Yunus Dede’nin Huzurunda…

Gönül İkliminde Damladan Deryaya -5-

Yıl: 2007 Ay: Haziran Sayı: 28

Şebnem, Yunus Dede’nin huzurundaydı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi küt küt atıyordu. Ne diyecekti? Nasıl konuşacaktı? Bilemiyordu. İlk defa böyle duygular içindeydi.

Onun bu hâlini fark eden Yunus Dede, bir baba şefkatiyle tebessüm etti:

“–Buyur kızım!”

Şebnem kekeledi:

“–Efendim, ben birkaç mesele soracaktım.”

Yunus Dede, yer gösterdi:

“–Otur kızım!”

“–Efendim, ben…”

“–Biliyorum kızım, arkadaşın anlattı. Çekinmene gerek yok. Sormak istediklerini rahatça sorabilirsin. Beni baban bil, rahat ol…”

Nurlu ve mütebessim Yunus Dede’nin bu tatlı cümleleri, âdeta rûhânî bir meltem estirdi; Şebnem’in dilini çözdü. Şebnem, derin bir nefes aldı; yaşadıkları, önceki durumu ve şu anki hâli etrafında içini döktü:

“–Efendim, her şey âniden gelişti. Hiç ummadığım bir anda bir kaza yaşadım. Sonra hastahanede Nur Hemşire ile tanıştım. Yaşayışıyla ve anlattıklarıyla kendime gelmeme vesîle oldu. Hayatım değişmeye başladı. Bana huzurlu bir dünyadan güzel bir pencere açıldı. Sonra sizin sohbetinize katıldım. Dinlediğim hakikatlerin feyiz ve bereketiyle gerçek hidâyeti buldum. Ona sımsıkı sarıldım. Ancak içimdeki yüce duygular ve yaşadıklarım henüz taze, her şeyim henüz filiz hâlinde… Bu filizlerin zedelenmesinden endişe ediyorum. Bu yüzden karşılaştığım problemleri nasıl çözeceğimi bilemiyorum. Çünkü ilk defa böyle problemler yaşıyorum.”

Şebnem’i dikkatle dinleyen Yunus Dede, onu rahatlatmak ve meseleyi biraz daha açmak için sordu:

“–Kızım, meselâ nasıl problemler bunlar? Bir-iki tane örnek verebilir misin?”

“–Efendim, meselâ önceki arkadaşlarım. Onlar bana karşı oldukça tuhaflaştılar. Hem yakamı bırakmıyorlar, hem de beni aşırı derecede rencide ediyorlar. Bu tezat, beni çok yoruyor. Bu şekilde aslında ısrarla tekrar eski hayat tarzıma, beni yutacak o iğrenç hayata dönmemi istiyorlar. Bunun için psikolojik baskı yapıyorlar.”

“–Tabiî onlar, seni kaybettiklerini düşünüp böyle yapıyorlar. Seni emellerine merdiven yapmak istiyorlar. Böyle durumlarda güzel neticeler için sabır ve duâ en güzel çaredir.”

Şebnem’in gönlü bu hususta ıstıraplı ve yaralıydı:

“–Efendim, ben elimden geldiğince onlara mukâvemet ediyorum. Ancak daha önce bana yapmış oldukları iyilikleri başıma kakıyorlar, horluyorlar, hakir görüyorlar. Bazen çok ağırıma gidiyor. Bunlar benim ilk defa yaşadığım şeyler. Onun için zaman zaman oldukça daralıyorum. Şükür ki, sohbetlerinizden ve Nur Abla’mdan öğrendiklerim imdadıma yetişiyor. Fakat yeni olduğum için, hazır olmadığım pek çok şey var. Rûhum dalgalı bir deniz gibi çalkantılar içinde. Noksanlıklarım sebebiyle içimde güçsüz kaldığım yerler oluyor.”

Yunus Dede, yüzünde hiç kaybolmayan tatlı bir tebessümle dinledi. Onun bu hâli bile bütün soruları cevaplayan ve pek çok meçhûlü aydınlatan o kadar tesellî edici bir hâldi ki, Şebnem, bir anda bütün meselelerinin çözüldüğünü hissetti. Şebnem’in rûhuna âdeta bir cennet rüzgârı esiyordu.

Şebnem’in anlattıkları bittikten sonra Yunus Dede, şefkatli bir üslûpla tane tane konuşmaya başladı:

“–Kızım, Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun! Onun sana bahşettiği hidâyet nîmeti hiçbir şeyle ölçülmez. Ne kadar hamd etsen azdır. Ancak bilesin ki, nîmetlere nâil olan bir gönül, nîmetin yüceliği nisbetinde bir olgunluğa ulaşmalıdır. Tâ ki, eldekinin kadri daha iyi anlaşılsın. Ayrıca unutma ki, olgunlaşmayan hasletler kalıcı olmaz. Toprak, kışın çilesine katlanmadan bahar güzelliği sergileyemez. Bir anne, yaşayacak bir evlâdı, vaktinden önce doğuramaz.

Yani demek istediğim şu;

Seni rencide edenlerin davranışları, aslında gönlünü daha da olgunlaştırmaktadır. Dikkat et; denizle sahilin birleştiği kumsallardaki taşlarda hiç pürüz kalmamıştır. Asırlarca dalgaların darbeleri ile pürüzsüz ve kırılmaz bir hâle gelmiştir. Hakikat de böyledir. Yumruklandıkça kuvvet bulur. Dolayısıyla sen, dert ve keder ateşinin kavuruculuğuna değil, olgunlaştırıcılığına bak! Başına gelenlere ne kadar katlanabilirsen, o kadar olgunluk elde edersin.

Çıkmaz sokaklarda yolunu şaşıranlar için de duâ et! Allah, sana ihsân ettiği nîmeti onlara da ikrâm etsin!

Unutma ki;

İptilâlar, musîbetler, çâresizlikler, kulu Rabbine döndürür. Dâimâ «Aman yâ Rabbî!» dedirtir. Buna mukâbil her nefsânî arzusuna çâre bulan insanların da nefsi kabarık olur, âdeta azgın bir aygıra döner.

Rûhunun mukâvemeti, aştığın engeller nisbetinde artar. Hak Teâlâ bu sebeple peygamberleri bile nice çile çemberinden geçirmiştir. Çünkü bu şekilde kalp, Allâh’a daha yakın olacaktır. Negatif enerjiler tesirsiz kalacaktır.

Kızım, bu gerçekleri kavra da, yanlış yollarda gezinen eski arkadaşların ne yaparsa yapsın, aslâ kendini onlar karşısında ezik görme! Vakârını muhafaza et, onların içi boş yaldızlarına kapılma. Görüyorsun ki, onlar, çöldeki serapları âb-ı hayat zannediyorlar. Ayrıca onlar, sana ne kadar kötülük de yapsalar, sen iyilikten ayrılma! Sakın, sakın ola ki, onların yaptıklarına bakarak kendi kazandıklarını harcama! Onlar sana kaybettirmek isterken sen hem kaybetme, hem de onları düştükleri bataklıklardan kurtarmaya çalış! Onlara nasıl bir cankurtaran simidi atabilirsin, onu düşün!

Kızım unutma ki, güneş, ışık ve enerji kaynağımızdır. Ancak onun ışınları uzay boşluğunun karanlığına fayda etmez. Güneşten çıkan ışınlar atmosfere kadar karanlık içersinde gelir; atmosfere girer girmez de bir ampul gibi parlar ve ışığını verir. Kalp de aynen böyledir. Eğer îman ve hidâyet nûru, kişinin kalbine nüfûz etmemişse, o kalpte hiçbir ışık yanmaz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in rûhâniyeti de eğer bir gönle girmemişse, o gönül kapkaranlıktır. Nûr-i Muhammedî ancak kalbe dâhil olduğunda, o kalpte, bir ampul misâli ışıl ışıl kandiller yanar ve rûha da gönle de îmânın lezzeti yayılır.

Fakat…

Şeytana mağlûp olan nefs, bu tecellîye perde olur. O, her zaman nûr-i Muhammedî’nin kalbe girmesine mânî olmaya çalışan bir engeldir.”

Şebnem, her cümlede ayrı bir ferahlık yaşıyordu. Onun için söylenen her şeyi iyice anlamak iştiyâkıyla sordu:

“–Efendim, tam olarak nefs nedir?”

Yunus Dede, Şebnem’in bu derin meseleleri anlamaya ve hayatı idrâk etmeye başlamasından memnun bir edâ ile kısa, fakat özlü bir şekilde açıkladı:

“–Kızım, nefs; içimizdeki bütün kötü isteklerdir, süflî arzulara duyulan meyildir. Hülâsa edecek olursak; insanı Allah’tan uzaklaştıran bütün şeytânî hisler, nefsten ibârettir.

Nefse daha belirgin bir örnek verelim. Meselâ, iki parmağını iki gözünün üzerine koy, hiçbir şey görebilir misin? İşte nefis, bu şekilde kalbi yüce hakîkatlere âmâ eden süflî arzular engelidir.”

Sözün burasında Şebnem, daha önce de aklına takılmış olan bir sual yöneltti:

“–Nefs niçin verilmiş? Nefs olmasa melekler gibi isyan etmeden kulluk yapardık. Niye böyle olmadı?”

Yunus Dede başını hafifçe kaldırdı ve meselenin hikmetini şöyle îzah etti:

“–O zaman biz, insan rütbesinde değil, melek olurduk. Oysa kâmil bir insanın rütbe ve değeri, meleklerden üstündür. Öyle ki, Allah, insanı yarattığında bütün melekleri toplamış ve insana secde etmelerini emretmiştir. Kıskançlık ve kibir göstererek bu emri yerine getirmeyen şeytanı da huzurundan kovmuştur.

Böyle yüce bir makâmın, yani insanlık şerefinin elbette ki, büyük bir bedeli olur değil mi? Ya da şeytanın da kavrayamadığı insanlık cevherinin kendi kıymetini parıl parıl ispat etmesi gerekmez mi?

Nitekim insanoğlu, işte bu bedeli ödemek ve özündeki bu cevheri parıldatmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Tabiî kimi gayret içinde oluyor, kimi de olmuyor. İşte bunun en güzel şekilde tespiti için Cenâb-ı Hak bu dünyayı bir imtihan âlemi yapmıştır. Buyurmuştur ki: «O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…» (el-Mülk, 2)

Yani dünya, yaratıldığı günden beri kulların kulluk değerinin tespit edildiği bir imtihan dershânesidir. Bu sebeple insanoğlu hem kötülüklerle donatılmıştır, hem de iyiliklerle… Yine bu sebepledir ki, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye, yâni tasavvufî eğitim şarttır.

Zîrâ;

Nasıl ki altınla uğraşan erbap kimsenin mahâreti, yığın yığın onca topraktan bir gram altın üretmekte ise, insanın mahâret ve değeri de nefsin çamurlarını takvâ ateşiyle temizleye temizleye gönlü pırıl pırıl hâle getirebilmesindedir. Bir başka ifâdeyle, hiçbir şey yapmadan varlıklar değerli olmaz. Bal yapmasaydı, arılara kim değer verirdi? İnsan da kulluk yolunda binbir imtihandan başarılı bir şekilde geçmeli ve Hakk’a aşk ile ibâdet hâlinde olmalı ki, bir değer ifâde etsin.

Nitekim insana, Cenâb-ı Hak, az evvel ifâde ettiğim gibi, müsbet ve menfî/olumlu ve olumsuz, iyi ve kötü, yaklaştırıcı ve uzaklaştırıcı birçok özellikleri bunun için vermiştir. Ve buyurmuştur ki:

«Nefsini (fücurdan/kötü olan ve Allah’tan uzaklaştıran her şeyden) tezkiye eden/temizleyen mutlaka kurtuluşa erer.» (eş-Şems, 9)”

Şebnem, bu sözler vâsıtasıyla şuur ve kalbinde açılan yeni pencerelerden içine akseden yeni yeni huzur meltemleri ile iyice ferahladı. Kendini kurtuluş kapısında hissediyordu artık. Yunus Dede’ye son bir soru daha sordu:

“–Efendim, nefs ne ile temizlenir?”

Yunus Dede, derin bir nefes aldı:

“–Kızım, bunun cevabı çok uzun. Bütün sohbetlerimiz, hep bunu anlatmakla geçiyor. Fakat özet olarak söylemek gerekirse, nefisler ancak fücûrun zıddı olan takvâ ve ihlâs ile temizlenir. «Takvâ nedir?» dersen, onu da özet olarak ifâde edeyim. Takvâ, her şeyden önce nefsânî arzuları köreltmektir. Fıtrattaki Allâh’ın vermiş olduğu istîdat ve güzellikleri inkişâf ettirip Allâh’a güzel bir kul olabilmektir.

Yâni takvâ, Kur’ân ve sünneti hayatın her safhasına aksettirmek ve böylece Cenâb-ı Hak’la huzur bulabilmektir…

İnsan düşünmeli:

Varlık nedir? Sahibi kimdir? Ben kimim? Bu âlemde vazifem nedir? Niçin hayattayız, ölüm niye var?

Bu gibi esaslı sorulara tatminkâr cevaplar aramak, tabiî bir ihtiyaçtır. İslâm dîni, bu mühim soruların cevabını vermiş; Peygamber Efendimiz’in 23 senelik peygamberlik hayatı bu cevapların net ve muhteşem bir örneği olmuştur.

Peygamber Efendimiz, her meçhûlü aydınlatan ilâhî bir nur ve sonsuz saâdete nâil eyleyen bir hidâyet rehberi olmuştur.

Bunun için şunu unutma kızım;

Kur’ân, birtakım yasaklar bildirir. Bu yasaklara aldırmayanlar cennete giremezler. Çünkü günah kirleriyle perişan olmuşlardır. Dolayısıyla ölmeden evvel temizlenmek îcâb eder. Diğer taraftan her günah, rûha saçılan bir zehir gibidir. Ancak güzel ameller, cehennemden kurtulmaya vesîledir.

Maddî ve nefsânî nîmetlerin çoğunda hayvanlarla müşterekliğimiz vardır; yemek, içmek ve korunma ihtiyacımız gibi… Bu hususta onlardan  farkımız pek azdır. Bizi hayvanlardan ayıran, bizi insanlığımız ve vicdânımızla baş başa bırakan asıl nîmetler, rûhânî nîmetlerdir. Bize bu rûhânî nîmetleri idrâk ettirecek olan da, ancak dînin sesidir.

Er ya da geç, ama birgün mutlaka ölüm kapısından geçerek ebediyet yolcusu olacağımız için, mezar ötesi âleme dâir hazırlıkta bulunmak, her akıl, iz’an ve vicdan sahibi için mecbûrî bir ihtiyaçtır.

Cihan, Allâh’a kulluk için yaratılmış, ince hakikatler ve lezzetlerle doldurulmuş bir ibâdethâne; bir vicdan ve irfan mektebidir.

Unutma kızım;

Balıklar deniz vasatında hayat bulur. Karadakiler de atmosfer vasatında yaşar. İnsan rûhu ise, Kur’ân vasatında saâdete kavuşur. Bunun için lâzım olan en mühim malzeme de muhabbettir. Hakîkî muhabbetin kaynağı, Allah Teâlâ ve Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’dir. Bu kaynağa kavuşabilmek, katlanılan güçlükler, gösterilen samîmî gayretler ve yapılan fedâkârlıklar nisbetindedir.

Unutma kızım;

Allah’tan geldik, O’na döndürüleceğiz. Asıl felâket, dünyada O’ndan uzak kalmaktır. Çünkü bu uzaklık, insanı ebedî mahrûmiyete dûçâr eder. Asıl saâdet de dünyada iken O’na yakınlıktır. Çünkü bu yakınlık, ebedî yakınlığa mazhar eder.”

Bu sözlerinin ardından Yunus Dede, ayağa kalktı:

“–Başka bir suâlin var mı kızım?”

Şebnem teşekkür etti:

“–Çok teşekkür ederim efendim. Başka suâlim yok. Ama…”

“–Hayrola kızım?”

Şebnem yine ilk konuşmaya başladığı andaki gibi çekinerek arz etti:

“–Efendim, bazı özel suallerim de var, ancak Nur Abla’ma da soramıyorum…”

Güngörmüş Yunus Dede, bu hususta da Şebnem’in yüreğine su serpti:

“–Kızım, o hâlde Nur Hemşire seni İffet Anne ile de tanıştırsın. O, muhterem bir annedir. Sana en güzel şekilde yardımcı olacaktır.”

İçi târifsiz bir huzurla dolan Şebnem, Yunus Dede’ye tekrar teşekkür ederek müsâade aldı. Sevincinden uçuyordu.

Odadan dışarı çıktığında kendini daha önce hiç hissetmediği kadar hafif hissetti. Bütün iç çalkantıları durulmuştu. Zayıflık çektiği meselelerde şimdi çok daha güçlüydü. Nur Hemşire’ye bu coşkun hislerini, tattığı mânevî hazzı ve gördüğü istifâdeyi, o an verdiği bir kararla ifâde etti:

“–Ablacığım, bu hafta bizim evde toplanalım. Arkadaşım Müge’yi de çağırıp kitap okuyalım.”

“–Çok güzel olur. Ancak arkadaşın Müge’yi çağırmak nereden çıktı? O seni durmadan rencide etmiyor mu?”

“–Ediyor, ama artık önemli değil. Gerçi o beni kendi çukuruna çekmeye çalışıyor, ancak belki vesîle oluruz da Cenâb-ı Hak, ona da hidâyet nasîb eder.”

Nur Hemşire’nin gözlerinin içi güldü:

“–İnşâallah. Şebnem, çok güzel bir niyet bu… Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Dilerim, muvaffak oluruz.”

Şebnem, aynı temennî sadedinde başını salladı:

“–Ama ablacığım, önce beni İffet Anne’ye götüreceksin. Yunus Dede, onunla tanışmamı istedi.”

“–Memnûniyetle götürürüm. Kusura bakma, daha önce bahsedemedim. Fırsat olmadı hiç. Başka telâşlar arasında unuttuk. Ama bu hafta içinde gidebiliriz.”

“–Aman ablacığım, ne olur!”

Ertesi gün için sözleştiler. Dedikleri saatte buluşup İffet Anne’ye gittiler. Ne garip bir tesâdüf ki, İffet Anne, Müge’nin üst katında oturuyordu.

Şaşırdı Şebnem. Müge ile yollarının bu kadar kesişmesine hayret etti. İçinden «İnşâallah bu, aynı zamanda bir hidâyet kesişmesi olur.» diye düşündü.

Nur Hemşire’yle birlikte binaya çıktılar.

Olacak bu ya, Müge de o esnada kapıdan çıkıyordu…