyle bir iç sıkıntısı duymamaları, onların ilâhî rahmetten nasiplerinin olmadığı mânâsına gelir. Onlar artık sefâletlerini saâdet zanneden şaşkınlar sürüsü hâlinde ömürlerini tüketirler.

Mevlânâ Hazretleri buyurur ki

“Hak yolunda okuduğun virdi, çektiğin tesbîhi terk edince zahmete, sıkıntıya düşersin, sana sebebi bilinmeyen bir iç sıkıntısı gelip çatar.

Bu sebepsiz üzüntü, bu iç sıkıntısı bir çeşit ihtardır. Bir çeşit terbiyedir. «Devam edegeldiğin virdini bırakma, eski ahdini bozma!» demektir.

Bu iç sıkıntısı, bu darlık, bir zincir şeklini almadan; gönlünü bağlayan, sıkan şey sana ayak bağı olmadan önce virdine devam et…”

ZİKRİ İHMÂLİN MÂZERETİ YOK!

İbn-i Abbas v; “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin! (el-Ahzâb, 41) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ, kullarına farz kıldığı her ibâdete belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta mâzeret sahibi olanların özürlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. (Zira Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif kelime ve kalıplar ile, yüzlerce âyet-i kerîmede zikre teşvik eden ilâhî telkinler yer almaktadır.) Allah Teâlâ, zikir hakkında nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka, zikri terk eden hiç kimsenin mâzeretini de kabûl etmez. Cenâb-ı Hak, insanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”2

Ne kadar ibretlidir ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn’u Firavun’a tebliğe gönderirken; “Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Ben’i anmayı ihmâl et­meyin.” (Tâhâ, 42) buyurmuştur. Böylece iki peygamber kulunu bile zikri ihmâl husûsunda uyararak, onların şahsında bütün insanlığı îkâz eylemiştir.

Nitekim zikrullah’tan bir an bile gâfil kalmanın büyük tehlikesinden dolayıdır ki Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- de; “Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..”3 diye niyâz etmiştir.

Unutmamak gerekir ki dünya hayatında zikirden mahrum olarak geçirilen vakitler; yani Allâh’ı unutarak tüketilen nefesler, ömür takviminin ziyan olmuş yapraklarıdır. Bu sebepledir ki hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:

“İnsanlar bir mecliste oturur da orada Allâh’ın ismini anmazlarsa, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olurlar. Kim bir yolda yürür de Allah U’yi zikretmezse, eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur. Kim yatağına girer de orada Allâh’ı zikretmezse, yine eksik bir iş yapmış, günah işlemiş olur.” (Ahmed, II, 432)

“Bir kavim bir yerde toplanır da orada Allâh’ı zikretmez, peygamberlerine salevat getirmezlerse, bu toplantı onlar için (âhirette) hasret ve pişmanlığa sebep olur. Allah dilerse onlara azâb eder, dilerse affeder.” (Tirmizî, Duâ, 8/3380)

“Cennet ehli, başka hiçbir şeye değil, sadece, dünyada Allâh’ı zikretmeksizin geçirmiş oldukları anlara hasret ve nedâmet duyarlar!” (Heysemî, X, 73-74)

Velhâsıl, merhum Necip Fâzıl’ın tâbiriyle; “Gökyüzünden habersiz uçurtma uçuran” gâfiller gibi Hâlık’ın zikrinden uzak bir şekilde tüketilen nefesler, en büyük ebediyyet pişmanlığı olacaktır. Bu pişmanlığı duymamak için, fırsat eldeyken vakti zikirle ihyâ etmek, mü’minler için zarûrî bir îman firâsetidir. İbnü’l-vakt olan, yani vakti ona en lâyık olana hasredebilme basîretiyle yaşayan kâmil mü’minler de;

Zâyî olmuş, anladık; Sen’siz geçen saatimiz.” kelâm-ı kibârının ifâde ettiği hissiyatla, dâimâ dergâh-ı ilâhîye ilticâ hâlinde olurlar.

Rabbimiz, gönüllerimizi gaflet ve kasvetten muhâfaza buyursun. Cümlemizi muhabbetullah iklîminde yaşatıp zikirle kalplerini ihyâ eden sâlihler zümresine ilhâk eylesin. Biz kullarını bir nefes bile Yüce Zât’ından gâfil kılmasın! Günleri­mizi ve gecelerimizi zikrullâhın feyz ve rûhâniyetiyle doldursun!

Âmîn…

Dipnotlar:  1. Bkz. Tirmizî, Zühd, 13. 2. Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut 1995, XXII, 22; Kurtubî, XIV, 197. 3. Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58.