Zaman ve İlim Nimetleriyle; ÖMRÜN VE HAYATIN TEFEKKÜRÜ -2-

Ebedî Fecre

Yıl: 2013 Ay: Şubat Sayı: 96

KALP KIVÂMI NİSBETİNDE…

İlk emir «اِقْرَأْ/Oku!»dur.

Cenâb-ı Hak, «اِقْرَأْ/ Oku!» emriyle insana hangi şeyi tahsil ve tefekkür edeceği, bu tahsil ve tefekkür ile de idrak ve şuurunu nasıl tekâmül ettirebileceği hususunda birbirini şerh eden üç kitap lutfetmiştir:

• Kendi iç âlemi,

• Zerreden kürreye, hâdisat ve vâkıalarıyla kâinat ve;

• En büyük ilâhî lütuflardan biri olan Kur’ân-ı Kerim…

Mü’min kul; kendi iç âlemini tekâmül ettirme neticesinde hiçliğini idrâk edecek, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını tefekkür edecek;

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ / Nefsini bilen Allâh’ı bilir.” sırrından hisse alacak, ilâhî tecellîlerden nasibdar olacak.

Bu cihan, ilâhî bir dershâne. Bu dershâne kitabının sayfalarını, yani hikmetler ve sırları gönül gözüyle okuyacak. Tezâhür eden ibretler ve hikmetler karşısında geniş bir duygu derinliğine sahip olacak. Bu kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının fiildeki tecellîsidir.

Kâinat, Kur’ân-ı Kerim mûcizesinin bir nevî mufassal tefsîri demektir. Yani Kur’ân-ı Kerim, kelimelerden oluşan bir cihan; kâinât ise kelimeleri olmayan bir Kur’ân’dır. Kâinat da türlü yaratılış âyetleriyle, sır ve hikmetlerle donatılmış kudret ve esrar yazılı bir kitap gibi ibret nazarlarına sunulmuştur. Şair der ki:

Bin ders-i maârif okunur her varakında,

Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem.

“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin binlerce dersi okunur. Yâ Rabbî! Şu kâinat mektebi, tefekkür deryasına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir.”

Sâdî Şîrâzî de der ki:

“Ârif gönüller için ağaçlardaki bir tek yaprak dahî bir mârifetullah dîvânıdır. Gafiller için ise bütün ağaçlar, tek bir yaprak bile değildir.”

Bir başka şair de bu hakikati şöyle ifade der:

Bir kitâbullâh-ı âzamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar…

“Kâinat baştan başa Allâh’ın en büyük kitabıdır. Bu büyük kitabın hangi harfini okusan, mânâsının hep Allah olduğunu görürsün. Kâinâtın hangi zerresi üzerinde tefekkür etsen, seni Allâh’a ulaştırır.”

Kur’ân-ı Kerim ise, kâinâtın ve insanın yaratılış gayesini kavramayı sağlar. Kundak ile kefen arasındaki hayatı tanzim eder. İnsanı, dünyada vicdan huzûruna, âhirette ise ebedî saâdete hazırlayan kanun ve kaideler manzûmesidir.

Kur’ân-ı Kerim; beşerin kıyâmete kadar taşıyabileceği kemâlâtı, hakikati ve esrârı ihtivâ eder. Bu bakımdan, taklîdi asla mümkün olmayan eşsiz bir mûcizedir. Nitekim En‘âm Sûresi 59. âyette buyurulur:

“…Yaş ve kuru ne varsa, apaçık Kitap’tadır.”

Diğer bir ifade ile Kur’ân-ı Kerim, kelâm sûretine bürünmüş bir kâinat demektir. İnsan ise bu iki tecellînin özü, zübdesi ve tohumu mesâbesindedir.

Ancak, bu hidâyet kitaplarından istifade için; selîm bir kalp, pâk bir gönül zarûrîdir. Zira aynı rahlenin başına oturan, aynı âyetleri okuyan her insan; ancak kalbine aldırabildiği mesafe nisbetinde o âyetlerden istifade edebilir.

Kâinat ve hâdisâtın kalp aynasında temâşâsında da aynı idrak ve şuur farkı görülür. Çünkü kalp aynasının günah ve haram paslarından ne derecede arınmış; îman, takvâ ve ihlâs cilâlarıyla ne kadar mücellâ hâle gelmiş olduğu; elbette ki, ondaki tecellîlere aksedecektir.

Hazret-i Mevlânâ’nın misâliyle;

Tarihteki mâmur Bağdat şehrine, bereketli Dicle etrafındaki ilâhî güzellikler ve muhteşem mâmur kâşânelerle dolu şehre, bir insan girdiğinde; hayranlıkla neler neler temâşâ ve tefekkür eder. Aynı şehre gelen bir sığır ise, ancak yiyeceği samanları görür.

Kalbin, kendisine sunulmuş kitapları okuyabilecek kıvâmı elde etmesi için en önemli ilâç ve tedâvi:

HELÂL GIDA…

Kalbin gafletten kurtulup, her şeyde Hakk’ın mührünü görebilmesi için; vücuda giren gıdalar çok büyük ehemmiyet arz etmekte…

Diğer mahlûkat kendilerine ait her sofradan yiyebilirken; Cenâb-ı Hak, mü’mine helâl sofra şartı koşmuştur.

Çünkü helâlde rûha bir zindelik ve ferahlık, haram ve şüphelide ise kasvet ve hantallık vardır…

Sıhhatli bir şekilde beslenmek; maddî vücudun dinçliği için ne kadar lüzumluysa, mânevî âzâlarımızın istikameti için de o kadar lüzumludur. Bu mânâda helâllerde de; haddi aşmamak, lüks ve israfa düşmemek, riyâzâta tâbî olmak gerekir. Oruç ibâdeti ve Ramazân-ı şeriflerin bir hikmeti de budur.

Haramdan kaçma ve helâli arama yolunda, haklara riâyet de mühim bir yere sahiptir. Engin bir gönül ufku için, kulun merhametli, rakîk olması lâzımdır.

Mü’min, hayvanat üzerinde de tefekkür edecek.

Onlar da bizim için yaratıldı. Onlar; Cenâb-ı Hakk’ın el-Bârî -azze ve celle- ve el-Musavvir -celle celâlühû- isimlerinin tecellîleri… Mü’min, onlara da şefkat ve merhamet hisleriyle muâmele edecek. Böylece, kalbin ufukları açılmaya başlayacak…

İbâdetler de ayrı bir vecd ile îfâ edildiğinde, kalbin tahassüs ve tefekkürü derinleşir. Bu derinlikle ibâdetlerin hedeflerini hatırlayalım:

HAKK’A YAKLAŞTIRAN BİR NAMAZ…

Namaz, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve zikir… O’na sığınma, duâ ve niyaz… Maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızın Cenâb-ı Hakk’a arzı… Kelâmullâh’ı tilâvet… Habîbullâh’a selâm ve salevat… Kıyam, rükû, sücud, kuûd… Zamandan ve bedenden infak… İbâdetlerin özü…

Mirzâ Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri’nin ifade ettiği üzere;

“Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namaz, bütün keyfiyetleri kendisinde toplamıştır. O, Kur’ân-ı Kerim tilâveti, tesbîhât, salevât-ı şerîfe ve istiğfar gibi zikirlerin nurlarını ihtivâ eder. Eğer namazın edepleri, hakkıyla yerine getirilirse; «asr-ı saâdet»in hâllerine benzeyen en sağlam ve doğru hâller namazda hâsıl olur.”

Namaz; «Secde et ve yaklaş!»(el-Alak, 19) buyuran, kuluyla beraberlik isteyen Cenâb-ı Hak ile mülâkat…

Bedenin Kâbe’ye döndüğü gibi, kalbin kıblesinin de Cenâb-ı Hak olduğu, tam bir ihlâs, teslîmiyet ve yöneliş hâlinde, kalp ve beden âhenginde bir namaz…

وَاَقِمِ الصَّلٰوةَ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ

“Namazı kıl. Muhakkak ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”(el-Ankebût, 45)âyet-i kerîmesinin şümûlüne giren, kula mânevî bir zırh ve mahfaza olan bir namaz… Gaflet, devamsızlık, tesirsizlik ve riyâ sebebiyle; «Yazıklar olsun!» dedirmeyen, cehennemden kurtuluşa vesile olan bir namaz…

Hem fıkhına hem rûhuna son derece ihtimam gösterilen bir namaz… Muhtevâsından, müddetinden, erkânından çalınmamış; baştan savılmamış, bir köşeye sıkıştırılmamış bir namaz…

Dînin kubbesini ayakta tutan sütunlar hâlinde, sapasağlam ve dosdoğru ikāme edilmiş bir namaz… Farzları; vaktinde, camide ve cemaatle kat kat kanatlandırılmış bir namaz…

Seherde, fecirde, işrakta, kuşlukta, öğlende, ikindide, akşamda, yatsıda, bayramda, sevinçte, şükürde, cenâzede, üzüntüde, korkuda, hâcette, istekte, istihârede kısacası her vesileyle, her zaman namaz…

Nice sahâbî ve Hak dostlarının yaşayarak gösterdiği üzere; bir ok gelip saplansa, yerinden kıpırdamayacak, sesini çıkarmayacak bir havf ve haşyet hâlinde bir namaz…

Ömrün son yalvarış fırsatı, vedâ eden bir kimsenin yakarışı; rikkat ve derinliğinde bir namaz…

Tazarrû, tevâzu ve tezellül içinde bir niyaz… Göğsünden bir tencere kaynarcasına ağlayarak, mübârek ayakları şişinceye kadar kıyam hâlinde duran, namaz vakti gelince kendisini kaplayan heyecan ve huşû ile etrafındaki insanları tanımaz hâle gelen Fahr-i Kâinât Efendimiz’in namazından hisse alabilmiş bir namaz…

Beş vakit farz ve nice nâfileyle rûhânîleşen bedeni, gıda ihtiyacını muayyen vakitlerde daraltma vesilesiyle de terbiye etmenin adı: Oruç…

TAKVÂYA ERDİREN BİR ORUÇ…

Farz kılınışının hikmetini beyân eden âyet-i kerîmenin ifadesiyle;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ «takvâya ermeye, müttakî olmaya, nefsin fenalık ve musîbetlerinden korunmaya ve bunların âkıbeti olan ateş azâbından sakınmaya»sevk eden bir oruç… Sadece ağızdan girenlerde değil, ağızdan çıkanlarda da; gözün, kulağın ve bütün âzâların faaliyetlerinde de ittikāyı, takvâlı bir hayatı yaşatan ve hayata yayan bir oruç…

Şerre, öfkeye, çekişmeye karşı mânevî bir kalkan hâline gelen bir oruç… Bedenî açlıktan öteye geçen; rûhu, rûhânî lezzetlerle doyuran bir oruç… Sebep olduğu ağız kokusu Cenâb-ı Hakk’a en sevimli râyiha olan bir oruç…

Merhamet ve şefkat istîdâdımızı inkişâf ettiren, Allâh’ın kullarına olan rikkat ve merhametimizi artıran; bize, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm esmâsından nasipler bahşeden bir oruç…

Helâllerde de riyâzat hâlinde yaşamayı talim eden, nefse kifâyet miktarını sarf edip, artanı, hissiyatına ortak olunan açlara, muhtaçlara sevk etmeyi emreden bir oruç…

Sıhhat ve afiyete şükrü öğreten, bedenin zekâtı bir oruç… Rızâ-yı ilâhîye ulaştıran; sevâbı, Hak ile kul arasında bereketli bir sırra dönüşen bir oruç…

Böylece, merhamet ve infak gelişir; zekât da başka bir zekât olur;

FEDÂKÂRLIĞI YAŞATAN ZEKÂT, SADAKA ve İNFAKLAR

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَیْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهٖ۪ عَل۪ٖيمٌ

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğ(in kemâline, fazîlet)e eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.”(Âl-i İmrân, 92)âyet-i kerîmesi mûcibince, nefsin arzu ettiği, en sevdiği şeylerden ferâgat edilerek, candan koparılarak verilen bir infak…

Riyâdan, minnet / başa kakma ve ezâdan kurtulmuş bir şekilde;

يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ “…Sadakaları Allah alır…”(et-Tevbe, 104) âyet-i kerîmesinin şuurunda, O’ndan geleni O’na verebilmek…

Kul, kendisine lutfedilen nimetler konusunda dâimâ düşünmelidir:

“Rabbim bana bu nimeti lutfetti. Şu kardeşlerime ise vermedi. O hâlde, onları bana zimmetledi. Onların eksiğini, benim telâfi etmemi emretti.” Bu tefekkür neticesinde; kul, infâk edecek. İnfâkın neticesinde merhameti daha da kavîleşecek, daha da rakikleşecek. Zaten merhametin tarifi:

Kişinin; kendisinde bulunan bir nimeti; ondan mahrum olana, kendisinde bulunmayana vermesi…

Vergi ödüyormuşçasına asgarî hudutlarda boğulmadan; Allâh’ın verdiği nimetleri, Allâh’ın kullarıyla cömertçe paylaşmak.

Mülkün; ne toplumun ne de fertlerin, yalnızca Allâh’ın olduğu, kulun ise bu mülkte O’nun koyduğu kāidelerle tasarruf etmekle mükellef olduğu hakikatlerinin idrâki içerisinde… İsraftan ve cimrilikten uzak bir hayattan arta kalanı infak…

Bu şuurla, ümmetle bir araya gelip; Hakk’ın evini ziyaret etmenin adı hac;

ZARÂFET KAZANDIRAN BİR HAC

Gayr-ı ahlâkî söz ve davranışlardan, günah ve isyan fiillerinden uzak, mü’min kardeşiyle hiç didişmeden, incinmeden, incitmeden bir hac.

Âyetteki tâlimâtıyla:

• Günah sayılacak her davranış yasak.

• Ailevî helâllerde bile riyâzat hâli.

• Lâubâlî hareketler yok.

• Münakaşa ve mücadele yasak. (el-Bakara, 197)

Yani; ömre yayılmış bir hac…

Kefen ikliminde yaşanacak bir hayat terbiyesi. Efendimiz’in buyurduğu üzere;

“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Hayatın bütün med-cezirlerinde yegâne ölçü…

Hazret-i İbrahim’den Fahr-i Kâinât Efendimiz’e, peygamberân-ı izamdan, ashâb-ı kirâma o mübârek topraklarda ayak izleri bulunan müstesnâ şahsiyetlerin; şiarlarını, hasletlerini ve rûhânî iklimlerini gözlerin önünden bir an olsun ayırmayan bir hac…

Basit bir yaprağın dahî bizden emîn olduğu, insanî vasfın zirveleştiği; nezâketin, zarâfetin, inceliğin, duyarlılığın, derinliğin arttığı ve son nefese kadar korunduğu bir hac…

Şeytanı, sadece sözle değil; fiillerle taşlama, hayatımızdan kovma, çıkarma ve onun vesveselerinden, iğvâlarından Hakk’a sığınmayı talim eden bir hac…

Hakikî bilenlerin evsâfı içinde âyet-i kerîmede zikrolunan;

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ

“…âhiret endişesi yaşamak ve Rabbinin rahmetini umut ve niyaz hâlinde olmak…”(ez-Zümer, 9)şuurunda, arefe gününden ve Arafat meydanından bütün zaman ve mekânlara yayılmış bir af yakarışı, bir istiğfâr ömrü… Kıyâmete doğru yol alırken; kefen ikliminde bir ömür Arafat vakfesi…

Böylece, her biri ayrı ve zarûrî birer gıda olan ibâdetlerle; mü’minde merhamet, rikkat, sabır gibi ahlâkî hasletler tecellî edecek… Bunun neticesinde;

اَلْمَرْءُمَعَمَنْاَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”(Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfi fehvâsınca ahlâkımızı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benzetme gayretinde olacağız…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Ahlâkı da Kur’ân-ı Kerim’de muazzam bir zirve olarak tebrik ve tescil edilmiştir. O’nun güzel ahlâkını, düşmanları dahî itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır. Böyle olduğu hâlde, Efendimiz;

اَللّٰهُمَّ حَسَّنْتَ خَلْق۪ى فَحَسِّنْ خُلُق۪ى

“Allâh’ım! Yaratılışımı güzel kıldın, ahlâkımı da güzelleştir!”diye duâ ederdi. (İbn-i Hibbân, Sahîh, III, 239, Hadis no: 959)

Efendimiz; hayırlara ve fazîletlere doymayan derya enginliğindeki gönlüyle, bizlere de örnek olmakta, hiçbir şekilde, kendimizi, hâlimizi kâfî bulmayarak dâimâ, ibâdetlerimizin kıvâmını artırma, ahlâkımızı güzelleştirme yolunda son nefese kadar, gayret içinde olmamızı işaret etmektedir.

Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın emri;

RABBİMİZ’İN BİZDEN ARZUSU

Bizleri yaratan Rabbimiz, bize hikmetlerle dolu bir kulluk programı belirledi. Ömür, bu programın süresi ve sermayesi… İlim, idrak, tefekkür; vasıtaları…

Bizden istenen; sâlim ve faydalı, derin tefekkürüyle; vecd ve huzur dolu ibâdetiyle; adâlet ve zarâfet dolu muâmelâtıyla; güzel ahlâkıyla; Hakk’a yönelmiş kalbiyle; şeytan vesveselerinden korunmuş zihniyle; kimseye diken batırmayan eli ve diliyle; çiçeklerden daha zarif tebessüm eden yüzüyle; yanlışa adım atmayan ayağıyla; zikreden her zerresi ve nefesiyle… hâsılı her şeyiyle güzel bir kul olabilmemizdir.

Cenâb-ı Hak; önce kulunun, verdiği ömür sermayesini kullanarak bu kıvâmı elde etmesini arzu ediyor. Daha sonra da bu hasletlerle kuşanmış kulunu cennete davet ediyor. Dârusselâm’a, selâmet yurduna çağırıyor.

Âdetâ cennete giriş pasaportunda bulunması gereken sertifikalar hükmündeki bu hasletleri kısa kısa zikredelim:

KÂMİL BİR MÜ’MİNİN VASIFLARI:

1) Merhamet: Merhamet, insanlığımızın bu âlemdeki en mûtenâ cevheridir ki bizi kalben Hakk’ın vuslatına erdirir.

Şöyle ki;

Cenâb-ı Hak, bize Zâtını en çok Rahmân ve Rahîm esmâsıyla tavsif etti. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet, merhamet ve sabır gibi cemâlî vasıflarıyla mücehhez olan bir mü’min; muvaffakiyeti nisbetinde Cenâb-ı Hak ile kalben buluşmak mazhariyetine nâil olur.

Merhametli mü’min; cömert, mütevâzı, hizmet ehli ve aynı zamanda ruhlara hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur.

Mü’min; karanlık bir gecenin mehtabı gibi nurlu, derin, hassas, rakîk, diğergâm, cömert, merhamet ve şefkat sahibi ve infak heyecanı içinde olmalıdır. Merhamet, bir müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateştir.

Merhameti zıddıyla tarif edersek; acımasızlıktan, vicdan kuruluğundan ve kalpsizlikten kurtuluştur…

2) Tevâzu: «Hiç»likten geldiğimizin itirafı. Sahip olduğumuz her şeyin emânet lütuflardan ibaret olduğunun idrâki…

“İbâdu’r-Rahmân (yani Rahmân’ın rahmetinin tecellî ettiği has kulları) yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkān, 63) âyetinden hisse alarak; hiçlik şuur ve idrâkinin; davranışlarımıza, yürüyüşümüze, nazarlarımıza, tavırlarımıza sinmesi…

Tevâzu; Cenâb-ı Hakk’a dost olmanın önündeki en büyük mânilerden biri olan kibirden kurtuluş… Böylece kendi kusurlarını görüp düzeltmeye yöneliş…

3) Cömertlik: Cömertlik; elde var olanı, ondan mahrum olana ikram etmek. Ekremü’l-ekremîn yani sonsuz cömert olan Rabbimiz’in ve rüzgârlar kadar cömert olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yolunda olmak…

Merhametin mahsulü olan cömertlik, Rabbimiz’in bize ittibâ etmemizi emrettiği ashâbın da fârik vasfı.

Cömertlik; insanlık ayıbı olan, fârik vasfı korkaklık olan cimrilikten halâs bulmak…

Yine cömertlik; imkânları, bencil ve müsrif şekilde kendimize sarf etmekten kurtulup, başkalarına aksettirebilme olgunluğuna erişmektir. Aksi hâlde insan, aşağılık duygusunu bastırabilme ameliyesinden ibaret olan israf ve gösteriş bataklığında boğulur.

4) Fedâkârlık: Muhabbetin en bâriz alâmeti. Çünkü bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlıkla ölçülür. O hâlde Allâh’a ve dînine muhabbet besleyen mü’minlerin; Allah yolunda sevdikleri şeylerden ferâgat ve fedâkârlıklarda bulunmaları, karşılaşabilecekleri meşakkatlere de gönüllü olarak tahammül etmeleri elzemdir.

Unutmamalıdır ki, bir kulun sergileyebileceği en büyük fedâkârlık dahî, karşılığında Rabbinden alacağı nimetler karşısında bir hiçtir.

Fedâkârlık; candan, maldan, rahattan, uykudan nefsin sevdiği ve sarıldığı her şeyden gösterilir.

Fedâkârlık; nefsin hırslı cimriliğinden, bencilliğinden kurtuluştur.

5) İhlâs ve Samimiyet: Allah katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir.

İhlâs ve samimiyet; Hazret-i Mevlânâ’nın;

“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” şeklindeki hikmetli tavsiyesinin muhtevâsında, iç ve dışı, niyet ve ameli, îman ve yaşayışı aynı istikamette birleştirme gayretidir.

İhlâs ve samimiyet; her hususta niyete, öze, bâtına dikkat ve ihtimam gösterip; riyâdan, nifaktan, zâhire, kabuk ve şekle takılmaktan kurtuluş demektir…

6) İffet ve Hayâ: İffet, nefsi her türlü şehvetlerden ve süflî arzulardan muhafaza etmektir. İnsanı diğer mahlûkattan ayıran en mühim vasıf. Kurtuluşa eren mü’minlerin en mühim hasleti… Elin, dilin, gözün, bedenin; edep üzere, insanlık haysiyet ve şerefi üzere yaşaması…

İffetin kaybedilmesi; insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkātın durumuna düşmek demektir. Toplumun, cam kırıklarıyla dolmasıdır.

Îmandan bir şûbe olan hayâ ise; kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak, tavır ve davranışlarda ölçülü olmak, herhangi bir işte haddi aşmamaktır. Hayâ duygusu; bütün hayırların temeli, her türlü kötülük ve çirkinliğin zıddıdır.

7) Sadâkat ve Ahde Vefâ: Müslümanın başta gelen vasıfları sadâkat ve ahde vefâdır. Zira;

“Emâneti / güvenilirliği olmayanın, îmânı yoktur!”(Ahmed, III, 135)

Doğruluk, şahsiyetin dost ve düşman tarafından tescil edilmesidir. Hazret-i Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, peygamberliğini tebliğe başlamadan önce de el-Emîn olarak doğruluğunu, sadâkatini, güvenilirliğini herkese tescil ettirmişti.

Sıdk ve emânete sahip olmak, peygamberlerle beraberliktir… Zıddı olan yalan ve sadâkatsizlik ise, küfür ve nifak ehlinin alâmetlerindendir.

8) Affedicilik: İnsanların hatalarını affetmek ve kusurlarını örtmek, hem zor hem de son derece mühim bir vasıf. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işaret eder. Cenâb-ı Hak sorar:

“Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?”(en-Nûr, 22)

Bizim de Allâh’ın affına muhtaç olduğumuzu düşünerek, affede affede ilâhî affa nâil olma hassâsiyeti…

Affedicilik; kalbin lüzumsuz nefret ve intikam duygularından ve nâhak gazaptan kurtulmasıdır.

9) Adâlet: Mülkün temeli olan adâlet; mü’min ferdin de, müslümanların teşkil ettiği cemiyetin de tesis etmesi, ayakta tutması gereken haslet… Hakkın tevzî edilmesi, her türlü zulmün ve haksızlığın bertarâf edilmesi…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendine izâfe ederek ümmetine şu husûsiyet üzere olmalarını tebliğ etmiştir:

“Ashâbım! Kimin malını farkında olmadan almış isem; işte malım, gelsin alsın!.. Kimin sırtına haksız yere vurduysam; işte sırtım, gelsin vursun!..”(Bkz. Ahmed, III, 400)

10) Hilim ve Müsâmaha: Merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin en tabiî neticesi… Girdiği her şeyi güzelleştiren, beşerî münasebetlerde, bilhassa terbiye ve tebliğde çok mühim bir esas. Cenâb-ı Hakk’ın emri ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesi. Olgunluğun, firâset ve basîretin îcâbı…

اَلَّذٖ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِى السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمٖ۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَافٖ۪ينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنٖ۪ينَ

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”(Âl-i İmrân, 134) âyet-i kerîmesinin şümûlüne girerek, ilâhî muhabbete erebilme sanatı…

Zıddı ile tarif edersek; katılıktan, tahammülsüzlükten, nefret ettirici tavırlardan âzâde olmak.

11) Nezâket: Kimseyi incitmemek… Çiçeklerden daha zarif olmak. Çünkü, insan, eşref-i mahlûkat; yani yaratılmışların en şereflisi ve mükemmeli. Onun kalbi de nazargâh-ı ilâhî. Bu durumda, insanın hatırını veya kalbini kırmanın ne derece ağır bir cürüm olduğu âşikârdır.

Müslüman, hassas ve rakîk bir gönle sahip olmalı ve kimseyi incitmemelidir. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tarif ettiği ve sevdiği mü’min, herkesle ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir gönül insanıdır.

Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,

Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise…

Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,

İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise…

Kâinattaki çiçeklere baktığımız zaman; hepsinin rengi, şekli ve kokusu ayrı ayrıdır. Her birinden daha üstün yaratılan insanın elbette; güllerden, sümbüllerden daha zarif, daha nâzik olması lâzımdır.

İnsanın önündeki ilâhî tablolar, insana zarâfet ve nezâketi telkin eden aynalar gibidir…

Kulun; bu hasletleri, bilhassa insanlık ve kulluk zarâfetini elde edebilmesi için, kâinat dershânesinde her şeyi Yaratan Rabbinin ismiyle okuyabilecek kalp rikkatine erişmesi gerekir.

Böylece ibâdet ve muâmelâtın, Allâh’a kulluk ile ahlâkın iç içeliği; birbirini besleyen, tamir eden, ıslah eden, terakkî ettiren husûsiyetleri anlaşılmış olur. Hakkıyla edâ edilen ibâdetler; insanın bütün davranışlarına, bu zarif hasletleri kazandırır. Bu hasletleri, şuurla yaşamak da ibâdetin kıvam ve huşûunu artırır. Kalp rakikleşir; göz, kalbin gözü olur. Kulak, kalbin kulağı olur. Kâinattaki her ses, her manzara; kalbe derin bir sır ve hikmet malzemesi olur. Bu tefekkür de, istikamet olarak bütün âzâlara ve bütün davranışlara yansır.

Ömür; işte o zaman, ebediyet sermayesi olur.

İlim; işte o zaman, faydalı bir ilim olur.

İbâdet; işte o zaman, kötülükten korur, derin idraklere kapı aralar.

Ahlâk; işte o zaman, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ahlâkına benzemekte mesafe alır.

İnsan; bu merhaleleri gerçekleştirebildiği ölçüde, hakikî bir mü’min ve kâmil bir insan hâline gelebilir.

Rabbimiz; bizleri bu dereceye muvaffak kıldığı, bahtiyar kullarından eylesin.

Rabbimiz, bizleri; hayatını helâl üzerine binâ eden, ibâdetlerini zâhir ve bâtın ölçülerinde edâ eden ve şahsiyetini bu mükemmel hasletlerle tezyîn edebilen, bu vesile ile rahmet-i ilâhiyyeye mazhar olarak, cennete kabul edilen hakikî mü’minlerden eylesin…

Rabbimiz; cemâlî sıfatlarıyla muttasıf olarak, Zâtıyla ve Rasûl-i Zîşânı’yla kalbî beraberliğe erişebilen bahtiyar kulları zümresine bizleri de ilhâk eylesin.

Âmîn!..