«Yüzakı» Hakkında Mülâkat

Yüzakı Dergisi, Mülâkat -1-

Yıl: 2018 Ay: Şubat Sayı: 156

BİR KUR’AN ve İRFAN MEKTEBİ

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Yüzakı Dergimiz, sizin eseriniz. Şu an 156’ncı sayımızdayız. Elhamdülillâh, isminden muhtevâsına kadar rehberliğiniz var. Bizlere, Yüzakı hakkında neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Allâh’ın lutfuyla Yüzakı’mız, İslâmî neşriyâtımızda adı gibi yüz akı bir yere sahip.

Yüzakı’mız, elhamdülillâh, rûha ayrı bir ferahlık veriyor. Gönüllere inşirah verici bir edebî akışla büyük bir vazife gerçekleştiriyor. 14 senedir şevkle devam eden bu gayret, bir âhiret sermâyesi.

Yüzakı’mızın güzel bir farkı, yüce hakikatleri dile getirme uğrunda en güzel sözleri arz etmek için koştururken bunu en güzel özleri yetiştirmek husûsunda da sergiliyor.

Elhamdülillâh, bunun neticesinde en güzel sözlerle yoğrulan en güzel özlerin yetiştiği bir nesil geliyor arkadan.

Yüzakı’mız; 14 yıl önce Bağlarbaşı’nda küçük bir yerde mütevâzı bir çalışma olarak başladı. Cenâb-ı Hak bereket ihsân etti, büyük inkişaflar oldu elhamdülillâh. Allâh’ın lutfuyla daha da inkişâf edecek inşâallah.

Hâsılı şükür vesilesi olarak ifade edelim ki; Yüzakı’mız; hem neşriyâtıyla, hem de güzîde hocaları ve «Âsım’ın nesli» kıvâmında ehl-i Kur’ân talebeleriyle, âdetâ bir îman ve irfan mektebi oldu elhamdülillâh. Nezih bir tasavvuf neşvesiyle yeşermiş bir edep mektebi.

O mektepte neşredilen bütün İslâmî eserler, hiç şüphesiz hem hâle hem istikbâle gönderilen mektuplardır.

Çünkü bu edep mektebinde, en mühim husus, Kur’ânî hakikatlerin beyân edilmesi ve öğretilmesidir. Kur’ânî hikmetlerin hem satırlarda hem de gönüllerde sergilenmesidir.

 Yüzakı:

Muhterem Efendim! Mü’min bir toplumun akıl ve gönül dergâhını îman ve Kur’ân ile ihyâ ve inşâ etmek bakımından neşriyâtın ehemmiyeti mâlûm. Fakat bu husus, herkes tarafından gerektiği kadar idrâk ediliyor mu? Hakkıyla idrâk için nasıl bir bakış açısı lâzım?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Hepimiz görüyoruz:

Karşımızda globalleşen bir dünya var. Biz de o dünyanın tam ortasında yaşıyoruz. İnternet ve televizyon, kıtalardan kıtalara, şehirlerden köylere, en ücrâ köşelere kadar ulaşıyor. Dünyanın bir ucunda yaşayan bir insan dahî, internet ve televizyonda kendisine sunulan âlemin içine giriyor. O kişinin ahlâkı, seyrettiği televizyonun ahlâkı oluyor. O kişinin karakteri, takip ettiği internetin karakteri oluyor. O kişinin fikir dünyası da okuduğu kitapların ve dergilerin fikriyâtı oluyor.

Bu sebeple;

Tebliğ vasıtası olan İslâmî eserleri ve neşriyâtı ön plâna almak, selâmetimiz için zarûrîdir. Hâl-i hazırdaki gençliğimize ve istikbaldeki gençliğimize; İslâm’ın muhtevâsını, hayat nizâmını ve dünya görüşünü her türlü vasıta ile tâlim ve tebliğ etmemiz gerekmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de 11 yerde «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker / iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak» mevzuuna temas edilmektedir.

Âl-i İmrân Sûresi’nin 110’uncu âyet-i kerîmesi bu âyetlerden biridir. Rabbimiz bize bir vazife tevdî ederek şöyle buyurmaktadır:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

Evvelâ mü’min, kendisini inşâ edecek. Kendisi «hayırlı bir insan» bir «rahmet insanı» olacak. Dînin bir temsilcisi olacak. İslâm’ın şahsiyet ve karakterini sergileyerek, «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker»de bulunacak.

Sahâbe sözde değil, özde ve fiilde sahâbeydi. Hâlleri ve davranışlarıyla îmanlarını ortaya koyuyorlardı. Cenâb-ı Hak da bizlere; «Onlara tâbi olan ihsan sahipleri» yani ashab gibi olmamızı emrediyor. (Bkz. et-Tevbe, 100)

İşte bizleri bu kıvâma ulaştıracak gayret ve vazifelerin gerçekleştirilmesinde en yaygın vasıta; gönül sohbetleri ve o sohbetlere kaynak olan dergiler, kitaplar, yazılı, sesli, görüntülü yayınlar, yani neşriyattır.

Bunlar da emr-i bi’l-mârûfu gerçekleştirme vasıtalarıdır. Bu gayretlerin içerisinde bulunan, bu neşriyâtı hazırlayan, teknik olarak hizmet eden, abone olan, yayılmasına hizmet eden ve temsilcilik yapan herkes bu hizmetin içindedir. Bu dâvânın içindedir. Hâl ve istikbaldeki muhataplarına bu tebliğ mektuplarının ulaşmasında emeği geçen herkes, Allâh’ın izniyle sonsuz ecir ve mükâfatlardan nice nasipler alır.

Birisi meselâ Yüzakı Mecmûamız’dan bir spot okusa, bir makale okusa da istifade etse, bu fayda, emeği geçen herkes için çok büyük bir nimet ve ecirdir.

Efendimiz buyuruyor:

اَلدَّالُّ عَلَى الْخَيْرِ كَفَاعِلِه۪

“Hayra vesile olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)

Her türlü hizmete vesile olan, vesile olduğu kadar ecre nâil olur.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Bahsettiğiniz çerçevede hizmet veren mecmûalarımız ve neşrettikleri İslâmî eserler, elhamdülillâh sizin istişârelerinizle hayli zenginleşti. Bu durum karşısında, hayat yoğunluğundan dolayı acaba hangisini okusak, hangisini okumasak diye düşünülebiliyor. Ne dersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Her derginin fonksiyonu ayrıdır. Her dergi kendisine göre, üslûbuna göre kitlelere hitâb eder.

Biz; Kur’ân ve Sünnet muhtevâsında olmak şartıyla, neşredilen bütün mecmûaları takdir ederiz. «Allah hepsinden râzı olsun, hepsine hayırlı hizmet ömürleri versin!» diye duâ ederiz. Doğru tavır budur.

Buna göre; «Acaba hangisini okusak, hangisini okumasak!» diye bir değerlendirme yersizdir. Çünkü bunun ardından yanlış kıyaslar devreye girer, bu da fitneye sebep olur Allah korusun.

İslâmî şuur ile başkalarını uyardığımız mevzuları kendimiz hakkında da tenbihkâr olup unutmamalı ki:

Îman kardeşleri arasında en kötü şey fitnedir. Çünkü âyetlerde;

“Fitne, (kötülük itibarıyla) adam öldürmekten daha şiddetli (bir günah), daha büyük (bir suçtur)!” (el-Bakara, 191, 217) buyurulmuştur.

Bilmeli ki;

Her mecmûayı neşreden topluluk, kendi istîdâdına göre çıkarır. Kitap ve Sünnet muhtevâsında olduğu için, biz hepsini takdir eder, hepsine duâ ederiz. Birbirinden ayrı tutmayız. Bu çerçevede;

Ruhlarımıza ferahlık veren ve şahsiyetli bir neslin yetişme zemini olan Yüzakı Mecmûamız da bizimdir; kezâ yıllardır takdire şâyan hizmetleri ve gayretleri olan Altınoluk Mecmûamız da bizimdir. İkisi de, İslâmî hakikatleri tevzî ediyorlar, gönül dünyalarımıza ikramlarda bulunuyorlar. İkisi de, bir bütünün parçaları. İkisi de ayrı ayrı lüzumlu, ikisi de ayrı ayrı ihtiyaç. Vücudumuzun nasıl muhtelif vitaminlere ihtiyacı varsa, rûhumuzun ve kalbimizin de ihtiyaçları çeşit çeşit. Yani Yüzakı’mız elzem bir vitamindir. Altınoluk’umuz da elzem bir diğer vitamindir. İkisi de, ayrı ayrı ihtiyaç. Biri olmasa olur mu, diyemeyiz.

Ölçümüz şu âyet-i kerîmeler olmalı:

 “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, en müttakî (en çok takvâ sahibi) olanınızdır. Şüphesiz Allah; bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13)

“Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı farklı olması, O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.” (er-Rûm, 22)

“…Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiği husûsiyetlerde sizi denemek için (böyle farklı farklı yaptı). Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! …” (el-Mâide, 48)

Bunun için;

Rûhumuzun; yüce hakikatleri, sır ve hikmetleri ve sohbetleri okumaya ihtiyacı var. Tarih şuuruna ihtiyacı var. Gönülleri aşk ile yoğuran müessir na‘t-ı şerifleri okumaya ve dinlemeye ihtiyacı var. Kezâ yorulan dimağların hikmetli sözlerle, kıssalarla, nüktelerle ve şiirlerle dinlendirilmeye ihtiyacı var. Evlerimizde ailelerimizin, çocuklarımızın gönül dünyasına açılan böyle pencereler mutlaka olmalı.

Elbette siz herkese ulaşıp da söyleyemezsiniz, fakat masanızda duran mecmûa en güzel şekilde konuşur. Siz belki gerektiği gibi anlatamazsınız, fakat hediye edeceğiniz Yüzakı bir kitap en güzel şekilde anlatır. Siz de vesile olmanın sevâbına -biiznillâh- nâil olursunuz.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Kimi sükûtu seçmiş kimi yazmayı. Susanlar mı, yazanlar mı daha kıymetli? «Bazıları sırlar söylenmez!» deyip geçiyor. Hâlbuki emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker söz ile ve öz ile. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Önce şunu görmek lâzım:

Kitap olmasaydı, din olmazdı. Din bahsinde Allâh sükûtu seçmemiş, kelâmı seçmiş bütün insanlık için. Bu itibarla;

Gerçek ehl-i din olan Hak dostları, muhataplarının kabiliyetlerine göre, hakikat ve hikmetleri mecburen lisâna dökmüşlerdir.

Sükût, tefekkür içindir. Tefekkürün bütün zemini de kelimelerdir, kelâmdır yani hakikatle yoğrulan sözlerdir. Cenâb-ı Hak bu bakından;

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyurmakla insanı kelimelerle tefekküre davet etmektedir. Bu mânâda; kelimeler olmasa tefekkür de olmazdı, hikmetlerin kapılarını aralayan bir sükût da olmazdı.

Nitekim Hazret-i Âdem’in yaratılışında; onun meleklerden üstün tarafı, ilâhî isimlere, onlardan daha fazla mazhar oluşudur. Yani yüce hakikatleri idrak ve beyân etme kabiliyetidir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Benim beytim; beyt değil, bir mânâ cihanıdır. Hezlim de hezl değil, te’dîbdir (terbiye etmek maksadıyladır.) Kıssalarım; basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları îzah ve idrâk ettirmek içindir.”

Anlayışlar, istîdatlar ve kabiliyetler her insanda farklı olduğu için zaman zaman Hazret-i Mevlânâ, hezl vadisine de girer. Yani basit gibi görünen kıssalarla; insanın derûnundaki mücadeleyi, nefsânî ve rûhânî temâyüllerin esrârını, inceliklerini ve hassâsiyetlerini değişik tarzda îzâh eder.

Feridüddîn Attâr, Sâdî-i Şîrâzî, Molla Câmî ve Muhammed İkbal gibi zâtlar da benzer meşreptedirler. Onlar; dile getirdikleri temsiller, teşbihler ve kıssalarla hakikatleri ifade ettiler.

Kimisi; Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Es‘ad Erbilî Hazretleri gibi yaşadıkları büyük mânevî hâl ve makamları şiir lisânıyla terennüm ettiler.

Kimisi gece-gündüz yazdı, kimisi gece-gündüz derin sohbetlerle ilâhî sırları dile getirdi. Hiçbiri de susmadı, hattâ bazen sükûtu bile bir lisan yaparak neler neler anlattılar. Tıpkı Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi hikmet dolu gönül sohbetleri ile muhataplarına feyiz ve rûhâniyet naklettiler. Onun şu düsturu pek mânidardır:

«‒Bizim yolumuz sohbetledir.»

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Günümüzde yeni nesillerde teknoloji kaynaklı «okumaya alâka» husûsunda bir zaaf olduğu dile getirilmekte. Bu hususta okumanın ehemmiyeti hakkında neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Evet, maalesef bugün televizyon ve internet gibi görüntülü yayınlar; zihnî melekeleri tembelleştiriyor. İnsan okumakla alacağı bilgiyi, seyrederek alamaz.

Dahası bunlarda seyrettirilen ekseriyâ şeytânî vitrinler oluyor. Bunun kalbe in‘ikâsı da; seyredilen gafillerin ve fâsıkların hâline bürünme, onlar gibi olma neticesini meydana getiriyor.

Haram görüntüler olmasa da bu sefer, mâlâyânî oluyor. Seyredeni oyalamış, meşgul etmiş ve yapması gereken hayırlı faaliyetlerden alıkoymuş oluyor. Hâfızayı yoruyor. Zihnî melekeleri köreltiyor.

Günümüzün ne kadarı, hangi vitrinlerin karşısında geçiyor? Bunun muhasebesini her mü’minin yapması lâzım.

Kaç dakikamız Kur’ân okuyarak geçti; kaç saatimiz televizyon, cep telefonu vb. ekranların karşısında geçti? Hangisi bizim âhiretimiz için bize ne kazandırır?

Bu sebeple, bir mü’minin vakit disiplini kazanması ve «beşikten mezara faydalı ilim» tahsilini düstur edinerek, başta Kur’ân olmak üzere, dâimâ faydalı eserleri okumaya ve dinlemeye zaman tahsis etmesi elzemdir.

Bu televizyon ve cep telefonları bilhassa genç nesillerin yüreğini alıp söküp götürüyor. Bir robot hâline getiriyor. Selde akan kütükler gibi meçhul bir âkıbete sürüklüyor. Bu hâlden kurtarabilmek için Kur’ân kültürünü yaşatan neşriyat şart.

Yüzakı’mız bu vazifeyi yerine getirmeye çalışan bir dergi, gençliğe İslâmî eğitimde rehberlik eden bir dergi, yetiştirici bir dergi, iki kanatlı bir eğitim harmanı, hem dünya hem âhiret, medeniyetimizin aynası bir dergi, lisan olarak da aslî lisânımız kullanılıyor. Bu eserleri nesillerimizle buluşturmak çok mühim…

Mâlûm; lisandaki tahribin hedefi, İslâm’ı tahripti. Bu da, İslâm kültüründen gelen kelimeleri devre dışı etmekle başladı. Yerine uydurukça, nesebi gayr-i sahih kelimeler kondu. Halk, dînini gerçek kaynağına uygun şekilde anlayamaz hâle geldi. Tahripler neticesinde İslâm kültüründe ve fikriyâtında da kargaşalar meydana geldi. Bu itibarla Yüzakı’mız bu hususta İslâm kültüründen kelimeleri yaşatma gayretindedir elhamdülillâh.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Neslin şekillenmesinde tasavvufun irfânî yönü ve bu irfânın ifadesi de çok mühim. Hak dostlarının söz vadisinde en usta kalemler olmasının hikmeti nedir?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Yûnus Emre Hazretleri’nin mısralarıyla cevap verelim:

Okumaktan mânâ ne?

Kişi Hakk’ı bilmektir.

Çün okudun bilmezsin,

Ha bir kuru emektir!

Cenâb-ı Hak da bu şekilde hakikatten uzak gayretler için;

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmış, (boşa) yorulmuşlardır!” (el-Ğâşiye, 3) buyurmaktadır.

Demek ki; sadece zâhirî ilmi bilmek kâfî değildir. Zâhirî ilmi bildikten sonra, yaşanacak takvâ neticesinde ilmin hikmet tarafına âşinâ olmak, hakikî ilim ve irfandır. Bu şekilde hikmet tarafına âşinâ olmak, ilmin şahsiyetlenmesidir. Bu da ilmin; insanın kendi nefsinde tatbikata geçirilmesiyle, yani o ilimle âmil olunmasıyla gerçekleşir.

Gerçek ilim ve irfânın, tasavvufun en güzel nümûnesi, asr-ı saâdettir.

Tasavvuf, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbını yetiştirdiği terbiye ile şekillenmektir.

Şerîatın, îmânın kemâle ermesidir. Kemal sahibi bir îmâna kavuşabilmektir.

İnsanın kendisini inşâ etmesidir. Bunun akabinde kendisinin dışındakilere, muhtaçlara yardımcı olmasıdır. Tasavvufu şöyle tarif etmişlerdir:

Tasavvuf, kötü huyları terk etmek ve güzel ahlâkı benimsemektir.

Tasavvuf, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir. İnsan fıtratında var olan kötülük meyillerini (fücûru) kontrol altına alıp «takvâ» tohumlarını yeşertebilmek için girilen mânevî bir terbiye ve mukaddes bir eğitimdir.

Tasavvuf, «takvâ»ya erebilme sanatıdır.

Tasavvuf, istikamet üzere yaşayabilme dirâyetidir. İstikamet ise; Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde yaşamanın, kalpte en büyük lezzet hâline gelmesidir.

Tasavvuf, rızâ ve teslîmiyettir. Hayatın med-cezirlerine takılmama, değişen şartlar karşısında gönül muvâzenesini/dengesini koruma, her türlü şikâyeti unutup dâimâ Allâh’ın takdîrinden râzı olma olgunluğudur.

Tasavvuf, «Muhabbetullah ve Mârifetullâh»a ulaşarak Allâh’a sâlih bir kul olabilme maharetidir.

Tasavvuf; maddî ve mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş olan mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkāta yönelerek onların noksanlıklarını telâfiye çalışma mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara; şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.

Tasavvuf, kulu hakikî muhabbet ve dostlukla Allâh’a vâsıl eden mukaddes bir yolculuktur.

Tasavvuf; esas hayatın âhiret hayatı olduğu idrâkine ererek, dünyanın gelgeç nefsânî arzularına gönül bağlamaktan kurtulmaktır.

Tasavvuf; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır. Tasavvuf, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zâhirî ve bâtınî tecellîleri, yani «hâl»idir. Onun içindir ki tasavvuf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinden hisse alabilme gayretinden ibarettir.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Tasavvuf sahasında, bazı insanların itiraz ettikleri; «Râbıta ve Tevessül» gibi bazı hususlar var. Bunları açıklar mısınız?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Râbıta, muhabbeti taze tutmaktır. Asla şirke kapı aralamak değildir. Herkes âcizdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in işaret ettiği; cennetle müjdelediği kişiler hâricinde hiç kimsenin, son nefes ve âhiret hususlarında kesinlikle bir teminatı bulunmamaktadır.

«Râbıta»nın en güzel ifadesi; en üst seviyede baktığımız zaman, Rasûlullah Efendimiz ile Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- arasındaki muhabbettir. Bu öyle bir muhabbet idi ki, Ebûbekir Efendimiz, Allah Rasûlü’nün yanında dahî O’na hasretti.

Efendimiz’in irtihâlinden sonra da öyle bir hasret içindeydi ki, Âişe -radıyallâhu anhâ- babasının vefât ânında, Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifade eder:

“Babam Ebûbekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında;

«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.

«–Pazartesi.» dedik.

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)

Unutmamalı ki; bir kelp bile sâlihlerle beraberliğinden ve onlara gönül bağından dolayı Kehf Sûresi’nde Kur’ânî bir ifade kazanmıştır.

Fakat;

Lût -aleyhisselâm-’ın karısı ve Nuh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısının fâsıklarla kalbî bir beraberliğe kapıldıkları için cehennemlik oldukları Tahrîm Sûresi’nde bildirilmektedir.

Gerçek îman; «lâyıkına muhabbet, müstehakkına ise nefret»tir.

İnsanın nabzını çünkü nefret ve muhabbetler yönlendirir. Nefrete en güzel örnek «Tebbet Sûresi»ndeki îkazdır. Ebû Leheb’in putlara olan gönül râbıtası ve kalbî bağı, Peygamber amcası olduğu hâlde onu şirkin girdabında ilâhî azâba dûçâr etmiştir.

Buna mukabil; gönül râbıtasını Hazret-i Peygamber’e bağlayan Bilâl-i Habeşî misâli köleler bile îmanda zirve hâline gelmişlerdir.

Biz de; o rahmet tecellîlerine mazhar olmuş sahâbe gibi Peygamber Efendimiz’le gönül râbıtası hâlinde olabilirsek ve bu istikamette O’nun yolundaki sâlih kulları ile gönül bağımızı sağlam kurarsak, onların emsalsiz şahsiyetleri iç dünyamıza akseder ve aynı yüce karakterden bir nasîbe mazhar oluruz inşâallah. İşte o zaman;

“Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de…” gerçeği zâhir olur.

Aradaki asırlar kalkar, mü’min gönüller o gün yaşıyormuşçasına bir îman vecdine nâil olurlar.

İşte bunun adı râbıtadır.

Bu da, muhabbeti taze tutmakla mümkündür. Daha öteye gidip şirke kapı aralamak «hakikî râbıta»nın muhtevâsında asla yoktur.

Bir de bilgisiz kimseler şöyle avâmî iddialarda bulunuyorlar:

“Benim şeyhim mahşer yerinde benim elimden tutar! Beni bırakmaz. Beni cennete götürür.”

Hâlbuki ifade ettiğimiz prensip sebebiyle; şeyhinin de durumu meçhuldür, mürîdin de durumu meçhuldür.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; şefaat-i uzmâ sahibi olduğu hâlde, kızına ve halasına şöyle buyurmuştur:

“–Ey Rasûlullah Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey (halam) Safiyye! Allah katında makbul ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa benim peygamber olmama güvenmeyin!) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îmân, 348-353)

Velhâsıl, âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere;

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur!” (en-Necm, 39)

İnsan için kendi gayretiyle takvâsı vardır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de 258 yerde takvâyı telkin buyurmaktadır. İnsana gereken, kendisini takvâ disiplinine almasıdır.

Takvâdan ve kulluktan uzak bir hayat yaşayıp da; «Beni şeyhim kurtarır!» beklentisiyle avunmak, gerçek tasavvufun asla kabul etmeyeceği bir gaflet ve nâdanlıktır. Tasavvufu tahriptir. Rabbimiz;

“…Çok kandırıcı (şeytan) sizi Allâh’ın affediciliği ile kandırmasın!” (Lokmân, 33; Fâtır, 5) buyuruyor.

Gaflete dalıp Allâh’ın affına güvenmek bile, «şeytanın kandırmacası» diye tarif edilir iken; nerede kaldı mürşidin kurtarmasına itimat edip gevşeklik göstermek?!.

İşte Kārûn’un misali:

Bulunduğu yüce makama rağmen kalbini dünyaya kaptırıp gönül râbıtasını nefsâniyete sapladı, neticesinde yerin dibine geçti, helâk olup gitti.

Bel‘âm bin Baûra da, duâları kabul bir Hak dostu iken peygamberlerle olan gönül râbıtasını bozarak şer‘î ölçülerin dışına çıktı ve ebedî bir hüsrâna uğradı.

Yüzakı:

Efendim! Hak dostlarının hikmetli nasihatlerini okuduğumuzda görüyoruz ki, hem söz hem mânâ cihetinden çok güçlü.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Hak dostları, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in irşad ve davranış mükemmelliğinin zamanlara yayılmış zirveleridir. Nefsî problemlerini halletmiş, kalben kat kat merhaleler kat etmiş, ilâhî kameranın, yani ilâhî müşâhedenin altında olduklarını kalpte idrak ve şuur hâline getirebilmiş zirve şahsiyetlerdir.

Onlar gönülden söyledikleri için tesir ediyor. Zihinden değil, o sözlerinin terkîbi aynı zamanda yürekten de geliyor. Kalp ve zihin âhengi ile o sözleri ifade ettikleri için muhataplarının da gönlüne ulaşıyor.

Şu kudsî hadîs-i şerifteki sır tecellî ediyor:

“…Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdet­lerle de durmadan yaklaşır; nihayet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdetâ); konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikāk, 38; İbn-i Mâce, Fiten, 16)

Cenâb-ı Hak; Zâtına dost olan kullarına, fânî hayatlarından sonra da kıyâmete kadar mânevî bir ömür veriyor. İnsanlar onlardan müstefîd olmaya devam ediyor. Fânî bedenleriyle yaşadıkları hayattan sonra da âdetâ gönüllerde yaşıyorlar; eserleriyle, kıssalarıyla ruhlara huzur veriyorlar. Ashâb-ı kiramdan başlayarak bütün Hak dostlarında bu husûsiyeti görüyoruz. Onlar gönüllerde devam ediyorlar. Gönüller onların eserleriyle, menkıbeleriyle huzur buluyor. Onların öğütleriyle istikametleniyor.

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın dostlarına dünyadaki lutfudur. Âhirette ise, onları korkudan ve hüzünden emîn kılacağını beyan buyuruyor. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İyi bilin ki, Allâh’ın dostlarına asla korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)

Yüzakı Dergimizde de arzu ve hedefimiz; Hak dostlarının bu samimî nasihatlerini, hayat düsturlarını, hikmetli tavsiyelerini ve ibretlerle dolu menkıbelerini okuyuculara aktarmaktır.

Yüzakı Mecmûamızda; «Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri» serlevhası altında da bunları aktarmaya gayret ediyoruz.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Günümüzde İslâmî eğitimin önünde geçmişteki gibi yasaklar yok. Fakat başka problemler var. Bu hususta neler tavsiye edersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Günümüzde İslâmî tedrîsâtın önünde üç tane fitne var:

  • Birincisi: İctihadları ve mezhebleri lüzumsuz göstererek, herkesi kendi kendisinin müctehidi hâline getirmeye çalışıyorlar. Bu telkinlerin neticesinde herkes, nice câhiller bile; «Bana göre…» diyerek kendi rotasını oluşturmaya kalktı. Bu ise Allah muhafaza dînin zayıflayıp ortadan kalkması demektir.

Hâlbuki mezhebler, sahâbe efendilerimizden itibaren hakkıyla müctehid olan âlimlerin en sahih görüşlerinin bir araya getirildiği fıkıh ekolleridir. Bunlardan birini seçmek zarûrettir. Hepsini birden terk etmeye cevaz yoktur. Çünkü hepsi Kur’ân ve Sünnet’in üzerine binâ edilmiş hükümlerdir.

  • İkincisi: Sünnet-i Seniyye’ye bakışa, şüphe ilkā etmeye çalışıyorlar. Bunu da Kur’ân’ı ön plâna çıkarmak için yapıyormuş gibi bir hileye saparak gerçekleştiriyorlar. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimiz’in mübârek kalbine indirilmiştir. Kur’ân’ın tebliği de, beyânı da, tâlîmi de Efendimiz’e aittir. Kur’ân’ın en salâhiyetli tefsiri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnetidir. Sünnet, Kur’ân’ın tatbikatıdır. Ondan ayrı bir şey değildir. Ondan koparılabilecek bir şey de değildir. Kitap ve Sünnet; İslâm’ın iki ana damarıdır, iki temel delilidir.
  • Üçüncüsü: Kur’ân’ın hükümleri var, Rabbimiz’in bizlere tâlimatları. Bunlardan nefislerine zor gelenleri, emekliye ayırmaya çalışıyorlar. Adına tarihselcilik deniyor. «Bu âyetler o zamanı bağlar.» diyerek Kur’ân’ın hükmünü iptal etmeye kalkışıyorlar. Bu da tıpkı şeytanın Cenâb-ı Hakk’a karşı cidâle girmesi gibidir. Mâlûm; Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’i yarattığında, Meleklere emretti:

“Âdem’e secde edin!”

Bu ibâdet değil, hürmet secdesi idi. İblis; kibirlendi, Âdem’e karşı hasede kapıldı ve secde etmedi. Cenâb-ı Hakk’ın emrine karşı geldi. Niçin secde etmediği sorulunca da;

“–Nefsime uydum. Bağışlanmamı dilerim yâ Rabbî!..” demedi de;

“–Ben ateştenim, Âdem topraktan. Ben ondan daha üstünüm!” gibi mânâsız kıyas ve akıl yürütmelerde bulundu. Hâlbuki Allah Teâlâ, iblise;

“–Sen mi üstünsün, Âdem mi üstün?” diye sormuş değildi. Ona secde etmesini emretmişti.

Böylece; Cenâb-ı Hakk’a karşı ilk cidâli iblis başlatmış oldu. İblis, bu küstahlığı sebebiyle ilâhî huzurdan tard edildi. Ebedî kahra dûçâr oldu. (Bkz. el-A’râf, 12-13; Sâd, 71-78 vb.)

İşte tarihselciliğin çirkin hâli!..

Cenâb-ı Hak; kıyâmete kadar bütün insanlığa, hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetti. Kıyâmete kadar başka peygamber göndermeyecek, başka kitap indirmeyecek. O kitabın içinde; hâşâ mîâdı dolacak bir hüküm olduğunu iddia etmek, Allâh’a çok çirkin bir iftiradır. Sığ akılların sığındığı bir hamâkattir.

Bugün maalesef ilâhiyatın birçok sahasında, bilgi nâmına, ilim nâmına; Caetani (Kaytani), Goldziher ve emsâli İslâm düşmanı oryantalistlerin çürük ve asılsız iddiaları talebelere aktarılmaktadır. Bu da talebenin rûhânî hayatını allak bullak etmektedir. Bunları okutanların da ağır bir mes’ûliyet ve vebal altında olduğunu unutmamak îcâb eder.

Bahsettiğimiz bu üç fitne;

  • Mezhebleri red,
  • Sünneti inkâr ve
  • Ahkâmı iptal…

Bunların çıkması, dînî ilimlere şüpheyle bakışı artırmakta ve maalesef nesilleri «deizm»e doğru zorlamaktadır. İlâhiyatlar bu üç fitneye karşı mücadele verirken, ferdî açıdan da ilmin mânevî tarafının ihmal edildiğini görmekteyiz.

Bugün mastır-doktora yapıp üniversitede hoca olmak, birçok gence câzip geliyor. Evet, üniversitede hoca olmak güzel bir şeydir. Lâkin maalesef bu hocalık, şekilde kalıyor. Okuyan da okutulan da satırların arasında kayboluyor.

Faydalı ilim yolunda, makam-mevkie fazla dalmadan, «emr-i bi’l-mâruftan ve nehy-i ani’l-münker»den uzak kalınmaması îcâb eder. Fakat maalesef bugün, tebliğ hizmetlerinin hakkı verilmemektedir. İlim adına unvan peşine düşülmektedir.

Bakıyorum gençlere;

“–Ben mastır yapacağım, doktora yapacağım, üniversitede kalacağım.” diyorlar.

“–Tamam orada kal, güzel ama sen kendine ne vereceksin orada? Kendini nasıl yetiştireceksin? Kendini mânen nasıl ikmâl edeceksin? Satırların arasında kaybolup gitmekten kendini nasıl muhafaza edeceksin?”

Muhammed İkbâl’in «Güve ve Pervâne» temsili gibi… O hikâyede «Güve»; aşksız, ruhsuz bir ilim adamını temsil eder. «Pervâne» ise, âşık bir ârifi. Güve, Pervâne’ye imrenerek şöyle der:

“–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. Lâkin bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın!..”

Pervâne ona şöyle cevap verir:

“–Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım. Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..”

Yine İkbal anlatır:

Biri toy, diğer tecrübeli iki ceylân sohbet etmektedir. Toy olan der ki:

“‒Üstad, her taraf tehlikelerle dolu. Ben bundan sonra Hicaz’da huzur içinde yaşamak istiyorum.”

Tecrübeli ceylân da şu cevabı verir:

“‒Sen îmânını tehlikeler içinde test et! Çünkü ancak sağlam îman seni kurtarır.”

Bir genç kendine sormalı:

Eğer senin gayen İslâm’a hizmet ise, ilim ve irfânı neşretmek ise, senin dershânen sath-ı vatan olmalı. Niçin sadece üniversite kürsüsü?

Sen sath-ı vatanda ders vermelisin!

Elhamdülillâh Yüzakı, Altınoluk ve emsâli dergiler, sath-ı vatanda emr-i bi’l-mârufta bulunan mecmûalarımızdır.

İslâm’a ve Kur’ân’a hizmet eden asıl müesseseler de; Kur’ân ve Sünnet’i merkeze alan, oryantalist, modernist zehirli fikriyattan muhafaza edilen, sağlam eğitim ocaklarıdır.

Yüzakı:

Muhterem Efendim! Bu gayretler etrafında gönüllerimizi irşâda vesile, yeni bir eser hazırladınız: «O’nun Muhteşem Ahlâkı». Bu eser; her gönle, her hâneye, her nesle lâzım bir eser olarak Yüzakı’mızın 14’üncü yıl hediyesi oldu.

Mülâkātımızın birinci faslını tamamlarken bu kıymetli eser vesilesiyle bizlere ve okuyucularımıza hulâsaten birkaç kelâm daha arzu etsek…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in buyurduğu üzere, Efendimiz’in muhteşem ahlâkı da Kur’ân-ı Kerim idi.

  • Kur’ân-ı Azîmüşşan, kelâmda tecellî eden ilâhî sanat hârikası…
  • Rasûlullah Efendimiz, insanda tecellî eden ilâhî sanat hârikası…

İkisi birbirini şerh etmekte:

➢ Kur’ân-ı Kerîm’in beyân ettiği, mü’min, müttakî, sâlih, muhsin ve muhlis insan şahsiyeti, en zirve şekliyle Peygamber Efendimiz’de temsil edilmekte.

➢ Efendimiz’in yaşadığı îman ve sâlih amel ömrü ve sergilediği müstesnâ ahlâk da, Kur’ân’ın ifade ve talep ettiği ebedî saâdet haritası…

Unutmamalı ki;

Bizler, «O’nun Muhteşem Ahlâkı»yla iki cihanda da aziz bir ümmet, şerefli bir millet idik. Hem şahsiyetimiz, hem haysiyetimiz yüksek idi. Kıtalara adâletle hükmettik. Gayr-i müslimler dahî İslâm’ın hak ve hakikat tevzîine hayran oldu. Merhamet ve şefkatin mücessem hâle büründüğü bir vakıf medeniyetini inşâ ettik.

Lâkin;

Efendimiz’in muhteşem ahlâkından uzaklaşılınca, O’nun fedâkârlığından, İslâm’ı yaşama ve yaşatma iştiyâkından taviz verilince, dünya muzafferiyetleri de müslümanların elinden kaydı gitti.

Lâkin bu ahvâli de yanlış tefsir edenler oldu. «O’nun Muhteşem Ahlâkı»na sarılmadığımız ve O’na sahip çıkmadığımız için geri kaldığımız hâlde, tam tersi, çirkin bir anlayış yayıldı. İslâm suçlandı. Batı aklı ve çirkin ahlâkı yüceltildi. Yabancılaşma hâkim oldu.

Dolayısıyla;

Bugün, îmânın ve Rasûlullah Efendimiz’in ne büyük bir nimet olduğunu anlamamız ve anlatmamız, bir îman borcu hâline geldi.

Cenâb-ı Hak buyurur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)

Her Fâtiha’da niyâz ettiğimiz Sırât-ı müstakîm, Cenâb-ı Hakk’a giden yoldur. O yolun rehberi de Peygamber Efendimiz’dir.

Bilmeliyiz ki;

Allah Rasûlü’ne vefâsızlık, en büyük vefâsızlıktır.

Unutmamalıyız ki;

O’nun Muhteşem Ahlâkı’nı tanımak, okumak, yaşamak ve yaşatmak, O’na vefâdır. O’nu âlemlere rahmet olarak gönderen Cenâb-ı Hakk’a vefâdır, bu zirve nimetin şükrünü bir nebze edâdır.

Bu bakımdan;

Cenâb-ı Hak’tan bu nâçizâne eseri, bu vefânın ve şükrün îfâsında mütevâzı bir adım olarak kabul buyurmasını niyâz ederim.

Yüzakı’mız; gerek neşriyat ve matbuat, gerekse Kur’ân ve Sünnet ekseninde kıymetli eğitim faaliyetleriyle ve bilhassa O’nun Muhteşem Ahlâkı’nı yaşatma yolundaki gaye ve gayretleriyle dâim ve mükâfâtı da ebedî olsun inşâallah.

Yüce Mevlâ’mız;

Cümlemizi, her bakımdan Hazret-i Peygamber’in Muhteşem Ahlâkı’yla ahlâklandırsın. Bir ömür O’nun Sünnet-i Seniyye’sini yaşamaya ve yaşatmaya muvaffak kılsın!

Kur’ân ve Sünnet istikametinde böyle hizmetlerin devamını nasîb eylesin. Emek verenlere, destek olanlara müteselsil ecirler nasip buyursun!

Âmîn!..

Yüzakı:

Âmin Muhterem Efendim! Bu güzel duâlarınız, rehberliğiniz ve her zaman ufkumuzu açan bilgilendirmeleriniz için gönülden teşekkür ve duâlar ederiz.

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

–Ben de sizlere teşekkür eder, bu sadaka-i câriye olan gayretlerinizin devamını Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederim…

______________________

Not: İkinci bölümü gelecek ay neşredilecek mülâkātımızın mevzuu «Yüzakı Bir Nesil» hakkında olacaktır.